TARİKATİ MUHAMMEDİYE

TARİKATİ MUHAMMEDİYE

İçinden aldığım özetleriyle yazdığı kitabı tanıtacağım meşhur Osmanlı âlimi Mehmet Birgivi Efendi, on altıncı asrın başlarında Balıkesir de doğmuş ve dünyaca bilinen bir ilim adamı olmuştur. İlk zamanlarda kendiside Bayrami tarikatına girmesine rağmen sonraları Tasavvuf ve Tarikatlar yoluyla İslam-a sokulan Bidat ve Hurafeleri görmüş; ondan sonra yazdığı eserler ve yaptığı vaizlerle bu yolda amansız bir mücadele vermiştir.

Yaşadığı dönemde en etkin Tarikat, Mevleviler olduğu için daha çok onları hedef almıştır. Osmanlıda çıkan ilk ve tek ıslahat hareketi olan “Kadı zadeler” onun talebeleri ve onun kitaplarını okuyarak, nasihatlerini dinleyerek ve bir devre adının veren ulema sınıfıdır.

Sağlığında birçok esere imza atan Mehmed Birgivi Efendinin baş eseri tahlilini yapacağımız “Tarikatı Muhammed’iye” isimli kitabıdır. Tarikatçılığın İslam âlemini ve bilhassa Osmanlıyı kuşattığı, her mahalle de bir tarikatın doğduğu bir dönemde kitabının ismini “Tarikatı Muhammediye” koyarak, adeta bütün tarikatlara ve tarikatçılara “Bir tarikat (yol) vardır oda Muhammed (as) ın yoludur, başka yol tanımıyorum” demiştir. Mehmed Birgivi Efendi kitabının başında Sünneti, Bidati, Mezhepleri, İman ve İslam-ı
İlim ve ameli tanıtıyor.

Bundan sonra kitabın omurgasını oluşturan mevzulara giriliyor. İnsan vücudunun çeşitli azalarında çıkan münkirat, kötü amel, günah, hata, kusur ne varsa çıktığı yerler ve çarelerini anlatılarak; İnanan insanı kötü amel ve günahlardan korumak için adeta vücudunu sur içine alarak korumuş oluyor.

Vücuttan çıkan münkirat’ı Kalp yoluyla, Göz ile, dil ile, el ile kulak ile ayak ile, mide ile ve avret mahalli ile işlenen günah ve kusurlar sayarak üç yüzün üzerinde günah işlemeye müsait açık kapı tespit ediyor ve onlara mani olmanın yollarını gösteriyor.

Kitaptan aldığım özetler: Birgivi Efendi, kitabının baş kısmında Bidati seyyieyi anlatırken o zamanlar Duhan denen günümüzdeki sigarayı da kötü bidat olarak değerlendiriyor; “bir şeyi kullanmanın caiz olabilmesi için, kullanılan nesnenin başkasına zararı olmaması gerekir” diyor. Güzel bir örnek: “Fahiş fiyatla satılan suyu almayıp, teyemmümle namaz kılmak caiz iken, ya pis tütün için avuç dolusu para vermek ve yirmi dört saatte, alınan yirmi dört bin nefesin ekserisini tütünün kötü kokusu ile iğrenç hale getiren kimse yarın kıyamet gününde nasıl cevap verecektir” diyor.

Zamanındaki sofilerin yanlış sözlerini şöyle anlatıyor: “Zamanımızda ki sofi geçinenlerin şeriata muhalif Bidat işlerini, ulema menettiklerinde şöyle derler”: “Zahir ulema yanında haram dense de, Ehli batın yanında helaldir. Zahir ulema, kitabullah’tan hükmederler. Biz ise bilgiyi şeriatın sahibi Muhammed (as) dan alırız. Eğer nefsimiz anınla kanaat hâsıl olmazsa, müşkülümüzü bizzat Rab bul izzetten sorup istifade ederiz. Biz halvette Şeyhimizin himmetiyle Allah-ü Taala-ya vasıl oluruz; Bize cemi ilim keşfolur. Kitap okumaya ve Hocadan ders almaya hacet kalmaz. Kişi zahiri ilmi terk etmeyince Hakka vasıl olmaz. Eğer bizler batıl üzere olsaydık bize nur görmek, enbiyayı izamı görmek müyesser olmazdı. Bizden bir mekruh veya haram sudur etse, Hak Taala bizi rüyada ikaz eder, biz helâlı, haramı anınla biliriz.” Demeleri bilcümle mülhitlik (küfür) dalalettir.” Günümüzdeki sofilerde onlardan farklı söz etmiyorlar.

Birgivi Hazretleri, Nesep ile övünenlere kendi şiiri ile şöyle anlatıyor:
Nesep ile ucup eden gabidir. Tutalım ki anın nesli nebi’dir.
Eğer davasın ispat eylemezse. Nesep babında Hakkın ekzebi’dir
Eğer davasını ispat ederse, Anındır fazilet, kendi ecnebidir.

Kalbin afetlerinin altmış beşinci bölümünde masiyette ısrarı anlatırken şöyle diyor: “Bir kimse küçük günahlarında ısrar ederse, onlar büyük günah olur. Beş vakit namazda o günahlara kefaret olmaz. Eğer günah sahibi pişmanlık duyar, tövbeye yönelirse günde yetmiş kere büyük günah işlese, her günahtan sonra istiğfar eylese günahta ısrar etmemiş olur. Hadisi Şerifte böyle bildirilmiştir. Hatta Ebu Zer Hazretleri, Peygamber Efendimize “Hırsızlık etse de mi? Zina etse de mi?” Deyu taciz ettiğinde; Fahri Kâinat Efendimiz: “ Zina ederse, Hırsızlıkta ederse de, Allah Tövbe edeni affeder, hem de Ebu Zer’e rağmen” buyurmuştur.

Tahlilini yapmaya çalıştığım “Tarikatı Muhammed’iye” isimli kitap, 1308 de, Abdül Hamit döneminde Osmanlıca olarak basılan kitaptır. Sonraları Türkçe tercümeleri de yayınlanmış olmasına rağmen, Osmanlıcası kadar kapsamlı değildir. İşte bu eserde, ölü kaldırıldıktan sonra işlenen Bidatleri şöyle sıralıyor:
1- Kur’an okuyanlara para verilmesi için vasiyet etse, batıldır, geçersizdir.
2- Ücretle Kur’an okutmak. Sahih olmadığından okuyana da, okutana da manevi bir fayda sağlamaz.
3- Ölünün arkasından yemek yedirmek caiz değildir. İster ilk gün, ister yedinci gün, ister kırkıncı gün, ister altıncı ayında veya senesinde olsun. Amma, yedisi, kırkı tayin edilmeden, fukaraya yemek verilmesi caizdir ve makbuldür.
4- Kabir yanında kurban kesmek caiz değildir. Cahil iye’den kalmadır.
5- Kabir üzerine bina, kubbe yapmak ölü vasiyet etse de caiz değildir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Müminin kabri üzerine yağmur yağması, yellerin esmesi günahına kefarettir.”

Bu hususta yapılması gerekenleri Peygamberimiz şöyle bildirmiştir: “Kişi hayatta ve sıhhatte iken hayır için bir akçe vermesi, öldükten sonra onun için yüz akçe verilmesinden evladır. “Sevabı en çok olan sadaka, sen sağ-salim, malına pahil iken; Fakirlikten korkarken ve zengin olmayı ümit ederken verdiğin sadakadır.

Hz. Ömer’den bir rivayet: İnsanlara bir zaman gelir ki, aralarındaki en Salih kişi “Emri maruf, Nehyi münker” yapmadığı halde, Halk derki “zamanımızın en iyi insanı budur, bundan iyisini görmedik derler.”

Özetle: Muhakkak okunması ve hayata aktarılması gereken bir eser. Bir başucu kitabı diyebiliriz.
NİYAZİ MISRİİ DİVANI
Divan’ını tahlil edeceğim Niyazi Mısri (Mehmet Niyazi) Malatya’nın şimdiki adıyla Soğanlı kasabasında (1617) doğdu. İlim tahsiline memleketinde başladı. İcazetini aldıktan sonra Halveti Tarikatına girdi. İlmini artırmak maksadı ile Mısır-a gidip, Ezher-e yerleşti. Rüyasında “nasibinin Anadolu’da olduğu bildirilir ve İstanbul-a, Bursa-ya gelir. Yine bir rüya görerek Uşak’a gider ve Halvetiye’nin başka bir koluna girerek bağlılığını yeniler.

Kadı zadelerden Meşhur Mehmet Vani ile Vaizlerinde cedelleşir. Devlet idarecileri tarafından çağrıldığı Edirne’de vaiz yaparken Şeriata muhalif sözleri dolayısıyla önce dokuz ay Rodos’a, daha sonra da Bursa kadısı Ak Mehmet Efendinin şikâyeti ile on beş sene Limni’ye sürgün edilir.

Rızası olmadığı halde Padişah ile beraber bir sefere katılmak için Edirne’ye gelir. Yine Şeriata muhalif sözlerinden dolayı Limni’ye sürgüne gönderili ve bir sene sonra 1694 orada vefat eder. Birçok eseri olan Mısri’nin, birde Osmanlıca divanı mevcuttur. Yayın tarihini tespit edemediğim bu divan bir yerden elime geçti. İki defa okuduğum Divanın şiirleri zamanına göre çok güzel. Günümüzde ilahi ve kaside olarak okunanlarda var. Vahdeti Vücut fikri, Tasavvufa girdikten sonra artık bütün Sofilerin kaçınılmaz modası haline geldiği için Niyazi Mısri-de Şiirlerini bu fikirden uzak tutamamış.

Şimdi Mısri’nin divanından örnekler: Sofilerin vaz geçemediği saplantılarından biride Aşk’tır. Mısri’de Divanına Aşkı tarif ederek başlıyor.

Ey gönül gel gayriden geç, Aşka eyle iktida.
Cümle mevcudat ve mahlûkata, Aşk akdem durur.
Zira Aşkın evveline, bulmadılar ibtida.
Bu sebepten dediler, Aşka yoktur intiha.

Allah’ın zatının, sıfatının, esma ve efali’nin; Genelde Âdemin, özelde ise Velinin yüzünde belirdiğine inanan Tasavvuf ehline göre, Âdeme secde edilmesine işaret eden şiirleri:
Zat ve esma ve sıfat, efal ve asar cümle,
Her zamanda bir velinin veçhine bunlar zıya.
Secde eyle Âdem’e ta kim Hakka kul olasın,
Eden Âdemden, ya Haktan dahi oldu cüda.

Vahdeti Vücut fikrini çağrıştıran Mısralar:
Bunlardan görünen Hakkın vücudu, Serap, fi serap, fi serap
Her ne ki görür gözün, andan Cemali yâre bak,
Çükü gitti ey Niyazi kalmadı asla hicap.
Söyleyen ol, söylenen ol, görünen ol, gören ol.
Her ne var Aala ve esfel bilki canan andadır.
Hakkı istersen yürü insana bak.
Şemsi zatı yüzünde Rahşan eylemiş.
Hak yüzü, insan yüzünde görünür.
Zatı Rahman, şeklini insan eylemiş.

Şeriata muhalif sözleri sebebiyle hayatını sürgünde geçiren Şairimiz, Şeriatı anlatan şiirinde, Şeriatı her şeyin üstünde tutuyor.
Sarayı din esasıdır Şeriat. Tariki Hak Hüdasıdır Şeriat.
Dahi bununla hatmolur bu yollar. Bu rah’ın intihasıdır Şeriat.
Şeriatsız Hakikat oldu İlhad. (Küfür) Hakikat nuru zıyasıdır Şeriat.
Cihana bir Veli gelmez, illa. Elinde anın asasıdır Şeriat.
Hakikat canıdır ancak Velinin. Canından maadasıdır Şeriat.
Hakikat Arşı Aala’dır muhakkak. O, Arşın istivasıdır Şeriat.

Birçok Velide görülen, işitildiğinde “böyle şey mi söylenir” diye bileceğimiz “saçma, sapan sözlerden” Mısri’nin şiirlerinde de var.
Ben dost yolunda varımı terk eyledim önden sona.
Küfr ile imandan geçüp, Âyanda bulmuşam sebat.
Mescit ve Meyhanede, Hanede, viranede,
Kâbe’de, Put hane de, çağırırım dost deyu.

Mısri, dervişliği, Şeyhi tavsiye eden şiirlerinde şöyle diyor:
Gel ey dertsiz kişi Dervişliğe sayeyle ki bunda.
Bu haliyle ölürsen, bil işin hüsrana dolanur.
İsteyen yarı, izlesün Piri.
Pirden ayrılan, Haktan ayrıdır.
Şeriatın sözleri, Hakikatsiz bilinmez.
Hakikatın sözleri, Tarikatsız bilinmez.
Savmi, salât ve zekât günah kirin mahveder.
Darbi zikir olmasa, gönül pası silinmez.

Zahiri ilimle insanlara Vaizlik yapan hocaları şöyle hicvediyor:
Bu gün bir meclise vardım, oturmuş pend eder Vaiz.
Okur açmış kitabını, bu halkı ağlatır Vaiz.
İki bölmüş Cihan halkın, birini Cennete salmış.
Eliyle kürsüden birin, Tamuya sarkıtır Vaiz.
Çıkar ağzından ateşler, yakar Şeytanı melunu.
Sanarsın yedi tamunun, azabı kendidir Vaiz.

Niyazi Mısri’nin Muamma şiiri:
Gâh sehap, gâh matar, gahı toluyum, gahı kar.
Gâh nebat, gahı hayvan, gahı insan oluram.
Gâh Nasari, gâh Yahudi, gahı tersake Mecusi.
Gahı Şia, gâh olur Sünni Müslüman oluram.
Gahı abit, gahı zahit, gahı fıska düşerem.
Gahı Arif, gahı maruf, gahı irfan oluram.
Son olarak Mısri’nin özlü sözlerinden örnekler:
Ne denlü gayriyi ağlatsa bir kimse, atide,
Mukallip aldır, sonunda asla yüzü gülmez.
Kuru davamı sandın bu ilmi
Bu yola böyle gittiler eşraf
Halkın uslu demesinden sana ne
Akil isen adını mecnuna tak.
Ne müşkül hal olur, gaflette yatup, hiç inanmayıp
Ölüm vaktinde Azrail gelince uyanan insan.

DİN’DE SAPMALAR VE KUR’AN’A DÖNÜŞ

Tahlilini yapacağım bu eser, hakkında bilgi edinemediğim Şükrü Delibaş isimli biri tarafından yazılmış ve 1998 tarihinde İstanbul Ufuk yayın evinde basılmış, iki yüz sahifelik bir kitap.

Kitabın içeriği: Asrı saadetten sonra başlayan Kur’an dan uzaklaşma, Bidat ve Hurafelere meyil etme ve bunların neticesinde meydana gelen Dinde sapmaları dile getirmiş.

Yazar Kur’an dan uzaklaşma ve Dinde sapmaları şu başlıklarda tespit etmiş:
1- Siyasi düşünceleri İslam-a mal etme çabaları; Siyasi ve Mezhebi kaygılarla Hadis uydurma yoluna gidilmesi.
2- Hilafetin Kureyşiliği ve Emeviler hakkında Hadis uydurulması.
3- Yahudi ve Hıristiyan kültürünün tercüme yoluyla ve Felsefe ile İslam anlayışına sokulması.
4- Tasavvuf kültürünün doğuşu ve İslam anlayışına olumsuz etkileri.
5- Kur’an’ın anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir kitap olarak görülmeye başlanması.

Yukarıda yazılan ve yazılmayan sebeplerle İslam âlemini asırlardır Bidat ve Hurafe kökenli şu mevzular işkâl etmiştir. Mehdi ve Deccal inancı. Hz. İsa’nın Gökten ineceği meselesi; Recm cezası ve Şefaat meselesi.

Yapılması gerekenler: Hz. Ali’den; Rasulullah şöyle buyurdu; “Haberiniz olsun bir fitne çıka bilir.” “Bundan kurtuluş yolu nedir Ya Rasulullah?” Buyurdu ki; “Kurtuluş Allahın kitabıdır.” Yüce Allah Kitabı Keriminde Şöyle Buyurur. “Kim onun dışında Hidayet ararsa Allah onu saptırır. O, Allahın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir. O, dosdoğru yoldur.”

Yazarın yaptığı tespitler: “Kur’an okumayı hariçten bir kısım şartlara bağlayan kaide ve merasimlerle Kur’an anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir kitap olarak gösterildi. İnsanlar Kur’an’dan, Kur’an-ı yüceltme ve ona hürmet gösterme adına uzaklaştırıldı. Bundan sonra Kur’an ölülere ve ruhlar âlemine has bir kitap haline getirildi.”

Kendi kanatlarına geçerlilik kazandırmak isteyen guruplar, Kur’an ayetlerini kendi görüşleri istikametinde tevil etmekle yetinmeyip, Henüz tedvin aşamasında olan hadis alanına yöneldiler. Bu ortamda her mezhep, her siyasi gurup ve cemaat kendi anlayışını hadis adı altında ifade etmek için Peygamber Efendimize atfen sayısız hadis uydurdular.”

Uydurulan hadislere örnek: “Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onların İslam’dan nasibi yoktur: Mürcie, Kaderiye; Tirmizi kader 7” Muaviyenin hilafetine itiraz edenler için uydurulan hadis: “Allah’ım onu, (Muaviye’yi) hidayet edici ve hidayeti bulmuş kıl ve onunla insanlara hidayet ver” Tirmizi menakıp.

Yahudi ve Hıristiyan din adamlarınca uydurulan hadisler: “Sizden biri kardeşi ile dövüşünce yüze vurmaktan sakınsın. Zira Allah Âdemi kendi suretinde yaratmıştır.” (Müslim, 2612) Bu husus aynı manalarla eski Ahit’in Tekvin bölümü, 1. bapta şöyle geçer “Ve Allah dedi; Suretimizde, benzeyişimize göre insan yaratalım. Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allahın suretinde yarattı.” Hâlbuki Kur’an-ı Kerimde Yüce Allah şöyle buyurur: “O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlara da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şura, 11)

Hıristiyan uydurması başka bir hadis: Ebu Hüreyre rivayet ediyor. “Nefsim kudret elinde olan Zatı Zülcelal’e yemin ederim ki, Meryemoğlu İsa’nın, aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, İstavrozları kırıp, Hınzırları öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır.

Dinden sapma ve Kur’an’dan uzaklaşmada Tasavvufun tesirleri: Tasavvufun doğuşuyla Veli, Zikir ve Takva kavramları İslami kimliklerinden alınmış, Tasavvufa göre yeni manalar verilmiştir. Kur’an’da bütün Müslümanlar için kullanılan “Evliyaullah” (Allah dostları) kavramı (10/62–63) Tasavvufta ters yüz edilmiş, bir takım dini imtiyazlara sahip olduklarına inanılan ve kendilerine Şeyh, Mürşid ve başkaları için kullanılmaya başlanmıştır. Diğer zikir ve takva kavramları da asıl anlamının haricine çıkarılmıştır.

Bunlardan başka Tasavvufun tamamen kendine has birçok İslam dışı inanış ve pratiği bulunmaktadır. İslam’ın tevhit akidesine tamamen ters düşen Vahdeti Vücut, müşrik, Putlara tapınmayı andıran Rabıta, Şeyh-Mürşit ilişkisi, Fena fillah, Riyazet, Gavsı Azam, Velilerin kerametleri gibi bir takım üstün meziyetler kabul ediş vardır. Yine Tasavvufa göre Keşf, Gaybı bilmek, Velilerin dünya ve insanlar üzerinde tasarrufu bulunabileceğine inanmak, İslami delilleri, Zahire göre değil de Batına göre manalandırmak inanış ve uygulamalarının başında gelmektedir.

Bu arada Tasavvuf kültürüne İslam’ı açıdan meşruiyet kazandırmak için Hz. Peygamberin, Hz. Ebubekir ve Hz. Aliye başka bir takım sırlar verdiği ve Tasavvuf kültürünün Tarikatlar aracılığı ile günümüze kadar yaşadığına inanılır. Hâlbuki bu inanış Peygamberi Risalet’ini eksik yapmış gibi bir zan altında bırakmaktadır. Çünkü Yüce Mevla şöyle buyurmaktadır: “Ey Elçi Rabbinden sana indirileni duyur; Eğer bunu yapmazsan O’nun Elçiliği görevini yapmamış olursun.” (5/67)

Taklitçiliğin getirdiği sapmalar: İslam anlayışını Kur’an’dan uzaklaştıran bir etken de taklitçilik hastalığıdır. Ümmetin çeşitli fırkalara bölündüğü bir dönemde, itikad-i ve fıkh-i sahada ortaya konan birbirinden farklı usul ve yorumların zamanla dinin tartışılmaz esasları haline gelmesi ile şekillenen taklitçilik özellikle ikinci hicri asırdan itibaren etkili olmuştur.

Böylece ilim adamları da falan mezhebin âlimi, filan ekolün hocası olarak isimlendirilmişlerdir. Dinini öğrenmek isteyen insanlar da mensubu oldukları ekolün âlimlerini körü körüne taklit etmeye başlayıp, İslam’ı onların eserlerinden öğrenir olmuşlar ve zamanla başta Kur’an olmak üzere temel kaynaklardan tamamen uzaklaşmışlardır. Devam edecek!

DİNDE SAPMALAR VE KUR’AN’A DÖNÜŞ (2)

Şükrü Delibaş’ın yazdığı, Dinde sapmalar ve Kur’an’a dönüş isimli kitabı tahlil etmeye devam edelim.
Kur’an’ın anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir kitap olarak görülmeye başlanması: Kur’an kendisini, insanların öğüt alması için kolaylaştırılmış (19/97; 54/17, 22, 32, 40) apaçık bir kitap (10/15; 12/1; 17/16; 27/1; 28/2; 36/69) tanıtırken, kutsallığına ve üstün değerine zeval gelmesin diye olsa gerek, tarihi süreçte Kuran önüne gelen herkesin anlayabileceği basit(!) bir kitap olmadığı anlayışı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Böylece Kur’an anlaşılmaz ve ulaşılamaz bir kitap olarak lanse edilmiştir. Kur’an’ı anlama imkânı kalmadığına inandırılan kitleler ile irtibatı önemli ölçüde kesilmiş ve sevap kazanmak maksadıyla şuursuz bir şekilde Kur’an’ın sadece metnini okumaya yönlendirilmiştir.

Dini konularda kitlelere öncülük edecek konumda ki insanlarda, bu duruma karşı çıkacakları yerde Kur’an’ın bu şekilde şuursuzca okunmasını onaylamışlar ve hatta teşvik etmişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak bazı kaynaklarda yer alan bir rivayette, Ahmed b. Hanbel’in rüyada Allah’ı gördüğü ve O’na Kur’an’ı anlamadan okumanın da insana sevap kazandıracağını bildirdiği nakledilmektedir.

Önceleri Kur’an’a hürmet için ihdas edilen uygulamalar, çok geçmeden ihmal edilemez bir dini yükümlülük haline getirildi. Kur’an’ı okuyabilmek için uyulması zorunlu şart ve merasimler ortaya konuldu. Böylece, Kur’an’a abdestsiz dokunulmayacak, şu seviyeden aşağı tutulmayacak, yatılarak okunmayacak; Hayız ve Nifas halinde ki kadınlar Kur’an’ı eline alamazlar ve okuyamazlar merasimlerle Kur’an ablukaya alındı. Delilsiz haram kılmayı yasaklayan birçok ayet olmasına rağmen; İşte bir örnek: “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü, “Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar. (Nahl/116)

Bu merasim ve kurallar ile Kur’an ve bilhassa Yasin ölülere okunmaya başlanmıştır. Öyle ki, Yasin suresinin yetmişinci ayetinde “Kur’an’ın dirileri uyarmak için gönderildiği bildirildiği halde, Bu sureyi ölülerden başka yerde okumak nerde ise yasaklanmıştır. Zammı sure olarak bile okunmamaktadır.

Hadis ve Sünnet anlayışının Kur’an’ı çevreden uzaklaşması. En büyük tahribat Hadis ve Sünnet alanında yapılmıştır. Çünkü bu konuda yapılan tahribat Peygamber adına yapıldığı için kalıcı olmuştur.

Kur’an’a muhalif Hadislere örnek 1)
Örnek 1) Enes b. Malik rivayet etmiş. “Bir adam, “Ey Allah’ın Resulü, babam nerededir” diye sordu. “Cehennem de” buyurdular. Adam gitmek üzere iken geri döndü. Hz. Peygamber: “Muhakkak ki, senin babanda, benim babamda ateşteler” buyurdu. (Müslim/347) Bu Hadisle şu ayet çelişmektedir. “…Biz bir elçi göndermedikçe azap edecek değiliz. (İsra/15)

Örnek 2) Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin, “bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda nelere helal denmişse onları helal biliriz. Nelere Haram demişse onları haram addederiz” diyeceği günler yakındır. Bilin ki, Rasulüllahın haram kıldıkları da tıpkı Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebu Davut, Tirmizi, İbni Mace) Hz. Peygamberi hüküm koymada Allah’a eşit konuma getiren bu hadis, hükmün sadece Allah’a ait olduğunu bildiren şu ayetlere aykırıdır. (5/50; 6/57; 12/40; 18/26; 28/70, 88; 42/10) ve daha birçok ayete taban-tabana zıttır.

Vahyi gayri metluv: Hz. Peygambere Kur’an dışı vahiy geldiği düşüncesi, Kur’an dışında dini kaynaklara zemin hazırlaması, dinde iki başlılığı ve muğlâklığa kapı aralaması nedeniyle, Kur’an’ı anlayıştan çok önemli bir sapmayı ifade etmektedir. Zira bu anlayışa göre Allah’ü Teala’nın Hz. Peygambere bildirdikleri Kur’an’la sınırlı değildir ve Kur’an dışında da Allah’ın insanlara yönelik emir ve yasakları vardır. Böyle olunca Kur’an dinin temel kaynağı olmaktan çıkarılmakta ve kaynaklardan bir kaynak haline getirilmektedir. Oysa Hz. Peygamber Kur’an dışında hiçbir metni yazıya geçirip muhafaza altına almamıştır. Allah’ü Teala’nın Hz. Peygambere indirdikleri Kur’andan ibarettir, bundan başka ilahi kaynak aramak dalaletten başka bir şey değildir.

Allah’ü Teala’ya “Ey Muhammed sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım” şeklinde aslı astarı olmayan sözler isnat edilerek dünyayı Peygamberin hürmetine yarattığı gibi iftiralar atılmasına ve birilerinin Allah adına konuşup, Allah adına hüküm koymasına kapı aralaya “Vahyi gayri metluv” anlayışı bizce safsatadan başka bir şey değildir. Önemine binaen bu kitapla ilgili tahlilimiz devam edecektir.

DİNDE SAPMALAR VE KUR’AN’A DÖNÜŞ (3)

Talilini yaptığım kitabın yazarının yaptığı çarpıcı tespitlerin önemine binaen bu eserle ilgili üçüncü tahlili yazmayı gerekli gördüm.

Kur’an’ın terkedilmiş olarak bırakılması: “Ve Peygamber dedi ki: “Rabbim, gerçekten benim kavmim bu Kur’an’ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.” (Furkan, 30) Gerçektende Kur’an’ı anlaşılmaz bir kitap olarak görenler, Kur’an okumayı bir takım şart ve merasimlere bağlamışlardır. Kur’an, önemli ölçüde ölülere ve ruhlara tahsis edilmiş, belirli gün ve saatlerde sevap için okumanın haricinde Kur’an tamamen terkedilmiştir.

Efdaliyet inancı: Hz Peygamberden sonra Müslümanlar arasında yaşanan siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle sahabenin hangisi, hangisinden daha üstündür tartışması başlamıştır. Ehli Sünnet bu sıralamayı, Hz. Ebu Bekir, Hz. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz Ali diye yaparken; Şiiler ise Hz. Ali’yi ilk sıraya koymuşlardır. Ehli Sünnet ilk dört halifeyi hilafete geçiş sırasına göre değerlendirip Efdaliyet sırasını bir iman esası haline getirerek itikat kitaplarına korken; Şia’da Hz Ali’yi birinci sıraya koymuş ve inanç esası haline getirmiştir.

Hilafetin kureyşiliği inancı: Peygamberin vefatından sonra Halife seçiminde, muhacirlerin “Halife Kureyşten olmalı) sözleri, daha sonraları uydurulan hadislerle Halifenin Kureyşten olması da iman esası haline getirilmiştir. Böylece İslam ile kaldırılan asabiyet fikri, yeniden İslam’a sokulmuştur. “Emaneti ehline verin” (4/58) Kur’an’ı ölçüye rağmen bu inanış Şia’da ki karşılığı ise “İmametin Hz. Peygamberin soyuna ait olduğu” şeklinde anlaşılmıştır. Bu husus Sünni kaynaklarda şöyle değerlendirilir: “İmam, insanların ilim, takva, şecaat ve nesep yönünden en üstünü, en faziletlisi olmalıdır ve Kureyşten olmalıdır. Bu delillerden biride Peygamberimizden rivayet edilen şu hadistir: “İnsanlardan iki kişi kalsa ve biri Kureyşten olsa, İmamet ona düşer.” (Buhar, ve Müsned)

Görüldüğü gibi Beni Saide toplantısında ortaya muhacirlerce atılan masum bir fikir olan, “İmamın Kureyşiliği” meselesi daha sonraları siyasi bir fikir olmaktan çıkmış ve hakkında uydurulan hadislerle itikat haline sokulmuştur.

İslam inancına yerleştirilen İsrailiyat ve Mesihat kaynaklı inanışlar:
Mehdi İnancı: İslam anlayışında yer etmiş bulunan israiliyat ve Hıristiyan kaynaklı inanışların başta gelenlerinden biride Mehdi inancıdır.

İlk olarak zalim iktidarların bunalıp ümit ve teselli arayan Şiiler içinden çıkan Mehdi inancı, daha sonra hakkında üretilen hadislerle diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmiş ve İslam’ın inanç esasları içine dâhil edilmiştir. Bu konuda uydurulan hadislere baktığımızda Şii çıkışlı olduğu hemen anlaşılır. “Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fatma’nın evlatlarındandır.” (Ebu Davut)

İslam’la, İslam inancı ile hiç ilgisi olmayan, Kur’an da yeri olmayan,
İsrailiyat kökenli bu inanış, haberi vahit hükmündeki uydurma hadislerle asırlardır İslam inancı olarak, darda kaldıklarında kurtarıcı ümit olarak İslam ümmetine kabul ettirilmiştir.

Deccal inancı: İslam anlayışına sokulan israiliyat kökenli inanışlardan biride Deccal inanışıdır. Yine mehdi inancı ve benzeri Kur’an dışı inançlar gibi hadis yoluyla İslam anlayışına sokulmuş ve zamanla İslam’ın inanç esasları arasına girmiştir.

Kıyametin büyük alametlerinde kabul edilen Deccal inancı, Hıristiyan iken Müslüman olmuş Temim Ed dar inin rivayeti ile gelmiştir. Deccal’ın geleceği bildirilen uzun bir hadisin sonunda şu bilgiler geçmektedir. “ Bilesiniz O, Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır, doğu tarafındandır. Evet, o doğu tarafından zuhur edecektir. (Müslim, fiten)

Hz. İsa’nın nüzul inanışı: Yine gerçekte İslam’la, Kur’ani anlamda İslam itikadı ile hiç ilgisi olmadığı halde tarih boyunca İslam’a sokulmuş Kur’an dışı bir inançtır. Üretilen ahad hadislerle İslam’a sokulan Mesihat kökenli bir inanıştır.

Hz İsa’nın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği ve Mehdi ile işbirliği yapıp, hak ve adaleti hakım kılacağı bildirilen hadislerden birini de Ebu Hüreyre rivayet eder: “Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim. Meryem oğlu İsa’nın aranıza adil bir Haki olarak ineceği, İstavrozu kırıp, Hınzırı öldüreceği ve Kitap ehlinden cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır. (Buhar, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)

Bu Kur’an dışı inanışlar bazı itikat kitaplarında uzun uzadıya bir film senaryosu gibi anlatılır. Bunlardan birinde kısaca şu bilgiler verilir: “Kıyamet kopacağı zaman Hz. İsa yeryüzüne inecek, Bütün Milletler gerçekten İslam Milleti olarak bir araya gelecek. Hz. İsa gelmeden önce Mehdi, Mekke ve Medine haremlerinde ortaya çıkacak, sonra Kudüs’e gelecek, ondan sonra Deccal gelip onunla birlikte bulunacak; Hz. İsa yeryüzüne inince tuzun suda eridiği gibi, Deccal da eriyip gidecektir. Budan sonra Hz. İsa’da Mehdi ile buluşacak.” (Fıkhı ekber. Aliyyülkari şerhi)

Bunlarla beraber Hızır, Abdal ve Sırat köprüsü gibi inanışlar ile Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığına ilişkin inanış; Toprağın Cumartesi, dağların Pazar, ağaçların pazartesi, Hz. Âdemin ise Cuma günü, gündüz vaktinin en son saati ve en son varlık olarak yaratıldığı yolundaki inanışlar; Güneşin batıdan doğacağı ve başka kıyamet alameti ile ilgili inanışlar ve bulara benzer birçok inanış İslam anlayışlarında yer etmiş bulunan İsrailiyat ve Mesihat kaynaklı inanışlar arasında zikredilebilir.

Not: Buraya kadar zikredilen konularda ve bahsini açmadığımız Recm cezası ile Şefaat meselesi hakkında verilen bilgilerin çoğu bu kitapta mevcuttur. (B. ÇÖL

KİTAB TAHLİLLERİ

Bu konuda yazılar yazmayı çoktan beri düşünüyordum. Niye yazmam gerektiğini şöyle ifade edebilirim.

1- Herkes her kitabı okumayabilir veya bulamaya bilir. Bende istedim ki ulaştığım ve okuduğum kitaplardan okuyanlarda istifade etsin.
2- Yazılan her eserde doğrularda vardır, yanlışlarda vardır. Bunları da her okuyan tespit edemeyebilir. Mesela: bir fıkıh eserini okuyan kişi, doğruyu, yanlışı anlayabilmesi için, fıkhı iyi bilmesi; Eleştirel gözle okuması ve sağlam kaynaklarla karşılaştırması gerekir.
3- Okuduğu kitaplardan doğruyu, yanlışı tespit edene de bunları başkasına duyurmak, “Emri maruf, Nehyi münker” gereği şart olur.
4- Birde insan fıtratının gereği, öğrendiklerini başkasına duyurmak isteğini taşır. Bu önlenemez duygudur. Bunu hepimiz bilerek veya bilmeyerek yaparız.
5- Küçük yaştan beri alışkanlık haline getirdiğim şey, okuduğum kitabın ya özetini çıkarır bir deftere yazarım veya önemli bulduğum satırların altını çizerim. Bazı yerlere soru işareti koyarım ve neyi anlattıklarını kısaca yazarım.

İşte bu saydığım ve sayamadığın nedenlerden dolayı, kitap tahlillerinin faydalı olduğuna inanarak yazmaya başladım. İnşallah bu gayretim hem yazana, hem okuyana manevi menfaatler sağlar. Bu konuda ki yazıma şu an elimde okuduğum en son kitapla başlamak istiyorum.

KUR’AN, IŞIĞINDA TARİKATÇILIĞA BAKIŞ

Ebadı küçük, kapsamı büyük bu kıymetli eseri, İstanbul eski Müftü Yardımcısı Prof. Abdülaziz Bayındır Hoca yazmış. Elimde okuduğum eserin altıncı baskısı.

Mevzusu: Şeyh (Mahmut Efendi) ve Mürit (Cübbeli Ahmet Hoca ve başka Müritlerin) tasavvufi anlayış olarak kullandıklar ve doğrudur diye iddia ettikleri Ölüden yardım isteme, Vesile, Evliyanın yardımı, Yüzü suyu hürmetine dua, Şefaat, Rabıta ve daha birçok konularda Bayındır Hoca Kur’an-ı Kerimden gösterdiği delillerle cevaplar vermiş, Şeyhin ve Müritlerinin iddialarını çürütmüştür.

Kısa-kısa örnekler:
1- Mürit, “Ölüden yardım isteme konusunda “İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabirlerde ki ölülerden yardım isteyin” diye bir sözü Hadis diye delil göstermiş. Bayındır Hoca, Hadis diye zikredilen sözün Acluni nin yazdığı Keşfül Hafa isimli kitapta uydurma bir söz olduğunu, Hadis olmadığını zikrettikten sonra Müridin iddialarını Ayetlerle çürütmüştür.

2- Tevessül ve Şeyh’a tevbe hususunda Şeyh Efendi bir Hadise dayanarak geçerli olduğunu iddia ediyor. Bayındır Hoca, İslam da Hıristiyanlık ta ki günah çıkarma olmadığını; Vesilenin de İbadetler olabileceğini, kişilerin Allah ile kul arasına vesile olarak giremeyeceğini yine ayetlerle ispat ediyor.

3- Evliyanın kim olduğu ve Evliyanın yardımı hususunda Şeyh Efendi yine iddialarda bulunuyor. Bayındır Hoca, her Müminin Evliya olduğunu ayetle örneklendirerek ister diri, ister ölü Evliyadan yardım istenilmeyeceğini; Bu hususta Allah’tan başkasından yardım istemeyeceğimizi fatiha suresinde günde kırk defa dile getirdiğimizi bildirerek cevaplıyor.

4- Mürit, Şeyhin Himmetini gördüğünü söylüyor; Bayındır Hoca şu ayetle cevaplıyor: “De ki: Allah-a yakın saydıklarınızı çağırın; sıkıntınızı ne gidermeye güçleri yeter ne de sizden uzaklaştırmaya. (İsra, 56)

5- “Yüzleri suyu hürmetine” duayı savunan Müride, Bayındır Hoca “Bu tür dualar Süleyman Çelebinin Mevlidinde olduğu gibi sonradan ortaya çıkmıştır diyor ve şu ayeti yazıyor. “Rabbinize için-için yalvararak gizlice dua edin. O, taşkınlık edenleri sevmez.” (Araf, 55)

6- Mürit, Rical’ül gayb, Evtad, Kutup, Gavs’ın varlığından ve kâinatta tasarruf yetkisinin olduğundan bahsediyor. Bayındır Hoca bu konuda bir deliliniz var mı diye soruyor. Mürit bir kısım varsayımlardan bahsediyor, Bayındır Hoca böyle tasarruf yetkisinin Peygamberlerde bile olmadığını şu ayetle ispatlıyor: “De ki benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de olgunlaştırmaya. De ki Allahın azabından kimse kurtaramaz. Ben ondan başka bir sığınakta bulamam. Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gönderdiklerini tebliğdir o kadar. (Cin 21,23)

7- Bayındır Hoca, yine Şeyh ve Müritlerin Keşf, keramet, Sezgi, İlham, Rabıta, İbadet, Allah’ın gözükmesi ve daha birçok konuda ki yanlış anlayışlarını ayetlerden deliller getirerek çürütüyor ve doyurucu cevaplar veriyor.

Buraya kadar sayılan ve yazılamayan konular gösteriyor ki, İslam-ı en iyi yaşadıklarını iddia eden tasavvuf erbabı tarafından itikat ve ameli yönden büyük tahrifat yapılmıştır. Bu bozulmaları düzeltmek İlahi bir emirdir. “Sizden önceki dönemlerde birikimi olanlar o yerdeki bozulmaya karşı çıksalardı olmaz mıydı? Kendilerini kurtardığımız az kimse dışında bunu yapan olmadı. Yanlış yapanlar, şımartıldıkları şeyin arkasını bırakmadı ve günahkârlar haline geldiler. Yoksa senin Rabbin bozulmaya karşı koyan bir halkı varken zalimlik edip şehirleri yok edecek değildir. (Hud, 116–117)

Bu değerli eserin yazarı şu cümlelerle bitiriyor kitabını: “Bakın bir nefes alacak kadar ömrümün kaldığını bilsem, o bir nefesi bu gibi yanlışları düzeltmek için harcamak isterim. Hurafe sigara gibidir. Ona alışan kötülüğünü bilir ama vazgeçemez. Kurandan uzaklaşma bu tür âlimleri hurafe tiryakisi haline getirmiş ve onları Kur’an-a temelden aykırı şeyleri normalmiş gibi görmelerine sebep olmuştur.

EFENDİ–2
Kitap tahlillerinin bu bölümünde, Ergenekon’un on sekizinci dalgasından içeri alınan meşhur gazeteci ve yazar Soner Yalçın’ın, çok okunan kitabı “Efendi–2” yi tahlil etmek istiyorum.

Bu kitabı okuyalı iki sene oldu. Gazeteciliğin tartışıldığı, neyin gazetecilik, neyin gazetecilik olmadığının konuşulduğu şu günlerde, Soner Yalçın’ın kitabını incelemek, oradan bilgiler aktarmak isabetli olacak sanırım.

Soner Yalçın, Efendi kitabında bir şahsın ismini ortaya koyarak, onun ırki bağlantılarını, inancını, tarikatını, siyasetini ve diğer insanlarla münasebetini anlatarak o, kişinin toplumda bilinmeyen yönlerini açığa çıkarıyor. Bizde aynı üslup ile tahlilimize devam edelim.

Harun Hoca: Doktor Nazım’ın kızı Tülin hanımın Şeyhidir. Harun Hoca 28 Haziran 1993 vefat etti. Harun Hocaya bağlananların çoğunluğu Sabetayistti. Bu bilgileri veren kişiye “sen Sabetayist’mi sin, yoksa Müslüman’mı sın,” diye sordum. “Allah’a inanıyorum” diye cevapladı. Gazzeli Nathan’a göre Sabatay Sevi Tanrıydı. Harun Hoca Yahudi’ydi, asıl ismi Aaron Kandiyoti idi.

Harun Hocayı tanımaya devam eldim: Fotoğraflarına bakınca biraz şaşırdım. Harun Hoca öyle bildik şeyhlere benzemiyordu! Eşiyle birlikte kiraz ağacının altındaki çekilmiş fotoğrafında fötr şapkalı, eşinin ise saçları açıktı. Zaten eşi Anna, müritlerinin bildiği isimle “Handan Anne” hiç Müslüman olmamış, hep Yahudi inancını korumuştu.

Aaron Kandiyoti, 1931 yılında Çanakkale’nin Lâpseki ilçesinde doğdu. Ona Hz. Musa’nın kardeşinin ismini koydular: Aaron Ailesi Kandiyotiler, 1492 de İspanyadan Osmanlıya sığınan seferat Yahudilerindendi. Aaron henüz üç yaşında iken annesini kaybetti. Ölene kadar annesini ve küçük yaşta kendine kol kanat geren Yakup Babayı hiç unutmadı.

Kabala: Kabala, milattan önce ikinci yüzyılda ortaya çıktı, ama altın çağı on üçüncü asır oldu. Gelişip çoğaldığı yer ise İslam egemenliğinde ki Endülüs idi ve baş kitabı Zohar’dı. Kabalacılar Mesih fikrine inanıyor, Tavşan ve pulsuz balık yemiyor, musikiyi seviyorlardı.

Sabatay sevi’nin kutsal kitabı doğal olarak Zohar’dı. Zohar, Türkçe ışık demekti ve Türkiye’de ki ışık liseleri ismini buradan almıştı Kabalaya göre, dinin bir içi birde dışı vardı; gerekli olan dışı değil içiydi. Ne var ki onu herkes anlayamaz, ancak yetişmiş olanlar, hak edenler bilirdi. Buna göre, “Tanrı insanın, insanda Tanrını içindeydi.”

Kabalanı kitabını yazan Yahudi Moşe Şem-Tov ile Vahdeti Vücut fikrinin kitabını yazan Muhiddin’i Arabî Endülüs’lü iki hemşeri olup hemen-hemen aynı dönemde yaşamışlardır.

Orhan Hançerlioğlu’na göre Kabala, Bizdeki Vahdeti Vücudun benzeriydi. “Tanrı Evrenin bütünüdür, tekdir. Var olan her şey Tanrının parçasıdır.” Bu kanaati taşıyanlara Panteist deniliyor. İşte bu Panteist düşünceye inanan Kabalacı ve Vahdeti Vücutçu görüşe göre Kur’an’da 19 mucizesine kabullenen Edip Yüksel kıyamet gününün 2228 de olacağını açıklamıştı.

Said’i Nursi ve cemaatinin inandığı ve dışarıya sızdırmadığı cifir ilmine göre hesaplayıp Menderes’in öleceği tarihi; 1980–1990 arası Mehdinin çıkacağını ve zafer kazanıp 2001 İslam’ın yeryüzüne hâkim olacağını bu cemaat mensupları iddia etmişti. Onlara göre kıyametin kopacağı tarih ise 2056 idi.

İslam’ı çağın ve aklın bilimsel verilerine göre yorumlamaya çalışan tasavvuf bilginleri ne diyordu: “Yaratılış diye bir şey yoktur, varlık birliği vardır. Varlık evrende ne varsa, canlı cansız tümünde belirmektedir. Ne başlangıç vardır, ne son; var olan varlığın belirtileridir. İnsanda, hayvanda, bitkide, okyanusta aynı varlığın çeşitli şekildeki görüntüleridir. Hiç bir şeyin kendine özgü varlığı yoktur.

Yakup Baba: Uşşaki tarikatına bağlı bir sofiydi. Oda, bir Yahudi dönmesiydi. Uşşak iler: Buharalı tüccar Hacı Tebrek’in oğlu H. Hüsamettin ticaret yaparken, “gönül gözü açılmış” ve Anadolu’ya gelerek Uşak’taki şeyh Ahmet Semerkandiye bağlandı, şeyhi vefat edince onun postuna oturdu. Kübreviyye, Nurbaşiyye ile Halvetiliği birleştirip Uşşakiliği kurdu.

Daha sonra bu tarikatın başına Hüseyin Hüsnü Efendi geçti. İşte Aaron Kandiyoti’nin ileride bağlanacağı Yakup Baba, Hüseyin Hüsnü Efendinin müridi idi. Uşşakilerin “Fettah fettah ya fettah” diye “hu” çekmesi küçük Aaron’un ilgisini çekiyordu.

Cümle sırlar açılsın, Arştan nurlar saçılsın
Biganeler kaçılsın. Fettah fettah ya fettah.

Lâpseki’deki Yahudilere Türkler saldırınca onlarda İstanbul’a göçtü, tabi onlarla beraber Aaron Kandiyoti de geldi, İstanbul’da Arusi şeyhi Aziz Çınar Efendiye intisap etti.

Arusilik: Ekol olarak olarak Nakşibendîlik ile Kadiriliğin iç içe geçmiş hali olarak tanımlanıyor. Yani gizli ve açık zikri kabul etmiş, müzik aletlerinin kullanılmasına müsaade edilmişti. Arusilik, Afrika da doğan Sünni Şazeliye tarikatının bir koluydu. Onu İstanbul’a getiren Konsolosun (Şehbender) oğlu Filipeli Ahmet olmuştu.
Devam edecek.

KİTAP TAHLİLLERİ
EFENDİ (2)II

Filipe’li Ahmet Hilmi: Rus Müsteşrik Dozi’nin yazdığı İslam tarihine, kendi yazdığı İslam tarihi ile cevap veren, diğer adıyla Şehbender Zade Filipe’li Ahmet yakın tarihimizin en parlak simalarından biridir. Şimdi Soner yalçının anlatımıyla “Efendi 2” den Filipe’li Ahmet’i tanıyalım.

Galatasaray Sultanisi’ni bitirip Düyunu Umumiye memuru olarak Beyrut’a gitti.
Abdülhamit muhalifleri ile ilişki kurdu. Onların etkisi ile gizlice geçtiği Mısır’da Terakki-i Osmanî cemiyetine girdi.
Çaylak adlı mizah dergisini çıkardı. İstanbul’a döndüğünde tutuklandı ve Fizan’a sürüldü.
Sürgünün etkisiyle tasavvufa yöneldi ve Arusi tarikatına girdi. O, tarihlerde Arusi tarikatı da, Sultan II. Abdülhamit’e karşı isyan bayrağını açmıştı.
Filipe’li, ikinci Meşrutiyetten sonra İstanbul’a döndü. İttihadı İslam adlı bir gazete çıkardı. Darülfünunda felsefe dersleri vermeye başladı.
İslam’ı dünyada Türklerin yücelttiğine inanıyordu.
Dönemin aydınları arasında rağbet gören pozitivizme ve materyalizme eleştiriler getirdi. Felsefi düşüncesinin temeli tasavvufa ve Vahdeti Vücuda dayanıyordu.

Filipe’ Ahmet, Siyonizm ve Masonluk hakkında ilk defa yazı yazan oldu.
Hikmet-i Ceride’i İslamiye” adıyla çıkardığı haftalık gazetesinde “Şeyh Muhiddin Arusi”, “Coşkun Kalender”, “Kalender Geda” gibi müstear ismiyle makaleler yazdı.
1911 de Bursa ve Kastamonu’ya sürüldü. İttihatçıların 1912 de iktidardan uzaklaşması ile yeniden İstanbul’a döndü ve “Hikmeti” yine çıkarmaya başladı.
Filipe’li, II. Abdülhamit’in Arap Şeyhlerinin desteklediği Panistlamist düşüncelerini gericilik olarak kabul ediyor, modernist bir İslam birliği düşüncesini savunuyordu. Kendini bu düşünceye vakfeden Filipe’li Ahmet Hilmi, 30 Ekim 1914 de bakır zehirlenmesinden vefat etti. Yandaşlarına göre ise, fikirleri ve yazıları yüzünden Masonlarca öldürüldü.

Annesi Fransız bir şeyh: Ömer Fevzi Mardin. Arusiliğin yeni şeyhi, Filipe’li Ahmet gibi Yahudilikle, siyonizimle uğraşmadı. Yazdığı Kur’an şerhi kitabında, Yahudilikle ilgili şu cümleler var: “Allah filan kavme tenkitte bulunmuş diye onlara karşı aynı lisanı kullanmak kimsenin haddi değildir.
Ömer Fevzi Mardin kimdir? Arusi şeyhi Ömer Fevzinin dedesi Yusuf Sıtkı Efendi (ö.1903) din âlimidir. Gazalinin İhyasını açıklamalı çevirdiği için II. Abdülhamit tarafından Bitlis’e sürülmüş. Babası ise, Muhammet Arif Mardin, annesi Paşa kızı Leyla hanım, onun annesi de Fransız Susan Jeanne imiş. İşte bu ikiliden doğan Ömer Fevzi Arusi şeyhliğine geçti. Annesi Leyla Hanım, Osmanlıda yabancı dille Roman yazan ilk Romancımız oldu.

Ömer Fevzi Efendinin özellikleri:
Bahriye Binbaşısı iken askerliği bıraktı, şeyhinden icazet aldı, Halife oldu.
Evini dergâh yaptı, odasının eşyası kitaptı. Kolsuz Frank gömleği giyer, kravat takardı. Toplantılarında Kur’an-ı kerim Türkçe okunuyordu.
1942’de Kadıköy’de “İlahiyat kültür” derneğini kurdu. Derneğin amacı “dinler arası diyalog’tu. Ahmet Emin Yalman vasıtasıyla “Evagelist Rahip Buçhman’la tanıştı.
Hıristiyanların açtığı kursa katılan Ömer Fevzi, Türkiye’ye dönünce Mehmetçiğin Kore’ye gönderilmesini savunan bir kitap yazdı.
Savaştan sonra, Ömer Fevzinin arkadaşı olan Rahip Buçhman, Koreli Sun Mung’la beraber dinleri birleştirdik diye Moon tarikatını kurdular.

Türkiye’de İslam’a müsaade çıkmıştı ama sadece kominizimle mücadele etmek şartıyla.
Fahrettin Kerim Gökay’ın asistanı Sabetayist Mazhar Umsan Aydınlar Ocağını kurdu.

Ömer Fevzi Mardin müritlerini Amerikan hayranı yapmak için neler söylemiyordu ki; Güya ABD Başkanı Roosevelt, Şeyh Küçük Hüseyin Efendinin dervişi Washington Büyükelçisi Münir Ertegün vasıtasıyla gizlice Müslüman olmuştu! Zaten küçük Hüseyin Efendinin Müridi olduğu için Roosevelt elli beş santimden ateş edildiği halde vurulmamıştı.

Özbekler tekkesi şeyhi Ata Efendi “İlliminate” adlı gizli örgüte üye idi ve 33. dereceden Mason’du.

Ömer Fevzi Efendi, Roosevelt’in gizli Müslümanlığını söylemekle kalmıyordu. Ona göre, Alman imparatoru II. Wilhelm Hacı idi.
Adolf Hitler’in gerçek adı “Haydar”, Mussolinin ki “Musa Nili” idi
İngiliz Başbakanı Tony Blair Kur’an-ı kerimi üç defa hatmetmişti. (Sabah gazetesi 11 Mart 2000.)
Şeyh Nazım Kıprısi’ye göre ise, Prens Charles gizlice sünnet olmuş bir Müslüman’dı.

Arjantin’in unutulmaz lideri Eva Peron öldüğünde gıyabi cenaze namazını kıldıran Şeyh Ömer Fevzi Mardin’in ev sohbetlerine nedense okumuş yazmış münevverler katılıyordu.

Şeyh Ömer Fevzi’nin münevver müridi Prof. Süheyl Ünver: 1898 de İstanbul’da doğdu. 1921 yılına kadar annesinin korkusuyla tekkelere gidemedi. Annesi, “tekkelere gidersen evlatlıktan reddederim” diyordu. Doktor olduktan sonra Yenikapı Mevlevi hanesi’ne gitmeye başladı.
Süheyl Ünver ile Köprülünün arası, Mevlana’nın Türk olup-olmadığını tartışmalarından dolayı araları açıldı.
Müslümanlığını şöyle açıklıyordu: Dünyada ender olan Türk-Müslüman’ım. Sadece Müslüman değil Laik’im. Yalnız ruhum Müslüman, dışım modern, sünepe değil. Dinimiz Laik dünya dinidir. Mademki geri gelen yoktur, bilmediğimiz ahiret hayatı da hayatımızda geçecektir. Cennet ve cehennem hepsi buradadır. (a.g.e, s.502)
Mustafa Kemal hakkında: “Ben Milli mücadelenin İlahı olduğuna inanıyorum.”
Hayatı boyunca Pozitif bilimlerle tasavvufu uzlaştırmaya çalışan Süheyl Ünver Masondu. Devam edecek.

EFENDİ–2 III

Mehmet Ali Ayni: (1869–1945)
Manastırda doğdu, Selanik’te büyüdü, İstanbul’da okudu. Mülkiyeden mezun oldu. Osmanlı da Öğretmenlik, Müdürlük ve Valilik yaptı.
Cumhuriyet döneminde, Türk tarih tezi çalışmasına katıldı. İlahiyat fakültelerinde tasavvuf okuttu.
Tasavvuf, Milliyetçilik, Demokrasi, Felsefe tarihi üzerine yirmiyi aşkın kitap yazdı. Vahdeti vücut felsefesinin piri sayılan muhittin Arabî’nin “İbn Arabî’yi niçin severim?” isimli kitabı yazdı. Vahdeti vücut felsefesini öne çıkararak, İslam düşüncesi ile modern felsefe arasında ilişkiler aradı.

İnsan yeryüzüne ne zaman çıkmıştır? Bu soruya Yahudi âlimler “ 7 bin sene” diye cevap veriyorlar. Şeyhi Ekber bu konuyu Jeoloji mühendislerini doğru kabul ettirecek şekilde şöyle cevaplıyor: “Şeyhimiz bir gün Kâbe’de tavaf yaparken şekli ve kıyafeti yabancı olan birini görüyor ve kim olduğunu soruyor.
Yabancı: “Ben senin büyük atalarındanım” diyor.
Şeyh: “Hangi asırda yaşamıştınız?”
Yabancı: “Kırk bin sene önce vefat etmiştim.”
Şeyh: “Kitaplar insanın babası Âdem’in 6 bin sene önce yaratıldığını haber veriyorlar.”
Yabancı: “Sen hangi Âdem’den bahsediyorsun? Bil ki, insanların babası olan Âdem’den önce daha yüz bin Âdem geçmiştir. Ayni, şeyhi Ekberi niçin severim? S. 47–53)

Bu görüşlerin sahibi olan kişi daha sonra yazdığı Milliyetçilik (1944) adlı eserinde bu gerici düşüncelere kin ve nefretle bakıyordu. Yeni fikirlerinde Halifeliğin kaldırılmasını, Laikliği, yeni medeni kanunu, Ankara’nın başkent olmasını, Osmanlı nişan ve rütbelerinin kaldırılmasını, Türk Milliyetçiliğini ve Latin alfabeyi savunuyordu. Ve kitaplarını Atatürk’e ithaf ediyordu.

Prof. İsmail Hakkı İzmirli (1869–1946)
İzmir’de doğdu. Babası İzmirli Yüzbaşı Hasan Efendi, annesi Giritli Hafıza hanım idi. Rüştiye’yi bitirdikten sonra Farsça öğretmenliği yaparken Şaziliye tarikatından icazet aldı. Daha sonra öğretmenlik yaptı, Sıratı Müstakim ve Sebilürrreşat’ta Makaleler yazdı. İstanbul Edebiyat fakültesinde felsefe dersleri verdi. Ordinaryüs profesörlüğe yükseldi. Birçok kitap yazdı. Rejimin güvenini kazanan İzmirlinin jübilesi CHP’nin kontrolünde ki Kadıköy Halkevinde yapıldı.

Fransızca. Rusça, Rumca, Arapça, Farsça ve Latince biliyordu.
İlmi mantık, Arap felsefesi, Felsefe dersleri, Yahudilik-Hıristiyanlık, Müslümanlık, Arap Filozofu El Kindi, Müslüman Türk Filozofları, Meani Kur’an ve Tahlil-i Kur’an gibi elliye yakın kitap yazdı.

Mukayese kitabında İhvanüssafa ile Darvinizim, Kınalı zade ile Descartes arasında fikir akrabalığı görüyordu.
Vahdet-i Vücut’un Yunan ve Hint mistiklerinden alınarak bazı mutasavvıflarca din boyası ile boyandığını ileri sürdü. (Bu konuda bizim kanaatimiz de aynıdır.)

Enis Behiç Koryürek (1892–1949):
İstanbul’da doğdu, Mülkiyeyi bitirdi. Osmanlıcaya hep karşı çıktı, Türkçüydü. Kurtuluş savaşını destekledi. Mustafa Kemal’e hayrandı.
Ey sen ki alev saçlı küheylanıyla
Kurtardığın vatanda en yüce şehsüvarsın.
Çeşitli şiirlerini Erol Sayan besteledi:
Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses
Ve içimde bir nefes olarak kalacaksın.

Bükreş ve Budapeşte’de çalışma bakanlığı Müsteşarı olarak kaldı. Misafir olduğu bir evde “reenkarnasyon’la” tanıştı, ruh çağırmayı öğrendi. Trabzonlu çedikçi Süleyman Çelebi’nin ruhundan ilhamlar aldığını söyledi. Vahiy yoluyla yazdığını söylediği şiirlerini bir kitapta topladı.
Ey güzel Mesih Yahudileri aşkına yandır,
İslam birliği doğrultusunda herkesi birleştir.

Mon tarikatını kuran Evangelist Rahip Dr. Buchman’nın görüşlerine uygun sözler söylüyordu. Bu sebeple olsa gerek, Şeyh Ömer Fevzi Mardin, Enis Behiç’i yüksek mertebelere çıkarıyordu.

“Bu sene “Varidatı Süleyman” isimli bir kitap basıldı. Kitabın içeriği eşsiz ve benzersiz idi. Çükü bu içerik, ölümlü bir insanın sesi ile ortaya çıkmış Allah sözleriydi! Bu sözleri Enis Beyin içine girerek Allah’tan başkası söylemiş olamaz. Söyleyen Enis beyin sesi, kullanan “Ruhülkudüstür” yani Allah’ın “Zat” nurudur. Peygamberler devrinden sonra Cebrail gelmiş değildi. Bu kez Mucize Enis Beyde gerçekleşiyor. Bu kitap sanki kutsal kitapların bir özetidir. (Mardin Varidat-ı Süleyman şerhi)

Şeyh Ömer Fevzi Mardin’in sözlerini nasıl değerlendirmek lazım? Şeyh Cüneydi Bağdadi diyor ki: Allah’ın velileri ile delileri arasında soğan zarı kadar mesafe vardır. (Doğru söze ne denir?)

Ömer Fevzi Mardin’nin diğer bir müridi de DSP Eskişehir Milletvekili Mail Büyükarman’dı. Büyükarman “Birinci otuz” isimli kitabında, İncil, Zebur, Tevrat ve Kur’an-ın ortak yönlerini incelemiş, “bu bilgileri bana şeyhim Ömer Fevzi öğretti” demişti.

“Tahlilini yaptığım bu kitapta da, ben eserin özetini çıkarıyorum. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bulmayı okuyuculara bırakıyorum. Umarım bu yazılanlar yakın tarihimizde ki tasavvuf ve tarikat erkânını tanımada bizlere yardımcı olur.” (B. ÇÖL)

YAHUDİ GARİHLERİN NAKŞİBENDÎ ŞEYHİ
KÜÇÜK HÜSEYİN EFENDİ!

Tahlilini yapmaya devam ettiğim, Soner Yalçın’ın meşhur eseri Efendi 2- de ki yakın tarihimizin önemli şahsiyetlerini yazmaya devam ediyorum.

Ankara’nın Arslan Bey mahallesinde 1832 de doğdu. İstanbul’da Mevlevi bir ustanın yanında çıraklığa başladı. Boyunun 120 santim olması nedeniyle “Küçük” ismiyle çağrıldı.

Nakşibendî şeyhi Hacı Feyzullah Efendiye bağlandı. Şeyhi siyasi faaliyetlerinden dolayı Midiliye sürüldü. Dağıstanlı Hacı Musa ve “Dönme” Cevdet Efendiden dersler aldı. 1876 da şeyhinin ölümünün ardından Mehmet Nuri Efendiye bağlandı. Sekiz senede üç defa “Erbaın” çıkararak dizlerinin derisi soyulacak hale geldi.

Sonra on sekiz sene şeyh Visali Efendinin hizmetinde bulundu. 1902 yılında Şeyhinin ölümü ile yetmiş altı yaşında Şeyhliğe atandı. Çok talebesi olan Küçük Hüseyin Efendi yirmi üç Halife yetiştirerek 1930 da vefat etti.

Küçük Hüseyin Efendiyi tüm Türkiye’ye tanıtan olay: Türkiye’nin önde gelen Yahudi iş adamlarından Üzeyir Garih 2001 de “Şabatta” Cumartesi günü Küçük Hüseyin Efendinin mezarı başında on bir bıçak darbesiyle öldürdü.

Herkes aynı soruyu soruyordu: Yahudi bir iş adamı, kutsal günlerinde, bir Nakşî Şeyhinin mezarı başında ne arıyordu? Sonra anlaşıldı ki, Üzeyir Bey, Küçük Hüseyin Efendiyi şeyh kabul etmiş, mezarını onarmış, resmini kasasında saklıyor ve her Cumartesi orayı ziyaret ediyordu.

Bazı iddialara göre Üzeyir Bey ve Ailesi gizli Müslüman idi. Bir başka iddiaya göre ise, Şeyh Küçük Hüseyin Efendi Yahudi dönmesiydi.

Küçük Hüseyin Efendinin İslam-i kesimin dışında ki bazı kişilerle bağlantıları ve yaşayışı şüphe uyandırıyordu. O, günün şartları icabı birçok Şeyh’e baskı yapılırken, takibat yapılıp, tutuklanırken, Ona, dokunulmaması dikkat çekiciydi.

Maraşal Fevzi Çakmak’ta “Beni Şeyhimin yanına gömün” diyerek Küçük Hüseyin Efendinin yanına yatmıştı. Acaba Şeyh Hüseyin Efendi ve müridi Fevzi Çakmak’ta birer Mason muydu? (H. Karakaya, Akit)

Nakşıbendiyenin Halidiye Ekolü: Gümüşhanevi tekkesinin kurucusu Şeyh Ahmet Ziyaeddin Efendi, (1813–1893) Gümüşhaneli bir tüccarın oğlu idi. Kürt Hoca diye tanınan Nakşibendî şeyhi Abdurrahman Harputiye öğrenci oldu ve ondan icazet alarak Müderris oldu. Altmış iki yaşında evlenen şeyh Ahmet Ziyaeddin seksen yaşında vefat etti. Tam 116 Halife yetiştirdi.

Mevlana Halidi’den dolayı “Halidiye” olarak tanınan bu tarikat kuzey Irak2ta ki Süleymaniye’de kökleşmiş Basra, Kerkük, Erbil, Diyarbakır, Cizre, Mardin ve Urfa da ki kürt nüfus içinde hızla yayıldı.

Şeyh Halit Bağdadı, 1776 Süleymaniye’ de doğdu. Hindistanlı bir dervişin önerisi ile Hindistan’a gidip Nakşibendî şeyhi Abdullah Dihlevi’den el aldı. Süleymaniye’ye onun şeyhi olarak döndü, Ancak, başta Kadiriler olmak üzere şeyhler tarafından Valiye şikâyet edildi. Süleymaniye’de ki şeyh, Maruf Berzenci onu, sahtekâr, sapık ve Yogi olmakla suçladı.

Halidiye, Şam, Bağdat, Kudüs ve Güneydoğu Anadolu da yayıldı. İki temel inancı vardı, biri Şeriat, ikincisi gizli zikir idi. Başta kuzey ırak olmak üzere birçok yerde kurduğu medreselerde kürtçe eğitim veriyordu. 1826 da Şam’da vefat eden Halidi Bağdadinin kendi döneminde atadığı altmış yedi halifesinden otuz üçünün kürt kökenli olduğu belirtiliyor. Halidi Bağdadi, “Müslümanların birliğini ancak Osmanlı sağlayabilir” diyor ve Osmanlı ile iyi geçiniyordu.

Halidi ve Gümüşhanevi kolunun son şeyhlerinden Abdülaziz Bekine 1895–1952) Beyazıt Medresesine gitmeye başladı. Orada Küçük Hüseyin Efendiyle tanıştı, sonra Mustafa Fevzi Efendiye intisap etti. Şeyhi vefat edince dergâhın Postnişini oldu. Kadınların Çarşaf yerine Manto giyebileceğini söyleyen Osmanlı döneminin ilk Nakşî şeyhiydi.

Kendisinden sonra dergâhın başına Mehmet Zahit Kotku’yu (1897) bıraktı. Kafkas göçmeni bir ailenin çocuğu olan Kotku, Bursa’da doğdu. Şeyhi Abdülaziz Bekkine’nin ölümü ile (1952) dergâhın başına geçti. Bir dönemin siyasileri Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Recai Kutan, Kahraman Emmioğlu, Temel Karamollaoğlu hep onun öğrencisi oldular.

Üzeyir Garih ile Erbakan niye dosttular: Üzeyir Garih’in babası Küçük Hüseyin Efendiden sonra Abdülaziz Bekkine’ye bağlanmıştı. Üzeyir Garih cebinde hep Cevşen taşıyordu. Necmettin Erbakan ile Üzeyir Garih’in ilişkisi hep sürdü. Babasının ölümü ile Üzeyir Garih’in yanındaki asistanlığı son buldu, özel sektöre geçti. Yirmi üç yaşında Mason oldu.

Üzeyir Garih’in adı, Nakşibendî şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin damadının kurduğu İhlâs Holdingin sahip olduğu TGRT’nin gizli ortağı olarak geçti. Üzeyir Garih’in dostları arasında Fethüllah Gülen’de vardı. Fethüllah Hoca, Garih’i her fırsatta ofisinde ziyaret ediyor, Amber tespih, ipek halı hediye ediyordu. Sarih’te Gülen’e tarihi kandil, hat eserleri veriyordu. Bu ilişki Gülen Amerika’ya gidene kadar sürdü.

FÜSUS’UL-HİKEM

Birkaç aydır okumuş olduğum kitapların tahlillerini yaparak anladıklarımı, doğruları yanlışları, bilinmesi gerekenleri, faydalı bilgileri okuyucularıma ulaştırmaya çalışıyorum. Bu sayede okuduklarımı yeniden hatırlıyor, bilgilerimi pekiştiriyorum. Diğer taraftan bu kitapları okumamış olanlara da bir nevi özet sunarak sanki O, kitabı okumuş gibi bilgilenmesine yardımcı oluyorum.

Sırada tahlili zor, hatta anlaşılması daha zor olan bir kitap var. M. Arabi’nin meşhur eseri Füsusul Hikem’den bahsediyorum. Füsus’a, yazıldığı günden beri en çok tartışılan, başka dillere en çok tercüme edilen, en çok şerhi yapılan ve en çok kafa karıştıran kitap denilebilir.

Füsus’ül Hikem’i birinci olarak Milli Eğitim yayınlarından çıkan bir şerhten okudum. İkinci olarak “Bosnevi”nin Osmanlıca olarak basılmış şerhinden okudum. Üçüncü olarak ta Mısır’lı bir yazar olan Ebül Ala Afifi’nin 1940 lar da yazmış olduğu “Füsusu’l-Hikem okumaları için anahtar” isimli eserini okudum.

İlk okuduğum iki kitaptan bazı bölümleri birilerine anlattığım zaman kimse bana inanmadı. Kimisi dedi ki, “sen anlamamışsın” veya “M. Arabî, öyle bir şey yazmaz, O, cümleleri kitabına sonradan ilave etmişlerdir” dediler.

Bu sefer okuduğum kitabın yazarı, Füsusu’l-Hikem hakkında tam otuz beş sene araştırma yapmış, batıda, doğuda yapılmış bütün şerhleri okumuş; M. Arabî’nin fikirlerini ne tamamen kabullenmiş, ne de reddetmiş ve tarafsız bir şekilde bir şerh yapmış. İşte bu eserden istifade ederek Füsusu’n tahlilini yapacağım İnşallah.

BULUNTU CÖNK

BULUNTU CÖNK

ŞİİR HAZİNESİ

BİSMİLLAH’İR RAHMAN’İR RAHİM

Okumayı, okuduğunu anlamayı ve bunları başkalarına ulaştırmayı nasip Rabbime Hamd-ü Senalar olsun. Salât ve Selam ilmin menbağı Fahri kâinat Efendimizin ruhuna olsun.

(*) CÖNK ve içeriği hakkında genel bilgi:

Daha çok sözlü Halk Edebiyatının örneklerinin yazıldığı, eni dar, uzunlamasına açılan Osmanlıca el yazması defterlerdir. İnce uzun oldukları için, halk arasında sığırdili, danadili diye de adlandırılır. Cönklerin içine halk âşıklarının, Divan ve Tekke Edebiyatı şairlerinin şiirleri, dualar, büyücülük notları, anomin Türkü, mani ve İlahiler yazılır. Genellikle kimin tarafından yazıldığı belli olmayan Cönklerin yazıları da çok zor okunurmuş. Bizim Cönkümüz çok güzel yazı yazan usta bir kalemden çıkmış. Cönklerde standart ölçü 6×10 veya 15×22 cm. olup hacimleri de 50–700 yaprak arasında değişirmiş. Cönkler, önemli bir antoloji niteliği taşır.

Cönk-ün yazarı yüz üçüncü sahifeye bir tarih atarak defterin ne zaman yazıldığı hakkında bize bilgi vermiştir. Defterin yazılışı Hicri 1328 tarihi olarak görünüyor. Şu anda hicri 1431 tarihini yaşadığımıza göre, defterimizin bundan yüz sene evvel yazıldığı anlaşılıyor.

Osmanlıcadan Türkçeye çevirdiğimiz Cönk’ümüzün özellikleri ise şöyledir: 13×20 ebadında, 100 yapraktan oluşan Cönk’te kırk beş ayrı şairin uzunlu, kısalı yüz yetmiş tane şiir vardır. Divan ve tekke Edebiyatımızın Gazel, Kaside, İlahi çeşitleri olduğu gibi; yine Halk Edebiyatımızın hece vezniyle yazılmış güzel örnekleri vardır. Defterin sahibi hemen birinci sahifesinde Şattariye Tarikatı, Şeyhi Erzurumlu Ali Rıza Efendi diye tanıtıyor. Çok aramama rağmen Ali Rıza Efendi hakkında şiirlerinde verdiği bilgiden fazlasına ulaşamadım. Ancak Cönk’te birkaç tane şiiri olan Hazmi babanın hayatı hakkında bilgi ararken halen yaşamakta olan Tekirdağ’lı bir Şeyh Efendiye ulaştım. Tekirdağ-lı Şeyh Efendinin Silsilesine bakınca gördüm ki, Şeyhimizin dördüncü şeyhi Cönk-ün yazarı Ali Rıza Efendidir.

Cönkümüz de İslam Tarikatları olarak ismi geçen her Tarikat temsilcisinin veya bağlısının şiiri vardır. Hatta Alevi ve Bektaşi Dedelerinin de defterimizde şiirleri bulunmaktadır. Diğer taraftan İslam-a ve Tasavvufa zıt fikirler içeren Filozof Rıza Tevfik’inde iki tane şiiri mevcuttur. Ne yazık ki defterimizde bulunan şiirlerin belki yüzde yirmisini hariçte tutarsak, geri kalan yüzde sekseninin Vahdeti Vücut fikrini anlatmak için yazıldığını görürüz. Aslında İslam akaidi ile hiçbir ilgisi olmayan Vahdeti Vücut fikrini, Müslümanların İmanını ve İtikadını bozmak için Hinduların Nirvana’sından, Yahudilerin Kabalasından ve Aristo’nun mistik fikirlerinden alarak İslam-a sokmuşlar, Bizim Mutasavvıflarda mal bulmuş mağribi gibi bu fikri kabul edip, onun İslam inancı olduğunu savunmaya başlamışlardır.

Vahdeti Vücut fikrinin ana teması, cümleden de anlaşılacağı gibi Mükevvenatta var olan her şeyin bir olduğunu, görünen, görünmeyen her şeyin Yüce Allah’ın dışa yansıyan tezahürü olduğunu kabul etmek ve Âlemde var olanın bizatihi Allah’ın kendisi olduğunu savunmaktır. Bizim Tasavvufçuların çoğu bu fikirlerle de yetinmemiş, Allahın Velilere hulul ettiğini iddia ederek, Yüce Allah ile şöyle konuşmuşlardır. “Nedir bu senlik benlik. Kaldıralım bu ikiliği aradan, sen ben ol, ben sen olayım. Seni gören beni görmüş olsun, beni görende seni görmüş olsun” diyerek kendilerini Yüce Yaratıcının yerine koymaya cüret etmişler ve “Ene-l Hak” yani “Ben Allah-ım” demişlerdir. Bunun sonucu olarak İslam Ulemasının ortak fetvaları ile cezalandırılmalarına rağmen fikirlerinden vaz geçmemişlerdir. Bayazidi Bistami, Hallacı Mansur ile gibi Sofilerin fikirleri ile İslam Akaidine sokulmaya çalışılan bu anlayış, Muhiddin-i Arabî ile Tasavvuf ve Tarikat ehlinin yüzde doksanının ana fikri ve gerçek inancı haline gelmiştir. Bu fikirleri yüzünden İslam tarihi boyunca başta Mansur ve Nesimi olmak üzere birçok tasavvuf ehli idam edilmiş, birçoğu sürgüne gönderilmiş veya başka cezalara çarptırılmış ama İslam akaidi açısından Vahdeti Vücut Fikrinin yanlışlığı kabul edileceği yerde bilakis onlar yüceltilmiş ve keramet ehli olarak gösterilmiştir.

Vahdeti Vücut fikrini başka bir Çalışmamda daha teferruatlı olarak anlatmaya çalışacağım. Cönkümüzde bulunan ve Vahdeti Vücut fikrini çağrıştıran şiirleri okurken bu bilgiler ışığında değerlendirilsin diye bu izahatı yapmayı gerekli gördüm. Bekir ÇÖL

1994 senesin de Öğretmen evinin karşısından ki Yuvam apartmanında otururken, aynı apartmanda oturan bir komşum vefat etmişti. Seksen yaşlarında vefat eden bu komşu ile henüz tanışmamıştım. Kendisinin Hoca olduğu, birçok yerde İmamlık yaptığı söyleniyordu. Bu değerli Hoca Efendinin ilmi kariyerini bilmiyorum ama geride çok kıymetli kitaplar bırakmıştı. Hanımı, bir gün beni çağırarak “Oğlum Hoca amcan birçok kitap bıraktı. Ben kaldırıp indiremiyorum, birkaç tanesini al” dedi. Bende Osmanlıca eserlerden on tane kitap aldım. İşte bu kitapların içinden bir küçük defter çıktı. Bu defter Osmanlıca el yazısıyla hazırlanmış, içinde kırk beş tane eski şairin yüz yetmiş tane şiiri bulunan bir Cönk’ idi.

Ben hemen bu Cönk’ü hazırlayan, bu güzel yazının sahibini tanımak istedim. Defterin baş tarafında on sahife düz yazı vardı. Bu yazılarda kısa-kısa fıkhı bilgiler veriliyor, beş vakit namaz, Cuma namazı, Bayram namazı ve Cenaze namazının kılınması ile ilgili malumatlar vardı. Bu yazılardan sonra şiirler başlıyor, her şiirin sonunda şairin mahlasının yazılı olduğu son kıta yer alıyordu. Şiirlerin başlangıcında şöyle bir başlık vardı.

ŞEYH ŞATTARGARİB-ERAHMET. CENABI PERVERDİGAR
ERZURUMLU ALİ RIZA EFENDİNİNDİR: (1)

Cönk ve Tasavvufta ki Şattarlık konusunda defterin sonunda bilgi vereceğim. Erzurumlu Ali Rıza tarihini tam tespit edemedim ama günümüzden yaklaşık yüz kırk sene evvel fikirlerindeki bazı çarpıklıklardan dolayı Erzurum’dan, Sivas’a sürgüne gönderilmiş, Sivas’a yerleşen Ali Rıza Efendi şiirlerini Sivas’ta yazmış ve Cönk’ünü burada hazırlamıştır. Ali Rıza Efendinin bu defterde on iki tane şiiri bulunmaktadır. Birinci şiiri: Kur’an-ı okumak, anlamak ve esrarını çözmek hususunda olup yetmiş dört kıtadır. İkincisi: Mebde ve maad başlıklı olup, yaratılış ve sonrasını anlatan yüz yetmiş kıtalık şiirdir. Diğer şiirlerinde ise isimlerin harflerini ve manalarını anlatan ve Hurufiliği çağrıştıran şiirlerden oluşuyor.

Ali Rıza Efendinin ilk şiiri: -Kur’an-ı oku!-
-1-
Mümin kardeş anla-anla Allah-ı
Hakayik-i anın na mütenahı
Ara bul cihanda kalbi agah-ı
Andan talim eyle Kur’an-ı oku.
-2-
Yüz on dört suredir Kuran’ı mübin
Otuz cüz sırrını bilendir Hak bin
Secdeler sırrını bilmedi hot bin
Bu sırları fehmet Kuran’ı oku.
-3-
Eline abdestsiz Kuran’ı alma
Edebini bil de bana darılma
Talimsiz okuyup kardeş yorulma
Üstadından öğren Kuran’ı oku.
-4-
Niçin okumalı Kur’an okuyan
Kura Efendiler ettiler beyan
Dinle de sözümü eyleme isyan
Huzuru kalp ile Kur’an-ı oku.
-5-
Kıra et’i seb’a bilmeyen ihvan
Belki hata eder görür çok ziyan
Kuran lanet eder bunu bil inan
Tahir olda kalpten Kuran’ı oku.
-6-
Altı bin altı yüz küsur ayatı
Cebrail getirdi Hak beyyinatı
Altı yüz bin hadis bil mucizatı
Bunları anla da Kur’an-ı oku.
-7-
Zikrin efdalıdır Kuran okumak
Ehlinin yanında oku da bir bak
Ümmiye zikri Hak devadır ancak
Huzur ile tevhidi Kuran’ı oku.
-8-
Kur’an’ın manasın fehmeden Dana
Dünyada, ukba da Şefi’dir an
Tekellüm etmektir hakkiyle cana
Sıdkı hulus ile Kur’an-ı oku.

– 9-
Kevser ırmağıdır Kuran’ı mübin
İkdamı hazerat bilir kâmilin
Şarabı vahdet içen kâmilin
Bu esrarı bil de Kuran’ı oku.
-10-
Kur’an da meth etti insanı Allah
Kalbi Tahir olan, olur nazargah
Kur’an-a insandan olaydın agah
Bu nükteyi bil d Kur’an-ı oku.
-11-
Kuran ile insan noman dedi
Resulü Kibriya böyle buyurdu
Kendi esrarını bize duyurdu
Hakikatin bil de Kuran’ı oku.
-12-
Kur’an mucizi beyan olduğun anla
Müfessir, muhaddis çok verdi mana
Yetmiş manası var bu bir muamma
Bu sırlarını fehmet Kur’an-ı oku.
-13-
Kuran Hak kelamı kadimdir-kadim
Hadisi dinlerin yoludur sakim
Bulmak ister isen rahı müstakim
Deruni gönülden Kuran’ı oku.
-14-
Kur’an-ı kerimdir Levh de bildin mi?
Kalemi aladır yazandır anı
Kaleme kim emretti bilmeli anı
Bu esrarı bil de Kur’an-ı oku.
-15-
Emr olundu yazdı kalemi ala
Levhi Mahfuz üzre olundu imla
Bu bir sırrı haktır olunmaz ifşa
Hakkın fermanıdır Kuran’ı oku.
-16-
Kur’an dört huruftur bunları anla
Nun harfi kudrettir, kudreti Mevla
Ra ismi Rahman’dır mümine herca
Gece, gündüz durma Kur’an-ı oku
-17-
Elif Allah ile olmaktır devam
Nun nuru Muhammed ile ihtiram
Görürsün Mevla’dan bulursun ikram
Her bir evkatın da Kuran’ı oku.
-18-
Yirmi üç senede Cibril’i emin
İnzal oldu, inzal Kur’an-ı mübin
Ayet-ayet indi ey ihvanı din
Huzuru kalp ile Kuran’ı oku.
-19-
Dahi ribabındır eyle gel iman
Resulü nebiye mahsustur ey can
Veliye ilhamdır eyle gel izan
Bunları fehmeyle Kuran’ı oku.
-20-
Kur’an üç cüz dedi buyurdu Resul
Bir cüz’ü ahlaktır bunu bil oğul
Sureyi ihlâsta Hakkı arabul
Sure’yi ihlâsı önemle oku.
-21-
Hakkın birliğine delil ve burhan
Kulhüvellah sırrın fehmeyle inan
Dört ismini yazdı haliki Mennan
Müsemmayı fehmet ihlâsı oku.
-22-
Esma’i zatiye, hem sıfatıye
Efali, esrarı bilip zikreyle
Tenzihi, teşbihi bilip fikreyle
Sure’yi ihlâsı sıdk ile oku.
-23-
Sure’yi ihlâsı üç kere oku
Bir hatim sayılır bunu bil hemi
İstersen mahvola bilcümle kaygu
Sıdkı hulusiyle Kuran’ı oku.
-24-
Kelamüllah sırrını bilmedi insan
Göklerde ki Melaik, yerde ki insan
Kur’an-ın sırrından aciz her lisan
Hulusi kalp ile İhlâs-ı oku.
-25-
Kuran’ın kalbidir Sure’yi Yasin
Okuyan Yasin’i beladan emin
Ervahı mukaddes olular muin
Sıdkı hulusiyle Yasin’i oku.
-26-
Haleti nez’ı de okunsa Yasin
Yakın olmaz sana Şeytan-ı leın
Ervah-ı mukaddes, olurlar muin
Sure’yi Yasin’i sıdkıyla oku.
-27-
Yasin’i okurken gelür çok melek
İmanı hıfz içün bilmeli gerek
Her harfi nurundan arşa bir direk
Nura gark olur, Yasin’i oku.
-28-
Rahmetler saçılır okunan yere
İmdat eder Allah, hayvan ve Pire
Muhtaç olmaz insan haktan gayriye
Sıdkı hulus ile Yasin’i oku.
-29-
Muhammed ismidir Yasin bilmeli
Hak taazım etmiştir sende etmeli
Kıraati Kur’an-a hürmet etmeli
Zevk ile şevk ile Yasin’i oku.
-30-
Ayet el Kür si’dir Kur’an’ın ruhu
Okuyan âlimler lütfe ermeli
Hakkın esrarını anda bulmalı
Ayet el Kür si’yi güzelce oku.
-31-
Üç esma derç etti hazreti Allah
Anların sırrından olusun agâh
Hu ismi azamdır dedi Ehlüllah
Ayet el Kürsi yi güzelce oku.
-32-
Feth olur kapılar, hem Bab üs sema
İsmi Azam sırrın bilendir cana
Her esma keşfolur kalmaz muamma
Ayet el Kürsi yi güzelce oku.
-33- İstersen hıfz eyleye Hazreti Mevla
Hay ismin manasın nedir bilirsen
Kayyum ismin nedir hem öğrenirsen
Ayet el Kürsiyi güzelce oku.
-34-
İstersen hıfz eyleye Hazreti Mevla
Yedi kere oku, üfür her yana
Polattan bir kale yapılır sana
Ayet el Kürs’iyi güzelce oku.
-35-
Ayet el Kürsiyi candan bilmeli
Gece gündüz anı çok okumalı
Havas’sını bilip hem öğrenmeli
Ayet el Kürsiyi güzelce oku.
-36-
Düşman zafer bulmaz, eylemez hasar
Cüret edemezler, ederler karar
Tesiratı pek çok, eyleme inkâr
Ayet el Kürs’iyi güzelce oku.
-37-
Fatiha’yı şerif “Ümm-ül Kur’an-dır
Okuyan, anlayan kâmil insandır
Yüz dört kitap onda hep nümayandır
Fatiha suresin güzelce oku.
-38-
“Sebul mesani” dir bilmeli anı
Hak derç etti ana, sırrı Kur’an-ı
Ne esrarı haktır bilmeli anı
Fatiha suresin güzelce oku.
-39-
“Rabbül Alemin’e” nice bin mana
On bin mana verdi arifi daana
Deryadan bir katre değildir zira
Fatiha suresin güzelce oku.
-40-
Nısfı Hakka raci, nısfı da kula
Neler vardır, neler onu kim bile
Bu Rah’i müstakimdir” girenler bula
Fatiha suresin güzelce oku.
-41-
İnsanın veçhine yazılmış ayat
Ehli hakikattan budur rivayet
Bunu bilen azdır heyhat ki -heyhat
Fatiha suresin güzelce oku.
-42-
Yedi ayet sırrı, veçhi insandır
Münkirler göremez, ona nihandır
Âşık, sadık görür ana bürhandır
Fatiha suresin güzelce oku.
-43-
Bu sırrı okuyan buldu hüdayı
Sırrı Muhammedi hem Mustafa’yı
O sır ile bilir, bulur bekayı
Fatiha suresin güzelce oku.
-44-
Namazda okunur, esrarı pek çok
Çok âlime onun sırrını sorduk
Faydasını bilip, agah eden yok
Fatiha suresin güzelce oku.
-45-
İnam etse Allah eylese ihsan
Onun sırrı olur sana nüm ayan
İşte odur, işte bil kâmil insan
Fatiha suresin güzelce oku,
-46-
Bir kâmili bulda bu sırrı öğren
Bu sırrı fehm eden Eyyühel insan
Eğer isterseniz, bulasız irfan
Fatiha suresin güzelce oku.
-47-
Besmelede mevcut bilcümle kitap
Hatifi gayp sana eyliyor hitap
Olmak istersen sende zevkiyap
Besmele’i canı gönülden oku.
-48-
On dokuz huruftur besmele inan
On sekiz bin âlem de zahir ve ayan
Beride haliki et ana inan
Besmeleyi can ve gönülden oku.
-49-
Nice yüz bin âlem onda gizlidir
Esrarı hak budur bil ezelidir
Nihayetsiz esrar onda celidir
Besmeleyi gönülden oku.
-50-
Besmele de vardır, üç Esma-i Hak
Oku-oku anı güzelce bir bak
Şema’yı tevhidi kalbinde bir yak
Besmeleyi canı gönülden oku.
-51-
Allah, Rahman, Rahim sırların anla
Bulayım dersen esrarı cana
Hakka yalvar hakka gel eyle rica
Besmeleyi canı gönülden oku.
-52-
Dört noktası vardır, noktayı esrar
Noktayı harfiye biride ey yar
Zulmani, nurani, Rahmani de var
Besmeleyi canı gönülden oku.
-53-
Dört türlü noktayı bilendir danaa
Noktayı hakikattir ebedi ana
Çokça niyaz etki bildirsin sana
Besmeleyi canı gönülden oku.
-54-
Dört gözedir Mümin bilirsin anı
Üç mimin gözüdür, gözleri tanı
Muhammed mimidir, bilirsin mimi
Besmeleyi canı gönülden oku.
-55-
Noktayı Celal’in “Ha” sının gözü
Dört göz oldu kardeş bildin mi anı
Arabul cihanda kâmil insanı
Besmeleyi canı gönülden oku.
-56-
Dört ırmak akıyor Nehar-ı cennet
Bu dört gözden çıkar eyle gel dikkat
Beyan buyurmuştur ehli hakikat
Besmeleyi canı gönülden oku.
-57-
Şarap ırmağından içen mest olur
Su ırmağından içen taze can bulur
Baldan nuş edenler çok lezzet bulur
Besmeleyi canı gönülden oku.
-58-
Sütten içen olur âlimi billâh
Okur, bilir, olur Arif-ü agâh
Vuslat nasip olur, vasıl Alellah
Besmeleyi canı gönülden oku.
-59-
Evladı Resulün sırrını anla
Onları sevmiştir Hazreti Mevla
Onları da sen sev candan aziza
Besmeleyi canı gönülden oku.
-60-
Dört noktanın sırrı çariyari din
Onları methetti Kur’an-ı mübin
Onların yarıdır eshab’ı Güzin
Besmeleyi canı gönülden oku.
-61-
Din ve imandandır bunları sevmek
Ceddi paklarıdır “Vema Erselnak”
Şafii bunlar bize daha ne gerek
Besmeleyi canı gönülden oku.

-62-
Ba’nın noktasına derç etti Mevla
Kur’an-ı, Furkan’ı kâmilen ana
Zahirde, batında bilcümle cana
Noktayı esrarı oku da anla.
-63-
Noktanın sırrıdır Hazreti Ali
Buyurdu noktayım hafi ve celi
Bu noktaya eren velidir, veli
Noktayı esrarı oku da anla.
-64-
Âlimler noktayı kesret sandılar
Bir noktayı zahir çok çoğalttılar
Cahiller noktayı hiç bilmediler
Noktayı esrarı ok da anla.
-65-
Bu nokta bir şeydir akıllar ermez
Kenz-ü hafi budur tarif olunmaz
Rumuzu noktayı kör olan görmez
Noktayı esrarı oku da anla.
-66-
Beşer noktasıdır sende emanet
O noktaya sakın etme hiyanet
Ferman buyurmuştur sahib’ü saadet
Noktayı esrarı oku da anla.
-67-
Hıyanet edendir zalim ve cahil
Size alet olur misli Azrail
Hakkın kelamıdır bunları hak bil
Noktayı esrarı oku da anla.
-68-
İlahi Kur’an-ın kadrin bileni
Okuyup-okuyup hem ezberleyeni
Hafız ismin ile hıfz eyle anı
Noktayı esrarı oku da anla.
-69-
Şafii olur, Şafii Hazreti Kur’an
İki âlemde de Kur’an ve Furkan
Kur’an hak kelamı olduğuna inan
Noktayı esrarı oku da anla.
-70-
Okuyan Kur’an-ı kalbi şad olur
İki âlemde de ber murat olur
Hayatı ebediyi ol kimse bulur
Noktayı esrarı oku da anla.
-71-
Kur’an-ın manası Şarabı vahdet
İçenler mest olur bir sırrı hikmet
Hak bin olur, hak bin ehli hakikat
Noktayı esrarı oku da anla.
-72-
Benliğin mahveden arifi Daana
Kur’an sırrın bilir Âdemi mana
Havassı İslam’dır muharrir ana
Noktayı esrarı oku da anla.
-73-
Her bir nefsini hakka sarf eyle
Ne söylesen, söyle hakkı zikreyle
Can kulağın açıp Kur’an-ı dinle
Noktayı esrarı oku da anla.
-74-
“Rıza” kulun ya Rab Kur’an-ı bahşet
Merhamet Kani’sin sen ona rahmet
Yetmişini geçmiş onu azat et
Nasip et ihvana cenneti Aala.
*** *** ***

EYNE KANE RABBENA EN YAHLÜ KAL HALK?
Cevabı
KANE Fİ IMADİ LEYSE FEVGIHİ HEVAE VELA
TEHTE HEVA

Mebde ve Mead:
1 2
Danıştı ashabı Güzin Buyurdu hem Resulüllah
Hak sırrına sensin emin Bu sözden siz olun agâh
Halk yok iken ol zülcelâl Var etmeden mahlûkatı
Kan de idi hayrul vera. Mevcut oluptu fil umma.
3 4
Ne üstü var, ne altı var Esrarı sırrı umma
Mevcut idi ol ger digar Kenzi hafi idi Huda
Var eyledi yüz bin cihan Evvelce var olup gelen
Zerre noksan gelmez ana. Nuru Muhammed Mustafa.

EVVELE MA HAKULLAH’İ NURİ
5 6
Tecelli zatı kıldı zuhur Zuhurun eyledi murat
Nuru Hak’tan var oldu nur Ahmed’i eyledi icat
İki esma mazharıdır Bir mim ile zuhur etti
Bir nur idi nur’i Beka Mümkinat oldu Ru nüma.
7 8
Tecelli eyledi Allah O, nur bil nur-u ahzardır
Zuhur etti Habibüllah O, nur bil sırrı ekberdir
Anın nuru hidayettir O nur’a erişen insan
O nur bir nur idi safa. Olur, ol Nur’i den peyda.
9 10
Ahad’dir Hazreti Allah, Bu nurdan cümle mahlûkat,
Samed’dir Hazreti Allah Bu nurdan cümle mevcudat
Bu birlik başka birliktir Yaratıldı cin ile insan
Bu sırdır sırrı ev edna. Var oldu âlemi kübra.

EVVELE MA HALKULLAH’İ NURİ
11 12
Bu nurun sırrıdır ervah Bu Ruh bil, Ruh’u azamdır
Bu nurun sırrıdır eşbah Bu Ruh bil sırrı ekberdir
Ne denli var ise âlem Bu Ruh’un sırrına hayran
Anınla var eyledi ihya. Ne varsa âlim ve daana.
13
Bu ruh bil emri Rabbani
Bu ruh bil sırrı Yezdani
Bu ruh-a eyledi tazım
Anı takdis edip Mevla.
14 15
Ebül er vahittir Ahmed Üç esma sırrıdır bu Ruh
Ana yoktur erişe had Bu sırrı anlayan hem Ruh
O mim başka yer oldu Hayatı Cavidan buldu
O mim miratıdır cana. Bu Ruh ile olan ihya.

EVVELE MA HALKULLAH’İ AKLİ
16 17
Bu Ervah-a Huda ihsan Edüp tedbiri tarifler
Verildi akliyle iz’an Ne denli var ise canlar
Yarattı aklı külli hem Bunun emrindedir külli
O Ruh’a eyledi ihda. Eğer hayır, eğer bela.
18 19
Ne var Ruhani, Nurani Akıldır ilmiyle irfan
Bekli cin ve insani Akıldır talatı iman
Ana mahkûm edip Allah Akıldır fehmeden cümle
Bu Ruh ile edip ibka. Ne dir bu hilkatı eşya.
20 21
Akıldır eyleyen tasdik Akıldır bil iki esma
Akıldır eyleyen tetkik Hal olur sırrı müsemma
Akıldan özge devlet yok Buna bil aklı kül derler
Ne nimet, nimeti uzma. Bunun sahibi müstesna.

EVVELE MA HALKULLAH’İL KALEM
22 23
Tecelli eyledi Allah Tevhidi Hak kıldı zuhur
Zuhurun göstere her gâh İsmi Muhammed ubur
Kalemi halk eyleyip yazdı Zevke gelip oldu kalem
Ne emretti ana sırran. İki şak oldu serapa.
24 25
Kalemin yarısı dünya Bu dört sırdır, dörtte âlem
Yarısı da oldu ukba Nur, Ruh, Akıl, Kalem
Biri kesif, biri latif Bunlar ile var oldular
Latife dediler uhra. Cümle Resulü müçteba
26 27
Mufassal ismine mazhar Bu dört sır bil hakikattir
Kalemdir âlemi ekber Bu sırra erişen erdir
Ne kim haktan zuhur etti Huda tevfikine refik
Kalemle eyledi imla. Kılarsa vasılı Mevla.
28 29
Bu dört sır miftahi âlem Dörttür tevhidi Rabbani
Bu sırra mahremdir âdem Bulan iman ve ikanı
Bu bir irşadı Mevla’dır Kuran’da zikretti Allah
Budur bil âdemi mana. Oku da eyle tarifa.

30 31
Muhammed’dir Mürşidi din Gönüldür onlara mail
Muhammed’den olur telkin Muhabbeti olmaz zail
Bu telkini bilir Allah Bu esrarın hakikatı
Ciharı yarı ba safa. Değimlidir âli aba?
32 33
Cümle Nebi, cümle Veli Evladı hem ahfadıdır
Cümlesi Hakk’a sevgili Eshabı ve hem etbaıdır
Hasan, Hüseyin nuri celi Hak yoluna can verdiler
O zatlara canlar feda. Şahı şehidi kerbela.
34 35
On iki imam, on dört masum Ashabı ve hem tabiin
Şehit oldu cümle mazlum Tebe-u hem tabiin
Cümlesinin ayak tozu Dört İmamla müçtehidin
Gözlerimedir tutya. Bunlara hak verdi ata.
36 37
Müfessirin, muhaddisin Hak dostları cümle Piran
Muhakkikin, müdekkikin Hadden efzun ehli irfan
Ulema’i dini mübin Cümlesinin muhibbi yem
Bunar değil mi etkıya. Bunlar değimli hak beyyina.
38 39
Sultanı külli Evliya Ana her kim mürit olur
Baz’ı el eşhab değil mi ya Her bir beladan kurtulur
İsmi paki Abdülkadir Allah onun vekilidir
Nesli Seyyid’i Enbiya. Vadi budur bize Hakka.
40 41
Şeyhi ekber ilmi kemal İsmi Muhiddin Arabî
İlmine erişmez zeval Hak mensubu bir çelebi
Öyle bir ilme erişti Bin bir kitap Edip telif
Aklı beşer ermez ana. Hak söyledi bila riya.
42 43
Molla Celalettin Rumi Sadreddin-i şeyhi attar
Mevlana takıldı namı Bunların da asarı var
Asarı gün gibi ayan Nice esrarı Rabbani
O Şemsi görmedi aama. Ne yazmışlar bila perva.
44 45
Ömer bin el Farızı bul Molla Cami ehli kemal
Şeyhi Irak’iye kul ol Ne kim gelmişse ehli hal
Cümlesinin kurbanıyem Velayete her kim erdi
Ne kim geldiyse Evliya. Hakki’lere canım kurban. (Marifet name sahibi İbrahim Hakkı ve İsmail Hakkı Bursevi)
46 47
Pirim Halis’a hem mor Ali Sekiz yıl eyledim hizmet
Bunlarda nuri hak celi Hizmetinde buldum lezzet
Bu zatların fermanına Hacı Osman Efendidir
Mahya olmuşum her ca. Ana mahsus ilmi Hafa.
48 49
Sohbeti şeyhim idi o zat Nazarına eren nurdur
Dinledim çok ledünni yat Anın sözleri kevserdir
Ondan aldım telkini din Bir nefeste erer hakka
Neler talim etti bana. Hak yolunda olmuş heba.
50 51
Erzurum’dan nefi oldu Nice eza, nice cefa
Niçin Ehlüllah denildi Neler kıldılar iftira
İlim ve kemaline hut Hâşâ ki onlarda ola
Ettiler ana iftira. Zerrece yok kusur asla.
52 53
Sivas’a nefi olup geldi Ehli Hakka eden eza
Mesnevi Şerif okuttu Haktan bulur yüz bin bela
Bütün Sivas âlimleri Hak dostuna adu olan
Hayrette kaldılar ana. Hakka adu dur daima.
54 55
İlmi batından dem vurur Kim ki okur Farisi
Niçin Mesnevi okutur Gider Dininin yarısı
Yeni bir din çıkarmışlar Mesnevi ise Farisi
Nice bin türlü tezvira. Füsus muhalif ün nusus.
56 57
Gönlüne Hak nazar kılmış Nazarına eren âdem
Gönül tahtı makar olmuş Olur Hak sırrına mahrem
Sultanı aşk cülus edip Anın nefsinde can var
Aşkı Rabbani Ru nüma. Nice canlar eder ihya.
58 59
Eren mürit olur ihya İmamdır imamı zaman
Nefesi anın kimya Bu İmamdır hakka mihman
Değilmidir Peygamberin Her kim buna uymaz ise
Varisi sırrı enbiya. Bi şüphe olur eşkıya.
60 61
Kalbi nazar gahı âlem Şeriat’la eder amel
Ruhu Sıratal müstakim Tarikat’a ermez halel
Bir hat vede eriştirir Marifet’le hakikati
Makamı sidre’i tuba. Eder bir anda tekmila.
62 63
Tarikatın adı Şattar Tarikat üç kısım oldu
Bulunur onda çok esrar Ebrar ve ahyar denildi
Her bir tarik bundan bulur Ber ile bahirdir bunlar
Bu dur bil kim cihan nüma. Diğeri eyliyor perva.
64 65
Nurdan kanatlar açılır Bunlar benlik ile olmaz
Nice bin âlemler geçilir Buna aklı maaş ermez
Hakikatte budur Miraç Bunlar nuri Muhammed’le
Ki Sübhanellezi Esra. Eder matlubunu devra.
66 67
Vücudun mahveden bilir Hakka eren olu fani
Onlar ölmezden önce ölür Fenaya erenler kani
Ölürde sonra dirilir Onlardan bil nişan olmaz
Bulur hakkiyle çok lika. Nişandan etti istihya.
68 69
Beka billâh olan buldu Beşerden bir melek olmuş
Beka andır beka oldu Melek sırrını kesp etmiş
Meratip kesp edip onlar Olup bir üstadı kâmil
Bulupdur onda tepcila. Anın şanında ker mena.
70 71
Meratibin eden tekmil Özü haktır, sözü haktır
Görünmez gözüne bir kıl Ana uymayan ahmaktır
O göz bir masiva görmez Ki zira mazharı olur
O gözdür hak ile beyyina. Hakkın ol yüzüdür Hakka.

72 73
Bu bir ihsanı Mevladır Şeriatta, tarikatta
Bu bir nimeti uzmadır Hakikatta budur Hak söz
Buna herkim olur vasıl Kişi dünyaya gelmekten
Dirilir sanki ol mevta. Murat kendini bilmektir.
74 75
Şunlar kim zatını bilmez Gelüp vecde edüp devran
Hu benden behre bab olmaz Bu zevkiyle eder seyran
O can kim kendüyi bilmez Bu şevkiyle bulup bir hal
O tatmaz hazreti haktan Meratip anda tekmila.
76 77
Eğer bulmazsa maksudun Nice bin yıl bir az handa
Ne bilsin sırrı mabudun Dahi haşriyle zor handa
Biraz hadde kalır bunlar Yanarlar narı hırkatta
Olurlar anda tahcila. Ederler ahu va veyla.
78 79
Bu insan üç güruhtur bil Bu zat hakka mukarreptir
Bunların sırrına ergil Bunlar makbulü nimettir
Biri mümin, biri kâfir Hakkın fermanını daim
Biri de Arifi Dana. Ederler gün bu gün icra.
80 81
Beşerdir sureta amma Var anda nurani nazar
Gönlünde dolu bin muamma Kime bakarsa nur eder
Bunlardır aşıkı Mevla Anın evsafını yazmak
Gezerler kuh ile sahra. Haddim değil edem ifa.
82 83
Beni bu dediğim âdem Anın kalbi Ümmülkitap
Bulunmaz binde bir âdem Huda kılar ona hitap
Bu zat kipriti ahmerdir Bu zat cümleye faiktır
Hakkın emrindedir ihfa Bu zattır cümleden evla.
84 85
Sırrı emanet bundadır Kalbinden kapı açılır
Hem yedi kudret bundadır Dilinden hikmet saçılır
Bundadır sırrı sırrullah Tecelli ilme erişmiş
Bu sözdür sohbeti ekva. Kalbi nazargah’ı Huda.
86 87
İlmi ledün kalpte zuhur Huda’nın sevdiği kuldur
Baktığı yer olur hem Tur Huda indinde makbuldür
Bunun sırrın Huda bilir Bunun için halk olunmuş
Dilinden hak durur güya. Ne var ise cümle siva.
88 89
Bu zat âlemlere rahmet Nice esmaya mazhardır
Bu zattır eyleyen şefkat Münevver zatı enverdir
Bize dünyada, ukba da O, miratı mücelladır
Şefaat kanıdır hakka. Görünür vechi bi emna.
90 91
Ne var yerlerde balada Huda’nın naibi mutlak
Ne var esrarı küpra da Eğer hüküm eylerse Hak
Anın kalbinde metfundur Huda hükmün kılar icra
Emanet şehridir zira. Ne gelse kalbine Herca
92 93
Ne kim Allah murat etse Semada arşı Rahmandır
Âdem den âleme gelse Zuhurat cümle haktandır
O, zatın kalbine ilham Nice bin arşın sığar kalbe
Gelir sonra olur peyda. Bu kalbin vasi’ı sahra.
94 95
Bunun fevkınde mahlûk yok Huda esma sıfatından
Cihanda vâsii âlem çok Ne kim var sırrı zatından
Bu kalp yanında bir zerre Ana göre tecellisin
Ne kim var âlemi küpra. Ana Hak eyledi bahşa.
96 97
Cenabı Hak anı sevdi Gelip âlemi nasuta
Müsemmasını bildirdi Erişe sırrı lâhuta
Hilafet ana mahsustur Huda birliğine davet
Anın emrinde seraba. Cihanda insü, cin caana.
98 99
Beşarettir sana billâh Ne cennet-cennet zatıdır
Enisin olsun ehlüllah Anın bir adı vuslattır
Senin dünyada, ukba da Erişir zatı Mevla’ya
Makamın cenneti meva. İkilik olmaya bil haa.
100 101
Bila perde eren bir can Bu vuslat bil müebbettir
O, candır vasılı canan Müebbet bil müeyyettir
Cemalüllah gıdasıdır Tecelli intihası yok
Ana kar eylemez helva. Bu âlem âlemi ukba.
102 103
Nihayetsiz zevk ve safa Allah baki eder ibka
Bulan beka ettir beka Ölüm yoktur ede ifna
Bunlardır eyleyen daim Tecelliler olur zahir
Cennette zevki ebeda. Olur, her an neler peyda.
104 105
Ki gözler göremez anı Ne doymak var, ne usanmak
Ne ruhani, ne nurani Ne bıkmak var, ne kıskanmak
Bunun fevkınde lezzet yok Bütün ahlak güzelleşmiş
Erişince ana zevkaa. Bunlardır hep melek sima.
106 107
Felek, melek ana hayran Benim bu dediğim âdem
Ne kim var âlemi imkân Elif kalksa kalan birden
Bulup bu âdemin sırrın O, demdir eyleyen icat
Edüp devrini ikmala. Kün emrin eyleyen icra.
108 109
Bu mim bil mebdei maad Elif sırrın bilen bir can
Mecid ismi edüp icat Bilir beş noktayı her an
Latıf ismi zuhur etti Bu beş sırda çok esrar var
Çok âdem bilmedi çıka Edemem onları ifşa.
110 111
Bu beş sırrı bilen âdem Efali ve asarı hakkın
Hakkın esrarına mahrem Bilenler sırrı esrarın
Bunlar kaliyle hal olmaz Anların sırları başka
Zat ve sıfat sırrı esma. Değildir âlemi hülya.
112 113
O, beş nokta oldu elif Eğer huruf düzelirse
Hurufatın aslı elif Elif ger taksim olursa
Ne kim cümle huruf Nokta taksim kabul etmez
Elifden oldular peyda. O, nokta mebdei eşya.
114 115
Bu nokta dört kısım oldu Kısmin biri nuraniye
Bunu bilen âlim oldu İkincisi cismaniye
Cümle kitabı camiidir Hurufiyle, zulmaniye
Okuyan ilmi liesma. Bilenlere canım feda.
116 117
Hazaratı hamse bilen Her kim bu kâmili bulur
Mürşidi kâmile eren Her müşkülü asan olur
Bu bir makamı kübradır Erer muradına her an
Ayağı tozu dur tutya. İlham hak olur ana.
118 119
Bu zatın bin ismi vardır Biri âdem, biri insan
Metni Kur’an-da mezkûrdur Biri mümin hem de ihvan
Anların ismini bilen Beşerde derç edip cümle
Hak ana kıldı tekriima. Abittir maksadı aksa.
120 121
Bu âdem ilmi liesma Muallimi Hak olanın
Bulup sırrını ey cana Bilgisi çok durur anın
Huda kılup ana tefhim. Meleklere olur faik
Ne kim var esmai hüsna. Hak ana kıldı tazima.
122 123
Cümle melek Edip secde Baş eğmeyen tart olundu
Bütün âlem geldi vecde Adına Şeytan denildi
Azazil oldu eşkıya Sırrı âdem bilmeyenin
Hakkın fermanına hayfa. Hayvandan da ezaldir ya.
124 125
Kerremna tacını örttü Halife’i Haktır âdem
Ehseni takvim büründü Nesli paki cümle ümem
Cümle halka olup serdar Babayı âlem olmuştur
Mazharı zatı kipriya. Büyük anamızdır Havva.
126 127
Âdemin esrarı çoktur İnsan ise gayet hüsna
Ne desem andan artıktır Cümleden oldu müstesna
Üç harfi anlayıp bilen Öyle bir surete erdi
Öğrenir sırları ağca. Kimseye olmadı ihda.
128 129
Hak anı öğdü yarattı Elif, nun sırrını gören
Üç harf ile isim taktı Elifin sırrına eren
Bu esrarı bilen âdem Elif hakka beşarettir
Değil mi âlemi Kübra. Hak böyledir ey mümina.
130 131
Nunda ki nuri Ahmed’i Seyittir saadetten nişan
Kimki gördü Muhammedi Sait olur ehli iman
Muhammendin üç mimine Bundan büyük devlet var mı
İman ederse tehkika. Gurb-i Hakka olsun lika.
132 133
Üçüncüsü oldu mümin Müminin mimine bir bak
Hakkı bilen Hakkal yakin Aşk şem’ini kalbinde yak
Miratı Mevladır onlar Cehli zulmet kalkar ise
Kalplere verdiler cıla. Zulmet görünmez ebeda.
134 135
Mümin mimi Muhammed’den Mümin hurufun kim bilir
Velayet nuru Ahmed’den Cümle sivadan kurtulur
Muhammed’in mimlerine Velayet üç kısım oldu
Erenler oldu evliya. Matlup olandır intiha.
136 137
Nebilerle veliler bil Dördüncüsü ismi beşer
Huda’nın sırrına er gil Bunda bulunur hayır ve şer
Bunlardır vasılı Mevla Bunun noktasına eren
Dedim bu söze amenna. Olur, O, “Mislüküm yuha.
138 139
Cümle ulumu evvelin O, nokta bir ilim oldu
Zahir ile ilmi batın Cahiller kesrete kodu
O noktaya derç olmuştur Bu bir sırrı amiktir kim
Besmelede noktayı Baa. Bunu bilmedi hod nüma.
140 141
O, noktanın sırrı dörttür Nokta kitabini bulan
O sırra erenler erdir Bu dört sırrı onda gören
Bu bir sırrı muammadır Sırrı ilmiye erişti
Hal olunmaz müşküldür ha. O, noktayı gören ziya.
142 143
O noktayı bilmez ise Nisan yağmuru bol yağar
Anın sırrın bulmaz ise Cümle cihanı saki eder
Şer işlere olu alet Sıdka erince durur
Zehir saçar ol mar’u ma. Yılanda zehir olur herca.
144 145
Yağmurda yok asla kusur Beşincisi Abd’e eren
Herkes kabından görüyor Abd’in gayesini gören
Herkesin gab’ına göre Ayın gibi ağzı açık
Eyler tesirini icra. Bunlar değimli istihya.
146 147
Ağzından dürr’ler saçılır Cümle ayıbı setr eder
Her bir sözü hikmet durur Yedi kudret anı yeder
Men bağı hikmettir o kalp Kimseye hor bakmaz asla
Gönlü hazineyi Huda. Gördüğüdür hikmet numa.
148 149
Abdin sıfatı kul olmak Abidin sıfatı kul olmak
Kulun mülki bulunmamak Abid olan çünkü memluk
Hep varlığın Hakka verüp Efendisine bahşeder
Budur matlup olan dila. Eder cümle varın heba.
150 151
Kendisine olur hitap Cümle cihan fani olur
Nedir hitabı müstedap Kimse kalmaz heba olur
Kimindir cümle mümkinat Baki olan Allah kalır
Hatif gayıp eder nida. Buyurdu zatı Kibriya.
152 153
Abidlerin şahı resul Mazharı nam Muhammed’dir
Hakikatta olmuştu kul Mahbubu Hak Muhammed’dir
Abdim deyu davet etti Hak kendiye kıldı davet
Değil mi leyle’yi esra. Nice sırlar olur peyda.
154 155
Doksan bin kelimat ile Bu sırrı bize bildirdi
Nice ihsan ve nimetle Bu sırra bizi erdirdi
Hususen hamseyi salât İki cihan serveridir
Müminler eyleye icra. Ahmed, Muhammed, Mustafa.
156 157
Taharettir, nezafettir Bütün dünyayı, ukbayı
Nice asarı kudrettir Ne var bilcümle sevdayı
Salâttır mümine miraç Vücudun terk edip anlar
Bu miracı eden var ya. Bu varlıktan olur ifna.
158 159
Muhammed’in bir mimine Bismillah’da yüz hikmet
Erdi âlemler sırrına Hikmette nice kudret
İki mimde kalıp hayran Bu kudrete olur mazhar
Niceler kılıp afsıya. Değil mi şanı enbiya.
160 161
Bu varlığı veren Allah Bu âlemde her ne ki var
Bu sırra erdiren Allah Anın için oluptur var
Anları söyleyen haktır Beka ikliminin varın
Ne sırlar oluyor peyda. Cebine edip iıta.
162 163
Cennet ilen cehennemi Muhammed’in mimi mirat
Cennette huri gılmanı O, mirata bakıp bizzat
Kullarına bahşeyliyen Görüp esma sıfatını
Nice bin nimeti uzma Cemalin edip beyyina.
164 165
Bu mahlûkat, bu masnuat Kim ademden var olup
Ne kim var cümle mevcudat Cin ve insan-a yar olup
Hemen cümlesini izhar Ne kim var dağıla sahra
Edip varlığını peyda. Anın esmasıdır zira.
166 167
Her esma mazharın bilen Muhammed’den murat ancak
Kendi hakikatın gören Hakikatın görmektir Hak
Sırrı men Arefe eren Anın mimlerini gören
Anlar değil mi etkıya. Bilir ancak aali, aba.
168 169
Kerem kıl lutfu ihsan et Elimde varlığım yoktur
Bu aciz kuluna rahmet Bilmediğim daha çoktur
Muhammed’in mimlerini Senin ihsanın olursa
Yazayım, eyleyim ifşa. Yazayım anı icmala.
170
Nebiler, Evliyalarla
Ne kim var asfıyalarla
Beni onlar ile haşret
Kulundur bu Ali Rıza.

Erzurum’dan Sivas’a sürgün gelen ve bu Cönk’ün yazarı olan Ali Rıza Efendinin üçüncü şiiridir.

-Esrar-

Muhammed dört harftir bilmelisin
Bu dört sırrı bulup hem görmelisin,

O, mimin biri mahlûku cihandır
İkincisi hayatı cavidandır,

Üçüncü harfi mazharda zuhuri
Bu sırrı bilmeğe geldik zaruri,

O, mimde gizlice bir mim daha var
O, mime erişen bilir neler var,

Bu üç mimden bilinür sırrı Mevla
Bu üç mimdir delili ehli takva,

Bu üç mimden biri Mekke, Medine
Medine de metfun olan hazine,

Bu üç mime eren bildi delili
Delili bulmayan bulmaz celili,

Nihayet harfi daldır ki delalet
Delaletle bulunur çun hidayet,

Muhammed dört harftir dörtte âlem
Bu dördün zübdesidir bil ki Âdem,

Tabayı, hem anasır dörder oldu
Hakkın esrarı bu dörtten bilindi,

Ne dörtler var anı yazmak muhaldir
Anın sırrı Celal ile Cemal’dir,

Hakkın kudret yedini bilse âdem
Anın esrarına olur O, mahrem,

Şahadet bunları bulmaktadır bil
Anın imanıdır imanı kâmil,

Semadan nazil olan dört kitaptır
Hakkın fermanıdır hem nutk’u haktır,

Bize tefhim eden âdemi mana
Hakkın mahbubi, mergubi O, zira,

Anı bast eyledi Hazreti Hallak
Anınla vasıl olur aşıka uşşak,

Muhammed’den bilindi Rabbi Mabud
Muhammed’den göründü O, maksut.

Ezan, kametleri tekbiri dörttür
Vücut ikliminin esrarı dörttür,

Süluk esrarı hem dörtten bilindi
Cihan esrarı bu dörtten bulundu,

Sekiz esma ile dörtte hakikat
Buna mülk yedi yıl yedi kudret,

Yedullah sırrına ererse bir can
Ana keşfolunur esrarı ekvan,

Bu ilmin sahibi Allah’ü ealem
Huda indinde makbul ve mükrem,

Vücut iklimini eyler O, tebdil
Nice bed huyları iyi hale tahvil,

O, zata erişen buldu likabı
Açıp can gözünü gördü Huda’yı,
Cemalüllah’a erdi Hak göründü
O, nuru Hak nice perde büründü,

O, perdeyi bilip, bulmak muhaldir
O, perde de kalan erbabı kal’dir,

O, nur na mahreme billâh görünmez
O, nura ermeyen O, nuru görmez,

O, nur ile görür, yürür dema dem
O, nura ererse âdemdir âdem,

Cemi azaları nur ile mumlu
O, nura kim ki erdi oldu Hak’ku,

Anın ilhamı haktır hep kelamı
Hakkı sevdirmektir her bir meramı,

Ne söylerse hakkı söyler verir dem
Huda’nın sırrına o oldu mahrem,

Huda saklar anı kulları bilmez
Anın efalına akıllar ermez,

Hızır efalına vakıf olan can
Hızır gibi içer ol ab’ı civan,

Onun ahvalini inkâr kılınmaz
Ne görürse bu sırdır sırrı bilinmez,

Ana teslim olan bildi Huda’yı
O, gördü hem cemalı kibriyayı,

Olur, mest ilahi hayreti aasa
Görür, bilir neler kılur temaşa,

Nice hikmet bulunur, keşif olunur
Nice müşkül kelamlar hal olunur,

Nedir dünyayı, ukbayı bulan Hak
Ana keşfolunur esrarı mutlak,

Erer matlubuna bir halvette ol
Anın matlubu Allah’tır, değil kul,

Onun bir matlubu yoktur cihanda
Nesi varsa feda eyler bir anda,

Anın kalbinde gözünde yok asla
Ne zineti cah mesnedi hubbi dünya,

Müride talip olmaz şöhret için
Ganiye meyil kılmaz malı için,

Onu sever ki, hakka meyli ola
Onun kalbinde aşkı Hak bulunur,
Cemali hakka talip, Ragıp olmuş
O, uşşaka ilahiden bulunmuş,

Onu sevmez, Huda’yı sevmeyen kul
Haramı ekil eder âlemde bol-bol,

Ne bilsin kadrini hayvan olanlar
Anın kadrin bilir arif olanlar,

İlahi sen nasip eyle ilahi
Bu benlikten halas eyle ilahi,

Bize gönder O, zatı seni bulmuş
Senin nuru ilahınla bir olmuş,

O, bir insanı kâmildir muhakkak
Ki ondan bilinir esrarı mutlak,

Onun hükmünde insan bulunursa
Ne kim talim eder hep öğrenirse,

Olur, bir arifi billâh zamanda
Geçer esmalını şeksiz bir anda,

Gözüne görünür esrarı Mevla
Tecelli eyler ana Hak Teâlâ,

Cemi eşya ona keşfen bilinir
Ne esma mazharıdır anlaşılır,

Ne denli var ise eşya kemahı
Hakikatin bize bildir ilahi,

Bulanlar buldu esmadan sıfatı
Sıfata erişenler buldu zatı,

Gelirse âlemi fırka beşerdir
Ki ondan söz alıp bilmek hünerdir,

Ne kim söyler ledün ilmini söyler
Rumuzattır anı ehli Hak anlar,

“Kellimni ya haceren” buyurdu
Bize esrarı Mevla’yı duyurdu,

Bu bir esrarı haktır ya ilahi
Bize bildirir, bize gösterir mahı,

Anın muştakiyim yandım, tutuştum
Yanıp pervanesi ateşe düştüm,

Yananlar aşk oduna, anda yanmaz
Bugün mahvı vücut edenler ölmez,

O, kim oldu dirildi zatı haydan
İçenler mesut oluptur baki meyden,
Vücudun nur olur, ol nara yanmaz
O, nura erişen hiç halkı bilmez,

Cem il ceme geldi fırka denildi
Bu fırkadan fırka nafiye erildi,

Bu mürşittir eden mahlûku irşat
Bu müride erişen oldu abat,

Hakikat mürşidi kâmil bilen dil
Öter bülbül gibi Afgan eder bil,

Bilir ekilen cihanda cümle varı
Ki bulmuştur cemali zülcelalı,

Ne söylerse anı bil sırrı Kur’an
Gönül levhine mestur sırrı Furkan,

Anın çok ismi Kur’an içinde
Ne esrarı ilahi vardır anda,

Bir ismi, ismi azam sırrı haktır
Onun kalbi demadem uyanıktır,

Uyusa gözleri kalbi uyumaz
Onlar âlemde varı yoğu bilmez,

Arafe dersen okur anlar rumuzu
Demez hiç kimseye asla bu razı,

Ekilir tahmi tevhid kalbe her bar
Velayet suyudur eyleyen izhar,

Hakikat şemsi tenvir etse anı
Bire yüz verilir dil armağanı,

Gelir çok varidat kalbe numayan
Nice esrarı Mevla sırrı pünhan,

Ne hikmettir doğar ilhamı Mevla
O, kalpte bulunur bir özge mana.

Hazain olduğuna şüphe yoktur
Neler her kez arasan anda yoktur.

Nice yüz bin maani hıfz olunur
Ne istesen sana anda verilir.

Alırsın kabına göre füyuzat
Bu sırra ermeyen bulmadı lezzet.

Bu deryayı katreye çıkmak muhaldir
Buradan bahs olunmak kıylü kaldır.

Huda’nın levhi mahfuzu gönüldür
Tecelli hane vallahi gönüldür.
Hakiki ah ve Afgan anlaşılır
Anın gözü yaşları şahit bulunur.

Bu dünyadan göçüp bir gün gidersin
Erişip aslına bilmem ne dersin.

Vücudun bilmedin bilmem nesin sen
Ne ki gördün ise fehmetmedin sen.

Nice yıldır misafirsin bu tende
Cehalettir anı bilmez isen sende.

Ki, bundan özge nadanlık olur mu?
Ki, kendin bilmeyen insan olur mu?

Vücudunda neler var görmedin mi?
Anın ismin bilip öğrenmedin mi?

Nice bin ecza ekilmiş, insan olmuş
Kulların ne için halk olunmuş.

Onu tada yoktur bende kudret
Onu fehmetmedin bilmem ne hacalet.

Bu âlemden geçip gitmek gariptir
Dahi aslına ermemek gariptir.

Vücudun terk edüp ricat edende
Nedir aslın, ne dersin sorulanda.

Dahi kalbiyle akıl, ruh ve sırrı
Bunlar asıldır, bil anla füru-u.

Bu ecza ona vasıl olmak ister
Eğer aslına ermezse O epter.

Su, toprak, ateş ile havadır
Bunların sırrını bilmek revadır.

Ne esma mazharıdır bilmez ise
Anın ervahıdır, ruhu habise.

Dahi ulviye, süfliye ne kim var
Anın sen cümlesinden ol haberdar.

Eğer bilmez isen eyvah ki, eyvah
Seni bilmek için halk etti Allah.

Arafe sırrın bilen buldu makamı
O, anladı cihanı, ma verayı.

Cemi enbiya ve evliyalar
Ne kim geldi cihana asfıyalar.

Bunları Hak getirdi, Hakkı bilsin
Bunlar vesiledir çün Hak bulunsun.

Akılla ve hem nakille sabit olmuş
Bu sırra erene arif denilmiş.

Huda emri Resulüllah buyurmuş
Bize Âlim ve kâmiller buyurmuş.

Ara sen sende bil aslın sual et
Erenler izlerini izleyip te git.

Seni irşat etsin hakka erenler
Cemali Hazreti hakkı görenler.

Beni dinle bu esrar kimde var
Seni ateşten eder alıp haberdar.

Ona yalvar edip çokça niyazı
Sana bildirsin esrarı namazı.

Dahi başkaca yazdım bir kitabı
Hakikatte nedir sırrı salât-ı.

Onu da sen oku, dinle, amel et
Huda’ya şirk kılmaktan sen hader et

Ne dir kıble, nedir Kur’an ve Furkan
Dahi haşriyle, neşri ve mizan.

Hakayık bilmeyen, bilmez Huda’yı
Feramuş eylemez bil masivayı.

Şeriat sırrını bilmez vurur dem.
Riya ve ucup ile olmaz O harem.

Kuru züht ve ibadet bil riyadır
O, gafil Hazreti haktan cüdadır.

Ana uyma ki seni döndürürse
Ana iblis denilir ölürse.

Hayal ile geçti cümle ömrü
Dahi düş nam eder hem zeydi, amri.

Yazıktır el insaf dinle pendi
Hakayık ehline eyle pesendi.

Sana kâfi bu denlü hak kelamı
Sana bildirmek içindir meramı.

Erenler himmetin iste, ara, bul
Olasın Hak katında sende makbul.

İlahi sen kerem eyle, ilahi
Ki, sensin Padişahlar padişahı.

Salatiyle selam olsun her ezan
Muhammed ruhuna olsun feravan.

Dahi âline, ashabına cümle
Huda rahmeti olsun hem vesiyle.

Erenler, evliyalar himmet etsin
Gönül maksuduna ölende yetsin.

Huda’ya hamdolsun oldu itmam
Huda indinde makbul dini İslam.

Akaidi ehlisünnet vel cemaat
Bu millet Fırkayı naci, bu ümmet.

Huda’ya sen kerem et eyle ihsan
Yüzümüze direk davranma bir an.

Duamı müstecap et ya kerima
Bana lüfunla ihsan et Rahiyma.

Senin iltafına yoktur nihayet
Senin birliğine ettim şahadet.

Sana iman kıldım ez dil ve can
Elimde hüccetim var sırrı Kur’an.

Beni Kur’an ve imandan ayırma
Niyazımı kabul et beni kırma.

Ne kim var ehli dil sen ihsan eyle
Cemalinle, kemalin et feravan.

Dahi mümin ile hem müminatı
Kerem kıl af edip her seyyiatı.

Edip her bir nefeste zikrini yâd
Yarın mahşerde etme bizi berbat.

Diyerek ağladım kıldım münacat
O, dergâhta kabuldür cümle haacat.

Zuhurun gözdedir dilde cemalin
Görüp artmaktadır her bir kemalin.

Bu senin şükründen aciz, gedayım
Kapına gelmişem bir bi nevayım.

Nice yüz bin senin âşıkların var
Velilerde nice bin mahremin var.

Ben anın cümlesinin kemteriyim
Fakir kullarının ancak biriyim.

Kapına bu kılıkla geldim el Hak
Tecelli cemalinle bana bir bak.

Budur matlup olan senden kerem kıl
Beni mahrem edip bi kal ile kıl.

Sana mensup olan kullardan eyle
Hicabı ref edip esrarı söyle.

Haber ver sırrı pünhan edeyim ben
Anı na mahreme göstermeyim ben.

Bu esrar name ehline fedadır
Bunun sırrın bilen merdi Huda’dır.

Bu mebde ve meadi bilen el Hak
Bilir efal-i tevhidi O, ancak.

İlahi ehline ihsan, kerem kıl
Bu bir nimeti uzmadır anı bil.

Sıfatı zatı tevhide erelim
Onun esrarını aynen görelim.

Eriştirsin bizi Hak sırrına
Bakıp aldanmayalım mümkinanına.

Dahi devrini itmam ettik ey can
Bulursun du cihanda sende canan.

Diyerek hatmedip kıldım kelamı
Sana arz eyledim her bir meramı.

Vücut varlığını kıldınsa ifna
Sana varlık gelir, olmaz o ifna.

Şefi-im, desti girim Hak resulüdür
Ali Rıza senin sadık kulundur.

Bu Cönk’ün yazarı Ali Rıza Efendinin dördüncü şiiri:

-Dört şey-

Cihanın aslı dört şeydir bilirsen
Meratıb-a dört kısımda erersin.
Şeriatla, tarikatla amel kıl
Maarifle, hakikat ehli ol gel.

Bilirsen hem bulursun bu makamı
Vücut iklimine gir anlarsın anı.
Bu ilmi bilmeye bir er gerektir
Bu ilmi bilmeğe server gerektir.

Bu ilmin sahibi bil Mustafa’dır
Bu ilme erişen sahibi vefadır.
Bu ilmin sahibi dert ehli olmak
Bu sırrın rağıbı aşk ehli olmak.

Bulup bir mürşidi kâmil hakiki
Sana telkin ede esrarı hakkı.
Anın her bir nefesi zikri haktır
Neyi görür, bilir bil fikri Haktır.

O, bilmiş, anlamış mebde, maadı
Anın çok ismi vardır, Âdem adı.
Bu cümle mahlûkun zübdesi Âdem
O, âdemde bulunu başkaca dem.
Bunun bir demi vardır ekberi, azam
Neması altun olur verirse bir dem.
Anın bir nazarı var nuru Mevla
Anın ilmi değil mi ilmi kimya.

Ki anda bulunur külli basiret
Çekenler can gözüne buldu ibret.
Ülülelbap olur Hak bin olan can
Bu can bulmuştur bil sırrı canan.

O, zatı kibriyadan bahs olunmaz
O, deryayı hakikattir girilmez.
O, deryayı hakikata giren var
O, deryadan bize de getiren var.

Ermina sırrını Bilal bilir bil
O, dürri görmeğe talip olan dil
O, şakrak olur bilmez bu âlem
Beşerden nesh olur o âdem.

Yemez, içmez, uyumaz, hem beşerdir
Onu bir kimse bilmez ki ne erdir.
Gözü görmez cihanı ferdi bilmez
O, bir mesti ilahidir ayılmaz.

Hakkın naip vekili oldu bizzat
Bu dane vasıl olan buldu lezzat.
Okudum nice ehli Hak kitabı
Ne fehmettim verem sana cevabı.

Anların sözleri bil canlı sözdür
O, sözleri bilenler ehli razdır.
Bu razı bilmeğe vicdan gerektir
Liyakat kesbedip İrfan gerektir.

Benim bu bildiğim bulunsa anı
Okursun evvela sebulmesani.
Bu irfan mektebine giren âdem
Okur bu âdemin ilmin dema dem.

Seherlerde eder ah ile efgan
Huda böyle kuluna eder ihsan.
Huda’yı şüphe rahmeyler O, can-a
Dahi Hak bulunur cana kıyan-a.

Huda ilham eder kalbine anın
Gelir ayağına talip olanın.
O, anda kalbine düşer muhabbet
Sana söyler nice esrarı hikmet.

Ona teslim olan erdi murada
Onun sırrın diyemez asla yâda.
Budur benim bildiğim Allah’ü âlem
Daha çok sözlerim var söyleyemem.

Ara bul var ise ömrün cihanda
Bulup bir kâmili kul ol o, anda.
Bunlara tabi olmayan bir insan
Bulamaz sırrı insanı o hayvan.

Haşirde sureti hayvana bürünür
Yılan olur yüz üstüne sürünür.
Buyurdu Hazreti fahri risalet
Kelamı hak budur eyle riayet.

Bu ümmet on bölük haşroluserdir
Vücudun hıfzeden eroğlu erdir.
Dokuz bölüğü hayvan, biri insan
Bu insanlık nedir sen eyle iz’an.

Bu sözler cümle hep esrarı Kur’an
Bunu tasdik eder hep ehli iman.
Hidayet istersen sende ihvan
Bu sırra vasıl ol, ol ehle inan.

Bizi de bir duadan sen unutma
Sözüm inkâr edip isyana yatma.
Erenler, Evliyalar sözleridir
Bu sözlere eren mutlak velidir,

“Rıza” benlikten eyle içtinabı
Huda kılmaz velisine azabı.

Bu defterin yazarı olan Ali Rıza Efendinin beşinci şiiri:

MİRAÇ
Ref-Ref pervaz edip erdi lâhuta
İltifat etmedi bu mümkinata
Sıfattan erdi ol bil sırrı zata
İhsanı Mevla’dır leyle’i Miraç.

Bu bir sırrı haktır akıllar ermez
Kâfir’i Hak olur her kim inanmaz
Miracı ruhani namazdır, namaz
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç.

Miracın sırrını bilmek istersen
Bu sırrın özüne ermek istersen
Fani olup hakkı bulmak dilersen
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç.

Hakkı cemalini ayanen gördü
Doksan bin kelimat bize getirdi
Hak ile halk kimdir bize bildirdi
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç.

Miraç pek büyüktür kadrin bilene
Canım kurban olsun hakkı bulana
Bu sözler kafiidir arif olana
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç.

Hiçbir enbiyaya vermedi Allah
Bu sırra erişti ol habibüllah
Onun sırrı sırdır, sırrı meallah
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç.

İttihaz eyleme hakka bir mekân
La mekândır Allah buna sen inan
Değil mi dir canım elan kema kan
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç.

Maverayı âlem balığın karnı
Hakkın ihsanıdır iyi bilmeli
Tenzihi, teşbihi güzel bilmeli
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç.

Ehad ile Ahmed sırrını bilen
Mimde ki esrarı bilip de gören
“Rıza” O, mirattan haktır görünen
İhsanı Mevla’dır leyleyi Miraç

“Rıza Tevfik’in “Buluntu Cönk’te” bulunan iki tane şiiri:

-Gel Derviş- (2)

Gel derviş beri gel yabana gitme
Her ne arar isen inan sendedir.
Nefsine beyhude eziyet etme
Kâbe’si maksudun Rahman sendedir.

Çöllerde dolaşıp seraba bakma
Allah-Allah deyip sema ya bakma
Talibi Hak isen kitaba bakma
Okumak bilirsen Kur’an sendedir.

İlminle bir kılı kırka yararsın
Etrafına bakıp kimi ararsın
Gördüğün rüyada sade sen varsın
Bu nehi kubbeyi kuran sendedir.

Kılı kırka yarıp irfandır deme
Ona yahşi, buna yamandır deme
Şuna gerçek, buna yalandır deme
Birinin aslı yok yalan sendedir.

Ayrı mana verme küfr ile Din’e
Varıp gelme şaşkın şek ve yakine
Arifsen agâh ol sırrı mübine
Vesvesen küfürdür, iman sendedir.

Gir gönül şehrine dolaş bir kere
Kıyas et ne imiş güneşle zerre
Yalınız sen kadirsin hayr ile şerre
Şerre mail isen Şeytan sendedir.

Cilve etsin dersen kemaliyle Hak
Çıkıp benliğinden bir kendine bak
Ene’l Hak sözünü dilinden bırak
Lafa kulak verme irfan sendedir.

Nefsini evvela çıkar aradan
Bir renge boyanma aktan, karadan
Gönülde berk vurur nuru yaradan
Zulmette dolaşma Yezdan sendedir.

İşittim babasız bir oğulmuşsun
Hem cennette doğmuş, hem koğulmuşsun
Bunca halk içinde ne boğulmuşsun
Allah’a gücenme isyan sendedir.

Gayriden arayıp derdine çare
Varlık verirsin mur ile mara
Cennetten çıktınsa behey avare
Havva’yı aldatan yılan sendedir.

Şanın pek âlidir eğer bilirsen
Her şeye taparsın put perest isen
Yâre aşk ile eğer mest isen
Kendine gel âşık Canan sendedir.

Cahil muzahire hak diye tapar
Her köşe başında bir kandil yakar
Bu seyl-i havadis gibi durmayıp akar
Ela el ebet baki kalan sendedir.

Men bağı sendedir kısa hayatın
Gelip giden canlar hep nefahatın
Hayrette boğulma bu kâinatın
Hepsi bir kartadır umman sendedir.

Her şeyin varlığı senin özündür
Kendini çok gören kendi özündür
Bu mülke hükmeden senin sözündür
Kalıbın kürsi’dir umman sendedir.

Hey “Rıza” takat yok Hakkı inkâra
Şimdi agâh oldum sırrı esrara
Sen mahrem imişsin didarı yara
Âlemi yaratan vicdan sendedir.

“Ate’zim kokan birinci şiirden sonra, şimdi de ikinci şiir.”
(An Rıza Tevfik, İla Saıd Molla) -HOCAM-

Bana sual sorma cevap müşküldür
Sana her sırrımı açamam Hocam.
Hakkın hazinesi darı değildir
Cami avlusuna saçamam Hocam.

Kaydı ahiretle düşmem mihnete
Ben burada memurum şimdi hizmete
Hayvanımı otlatırken gidüp cennete
Sana hülle donu biçemem Hocam.

Miracı anlatma bana Eşek değilem
Bildiğin kadarda melek değilem
Günahkâr insanım ördek değilem
Bu ağır gövde ile uçamam Hocam.

Halka korku verme velvele satup
Dünya ve ahiret bu köhne galip
Ben softa değilim cübbemi alup
İmaret, imaret göçemem Hocam.

Ölümden korkar mı tez ölen kimse
Çok mazhar oldum ben Hak nefese
Bu demi sürerken ecel gelirse
İşimi bırakıp kaçamam Hocam.

Şarabı men etme er gel hüner
Âşık’ım badesiz pek başım döner
Gönülde muhabbet ateşi söner
Özürüm var sade su içemem Hocam.

Narı cehım’i önüme sürme
Günahı döküp kaygılar verme
Kitapta yerini bana gösterme
Ben pek o yazıyı seçemem Hocam.

“ Filozof Rızayım” dinsiz anlama
Dini ben öğrettim kendi babama
Çok ipte oynadım cambazım amma
Sırat köprüsünden geçemem Hocam.

Not: Bu iki şiirde de olduğu gibi Cönkten yazacağım şiirlerde İslam’ı inanışa ters düşen kavramlar olabilir. Biz bunlara katılmasak ta Cönk’ü baştan sona yazmak istediğimiz için bu şiirlerin yazılması hoş karşılanmalıdır. (B. ÇÖL)

Cönk de ki Üçüncü şairimiz Selami dir. Bu defterde dört tane şiiri vardır. Birinci şiirini buraya alıyorum, diğer şiirlerini sırası gelince yazılacaktır.(3)

-BİZ-
Biz camı mey, saki baki le mestiz
Ayanı ham mikdeyi besmi elestiz.

Bi vasıtadır Peygamber ruzi ezelde
Zahirde dahi mürşit ile desti bedestiz.

Beyt dilimizde komadık suret gayri
Bi keyfi cihet sıdk ile Allah perestiz.

Ayine siyiz sureti esrarı Huda’nın
Her geç nazarın çeşmine bir can şikestiz.

Erdirdi fena menziline cezbeyi Rahman
Na bud oluruz vecd ile ki sahvile hestüz.

Haver gibi aalayı meratip deyiz amma
Yüzler süreriz pertuş hakine pestiz.

Her canibe dönsek görünen nuru Huda’dır
Her bir merre miz Kâbe’ye bir kıble numadır.

Düştükse nola biz vatn-ı bezmi bekadan
Gurbet buluruz çileyi gurbetle fenadan.

Vaz-ı olduk ise kenz gibi mahzeni tende
Var tılsımımız hak ve hava, ateş remadan.

Müşkülümüz halline bir defterimizdir
Her berki şecere meseleyi sırrı Huda’dan.

İndik felek maine, İsa gibi pervaz
Tecrit ile azat olalı, nida sivadan.

Gark etse bizi gece gamman meşakkat
Lüülü’ü safa ahzederiz bahri beladan.

Melamileriz mucizeyi küşteyi Nuh’a
Ne havf ve hatır var, bize tufan’ı kazadan.

Pervane gibi can atarız şem’i visale
Bülbül gibi âşık değiliz her gül-ü aale.

Biz şal siyah içre, veli şekli gedayız
Uşşak’a mutaf harem hası Huda’yız.

Konduksa eğer nokta gibi ba’i vücuda
Mana gibi terkibi cesed içre hafayız.
Biz maşrık’ıyız kevkebi esrarı Huda’nın
Eflaki meani de ziya niçin safayız.

Bu âlem-i kesrette bulup vahdeti zatı
Vahid’le, ehad sırrına arifi irfanız.

Musa’yı dille tur ederiz guh vücudu
“Erini” çağırır sırrı ile bi mebni sadayız.

Tebdili libas eylemişiz âlemi melekte
Cismiyle fena, Ruhiyle manide bekayız.

Tahkika erer mi kişi bin yıl ede taklit
Çıkmaz felek çare tutan hürde tecrit.

Taklidi koyup gel olalım aşkla hem rah
Tahkika erip eyleyelim seyri ilellah.

Hali edelim beyti dili levsi sivadan
Taht edelim gönül mülkünü ta aşk şehinşah.

Bahsin koyalım meseleyi canı buhurun
Kaal’den dönelim hal’e, gide havf, hatır gâh.

Ref eyle “Mini” perdesin ebni’e dilden
Temsili sıfat görüne esrarı Hüvellah.

İtlaki kuyut eldim Bendi sivadan
Iskatı izafat iledir vahdeti şehrah.

Efaali hakkı etmeyelim hadise isnat
Her şeyi cihanda eden, eyleyen Allah.

Sırrı ehad eşyayı müzahirde ayandır
Ruşen görünür arife, ağyara nihandır.

Zahitler eğer döndü ise köşeyi halvet
Bir köşeyi halvet bize, bu âlem kesret.

Mahıv eylemişiz varımızı rah’i Huda’da
Gark eyledi dil katresini kılarım vahdet.

Hacet değil envarı bize mehr ile mah’ın
Dil hanesine yaktı Huda şem’i hakikat.

Fahreyler enis ehli riya tacı vekadan
Uşşaka yeter rahneyi mez senki melâmet.

Her kim bizi taan eyler ise, ere murada
Meddahımız odur ki bizi ede mezem met.

Mülhit deyi söylerse eğer kürsüde vaiz
Mazur tutarız başa bela çunki cehalet.

Biz fakrımızı dermiyiz erbabı gınaya
Sarf eylemişiz varımızı Rah’i rızaya.

Taklit ile Tahkika kişi mahrem olur mu?
Cah terkiyle her taç giyen Ethem olur mu?

Gel vakıayı asla bırak hab’ı, hayali
Zi ruhla evham ve hayal teveeüm olur mu?

Derviş mi olur laf’ı tasavvufla âdem
Bezir sanayi ile suyu zem-zem olur mu?

Aşk ehli ile ehli riya müttehit olmaz
Bir yerde hüner ehli ile vezğı hem dem olur mu?

Her şekli geda arife taan eyleme zahit
Hiç fakrı fenaya giren âdem kem olur mu?

Âdem odur kim ola mücevved melaik
Cah ehline baş eğmekle âdem olur mu?

Bir devlete er kim ola encamı saadet
Badeyi necat ola sana ruzi kıyamet.

Sofilere bu taç’ı riya gerçi şereftir
Manen de hubbab her birinin kalbi mehazdır.

Bir genç kahrı zan olunur şekliyle amma
Gevher deyi arz eylediği senki hazeftir.

Her na halefin karı değil mesnedi irşat
Kim varis ola sırrı resule O, haleftir.

Esrarı ledün semi rivayet ile olmaz
Ne kaideyi bir şey ki kemalat seleftir.

Bu zulmeti tende içe gör Ab’ı hayatı
Hay ede ermeyenin ömrü teleftir.

Bir kılarım bi kasır gibi kalbine âdem
Dil Lüülü’ü esrarı ilahiye sedeftir.

Ya Rab bizi kıl lütfün ile vâkıfı esrar
Kim meslekimiz ola bizim, mesleki şattar.

Ya Rab bizi mest eyle meyi bezmi kademden
Can didesin aç hadisi hımar olmadan.

Ya Rab hacip çarımız et vahdete meftuh
Mahrem olunalım sırrı dil canı haremden.

Ya Rab bize fakru fena rah’ını göster
Dil reşnesini kes hevesi hablü hışımdan.

Kıl cu-i tecerrütle bizi vasılı rüyet
Keylar deli aça, tehi zahri şikemden.

Ya Rab bizi layık’ı envarı Şuhut et
Eşyayı teın de nihan sırrı hikemden.

Ya Rab basrı canıma gül eyle Resul’ün
Estikçe badi saba bastığı her haki kademden.

Ya Rab beni meddah evsafı Resul’e
Zira ki odur bais olan sana vusule.

Ol Padişah’ı “Sümme dena fetedella”
Fermanda “Fekane gabe gavseyni ev edna”

Sümbül saçının vasfıdır sureyi “Velleyl”
Gül ruhlarının nakşı okur nuru Duhayha.

“Maazağ” ile mükemmel idi edal ayın
Ola gözlere mahsus ebedi seyri rüyeti Mevla.

Künciney’i surette durur ümmü kitabı
Zahrında Huda etmişti hatmiyle imza.

Bir el ki işaretle eder ortadan mah’ı şak
Bir pay ki olur rah ruy’i arşı muallâ.

Destinde kamu levhu, kalem, emru nevahi
Tefvisına kamu kabzına dünya ile ukba.

Sultanı resul, efzalı halk, yani Muhammed
Mahbubi Huda, nuri ahad, Hazreti Ahmed.

Teşrifi için emri künnin mazharı âlem
Yüzü suyunun tıyniyetidir Hazreti âdem.

Yer bülbülüdür Ravzayı ulyasına Davud
Pervane raci mihrine İsa bin Meryem.

Taksimidir ol nur Ebel Kasım’ın erzak
Heb muti hının nimetidir âlemi münam.

Felek kermi Nuh’a olur münci-i ğargap
Nurudur eden narı Halil’i gül şenem.

Uşşakın olup buse gahı Kabe’i keffeyni
Zebri kadem’i teşne’yi İsmail’e zem-zem.

Hüsnünden alan zerre, olur Yusuf Kenan
Âlemde Süleyman’dır eden namını hatem.

Olmazsa eğer Asiye lütfüyle nigahı
Haşır ehlini bizar kılar nidanın aahı.

Ya hükmü kader, emri şefaat ana mahsus
Cürm ehlinin oldur iki âlemde nigahı.

Zatıdır anın matla-ı hurşidi şefaat
Bir zerresidir mahvı kılan leyli günahı.

Ol Padişahın sıdk ile babında kul olsun
Kim isterse devlet gayri mütenahi.

Fersude cebin ile yürü haki derinde
Bin zar ile sür eşiğine ruyi siyahı.

Emmare’i Mar etti bizi zenp ile zehrap
Ziyafeti şefaatle medet eyle ilahi.

Gel nefsine dil bülbülü olsun tekellüm
Bağı harem ravzasına salli ve sellem.

Biz varisi küncinei sırrı nebeviyiz
Eşrafı ümem, silsile’i Mustafaviyiz.

Ki bedr oluruz halka zıya niçin meserret
Gahı felek üç gammın mahı neviyiz.

Derdesti bikef sailiyiz babı ulumun
Dergâhı rızadır yerimiz murtazaviyiz.

Her nevine bin can veririz aali abanın
Has ümmetiyiz, din’i Muhammed’de kaviyiz.

Ne köşesini bekleriz amma ki “Selami”
Can kevserine zamedenin nesine ruyiyiz.

Biz rehberiyiz saliki rahi hüsnünün
Ol gurrai ayneyn, resulüs segaleynin.
**** *** ***
-BEN-

Şaha bu benliği pazarı aşkta senden aldım ben
Anın için bu derunimde aradım seni buldum ben.

Ne sen bensiz bilinirsin, ne ben sensiz bulunurum
Seni bende, beni sende bulup seninle doldum ben.

Ne hikmettir bu âlemde Kimi Mecnun, kimi Leyla
Heman bu cümlesi sensin, görüp hayrette kaldım ben.

Çun sensin âşık ve maşuk, dahi Şirin ile Ferhat
Niçin Ferhat olup bu varlığım dağını deldim ben.

Ne sen bensin, ne ben senim ki, sen, ben şirk olur zira
Bu sen, ben defterini ol sebep dendir ki sildim ben.

Vücut iklimini yer-yer tefriç eyleyip ahır
Çun sensin “Zatiya” maksut, anın için sana geldim ben
*** (4) *** ***

-ANDADIR-

Her neye baksa gözün bil sırrı sübhan andadır
Her ne işitse kulağın fakrı Kur’an andadır.

Her ne mahlûka göz ile baksan ol mahlûk olur
Hak gözüyle bak ki bi şek nuru Yezdan andadır.

Kesreti emvaca bakma cümle diyar bir durur
Her ne mevci ki görürsün bahri umman andadır.

Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem
Bir ilimdir ol ki cümle ilmi irfan andadır.

İbret ile şeş cihetten görünen eşyaya bak
Cümle bir ayine dir kim, vechi Rahman andadır.

Söyleyen ol, söylenen ol, görünen ol, gören ol
Her ne var aala ve esfel, bil ki canan andadır.

Mazharı tam Veli âdem yüzüdür şüphesiz
Ki, zatı, hem sıfatı, cümle Yezdan andadır.

Görünen sanma “Niyazi’nin” hemen sen mülkünü
Gönül bir viranedir ki, künhü pinhan andadır.

Niyazi Mısr-i nin sürgün edilmesine sebep olan ve Vahdeti Vücut fikrini çağrıştıran şiirlerinden birisi.
*** *** *** (5)

-SENDE İSTE, SENDE BUL-

İster isen bulasın cananı sen
Gayra bakma sende iste, sende bul.
Kendi miratında gözle anı sen
Gayra bakma sende iste, sende bul.

Her sıfat kim sende var izle anı
Erişince zatına özle anı
Gör ne sırrı feyz olur gözle anı
Gayra bakma sende ara, sende bul.

Kenzi mahfi aşikâr hep sendedir
Yaz ve kış, leylü, Nehar hep sendedir
İki âlemde ne varsa hep sendedir
Gayra bakma sende iste, sende bul.

Men arefe sırrına er go gafleti
Haşru, neşreyle tamuyu, cenneti
Gör ne remzeyler bu insan sureti
Gayra bakma sende iste sende bul.

Haşrı suru çalan inkâr eyleme
Enfüsi ve afakı bil ar eyleme
Gülşen iken yerini nar eyleme
Gayra bakma sende iste, sende bul.

Zatı hakkı anla zatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Hem sıfatı, hem sıfatındır senin
Gayra bakma sende iste, sende bul

Sureti terk eyle mana bula gör
Ey “Niyazi” şarka ve garba dola gör
Ko, sıfatı bahri zata dola gör
Gayra bakma sende iste, sende bul. (6)

Bu ve bundan evvelki şiirler de Vahdeti vücut fikri anlatılmaktadır. Bu anlatımları şer’i yönden kabullenmesekte, defterimizde ki bütün şiirleri yazdığımız için bunları da yazıyoruz. Mazur görüle!

-MUHABBET-
Kenzi mahfiden zuhur etti muhabbet iptida
Ol muhabbet hilkatin giydi şahı enbiya.

Pertevi nuru ehad’ di, vahidiyyet buldu ol
Var oldu, varlığına Arş’u, Kürs’ü ve Sema.

Nuru ezber’den giyip ol tacı başına
Hem ser per saltanatta kıldı ol şah istiva.

Çun nübüvvet âlemine ser füru etti heman
Barigahına dikildi nuru ahzar dan liva.

Bildiler kim Şah’ı “Levlak” cihan budur.
Ayağına sürdü yüzler enbiya’ü evliya.

Mazharı zat ve sıfat ferdi Ehad’dir şek değil
Anın için cephesinde nuru hak verdi zıya.

Anın için şeriata etti şüru, ehli ukul
Anın için gittiği yola giderler esfıya.

Li maallah sırrını âşıklara kıldı beyan
Anın için verdiler ayine’i kalbe cila.

“Mutu gable en temutu” dedi çünkü ol Resul
Anın için varlığından oldular onlar ifna.

“Semme vechüllah” remzi çun tedris eyledi
Sem’i cana erdi ol dellal vahdetten nida.

Çeşmi irfan göründü her taraftan ruy’i Hak
Geçen “Mazagal besar” dan çünkü çekti nuniya.

“Zati” edna nice medh eyleye ol şahı kim
Çun ola meddahı anın ol cenabı Kibriya.
————-

-EYLEDİN-

Ahseni takvimini Âdem’de peyda eyledin
Kimin eala eyleyip, kimin edna eyledin.

Bir avuç toprağa verdin kendi sannın’dan ziya
Anın için aşk ile uşşakı rusvay eyledin.
Gerçi maşuksun amma sureta âşık olup
Dide’i uşşaktan hüsnün temaşa eyledin.

Halka-halka eyleyip zülfün rıhı dildarede
Merği gönlümü benim ol deme ilga eyledin.

Gör tahammül eylemezken sureta arz ve sema
Heyeti Rahmana bu insanı meeva eyledin.

Gülşeni vahdette zati nice Afgan etmesin
Bülbülü suri de düşen sen anı Şeyda eyledin.
*** *** ***

-KİMDEN ALAYIM HABERİ-

Ah kim derdi derunim yine buldu zararı
Yine eflaki siyah eyledi O, hem şereri
Levhi dilde komadı başım eğerçe eseri
Ah serdi sihr eyle yine buldu gezeri
Yıl gibi yıldım, aradım, bulamadım bir eri
Dedim ey badi saba, söyleme aldım haberi
Hassı ve aammı şeyh edinmiş pir alayı Hayri ve şerri
Sana düldül deyi satar vallah’i lenki, darrı
Ne hakikat bilir ebter, ne gök anlar, ne yeri
Bağlamış terkisine kıl ip ile hayrül beşeri
Her yana gâh İskender gibi kıldım seferi
Gâh Süleyman gibi saldım yedi iklime çeri
Okudum kavli Ebubekir ile İbn Ömeri
Kimi Abbas-ı delil etti, kimi İbni Hacer-i
Açtı şahbaz dilim her yana bal eyledi peri
Eyledim seyrince mazarrat siperi
Görmedim Gülşeni ekval da hiçbir şeceri
Ki beyti şahinin üstünde muradım semeri
Yazmamış Gazi, Keşşaf ve hariri Taberi
Haberim yok güzelim kimden alayım haberi.

Seni âlim sanma Arşı muallâda arar
Kimi esmada, kimi kenci müsemmada arar
Kimi aarafta, kimi cenneti meevada arar
Kimi dağda, kimi bağda, kimi sahrada arar
Kimi gökte, kimi yerde, kimi deryada arar
Kimi Havrada, kimi Âdem ve Havada arar
Kimi sim ve zer ile gevheri yektada arar
Kimi hurşidi cihan tabı mücellada arar
Beyti akdeste, kimi Kâbe-yi ulya da arar
Kimisi debre girip lat ile uzzada arar
Kimi Yakup saffeti Yusuf zibada arar
Kimi Yusuf olu ben ruy’i Züleyha da arar
Kimi mecnun olarak sureti Leyla da arar
Kimi vamık gibi ruhsarı azra da arar
Kimisi bağa girip sırrı semen sade arar
Gül ve sümbül de, kimi Bülbülü Şeyda da arar.
Kimi levha yazılan nokta ile mana da arar.
Kimi tahmis ile eşar da ve muamma da arar.
Yazmamış Gazi, Keşşaf ve hariri Taberi,
Haberim yok güzelim kimden alayım haberi.

Söyle ey mah, burcu kubbe-yi hazra da mısın?
Yoksa ol sem’ı mız feleki araa da mısın?
Kürsü, levhu, kalem, sidre’i tuba da mısın?
Yoksa envarı Huda, nemci tez bada mısın?
Baisi hilkat olan gevheri yekta da mısın?
Yoksa mesnu’un olan cümle eşyada mısın?
Saye-i zatın olan daveri dara da mısın?
Zatına şahit olan şahidi mana da mısın?
Aksi ruhsarın olan ruyi musaffa da mısın?
Çeşmi ve can benin olan nergisi şehla da mısın?
Acep enhar gibi tay ile sahra da mısın?
Gehey Musa da, gehey çun yedi Beyza da mısın?
Mesicid-i, medrese de, kenci musalla da mısın?
Zahidin Huu deyi ettiği gavga da mısın?
Leyt ve lebis demi, balada, alada mısın?
Gaf’ı Anka da yahut “Yasin” ve “Taha” da mısın?
Gehey süflide, gehey âlemi bala da mısın?
Gehey İsa da, gehey Hacer ve Sara da mısın?
Yazmamış Gazi, Keşşaf ve hariri Taberi,
Haberim yok güzelim kimden alayım haberi.

Nice dem hem nefsi nale ve feryat oldum.
Ah ile tahtı Süleyman gibi berbat oldum.
Gâh olup bende, gahey mutlak azade oldum.
Tahtı izzette, gahey gizli şahadat ta oldum.
Gahey mamur olu ben vasl ile abat oldum.
Yıkılup gâh gamı hicran ile naşat oldum.
Hızır ile hem dem olup gabili irşat oldum.
Can ve dilden ne ki derler ise minkad oldum.
Gahey hemrah olup Aktap ile evtat oldum.
Nece dem keşfü, keramet ile mutat oldum.
Şerefi züht ile ki, eşrefi ıbad oldum.
Şiddeti nefs ile ki, besbeter şeddat oldum.
Nefsi bet hava himi öldürmeğe cellât oldum.
Çekerim zahmeti Süleyman gibi kasap oldum.
Gahey mollalar ile zümrei eşhad oldum.
Gahey ayyaş ve kumarbaz ile nirat oldum.
Gahey simsarlık edü ben, gahey şeyyat oldum.
Gerçi kim okumada, yazmada üstat oldum.
Yazmamı Gazi ve Keşşaf ve hariri Taberi
Haberim yok güzelim kimden alayım haberi.

Kanda bulsan anı kim yokta değil, varda da yok.
Âşık zarda yok deyu mekkar da yok.
Ne felek şeş cihet ve seb’a-yı Seyyara da yok.
Hal’ü müstakbel ve evza ile etvar da yok.
Nik ve bedde değil, asayişi rişvar da yok.
Ebri baran kılan dide’i izhar da yok.
Gül ile har da yok, bağ ile Gülizar da yok.
Mısır, Şam, Halep, Mekke ve Riyat ta yok.
Yemen ve hind ve Neccar da ve Tatar da yok.
Atlas ve kemençe değil, dirhem ve dinar da yok.
Kenci dükkânda değil, şehir ile Pazarda da yok.
Nice vasfedeyim anı kim dürrü ve dıvar da yok.
Köşeyi mikde de, haneyi Hımar da yok.
Ser beser hayli cihan, zümre’i ahbar da yok.
Dahi ser cümle muhacirde ve ensar da yok.
Fıkhı, tefsir, ehadis ile asarda yok.
Kalbi viran “Senayi” dili efkârda yok.
Zahir ve batın, ayan ile esrar da yok.
Yazmamış Gazi ve Keşşaf, hariri Taberi
Haberim yok güzelim kimden alayım haberi.

Ey çeken derdi zamla gece ve gündüz kederi.
Eyleyen firgat ile dem bedem aah seheri.
Keşfedü-ben cihanı, dolanıp bahri, berri.
Görmeyen şem’ile mehtap da nuru kameri.
Hardan bülbül ve sen cana vurup neşteri.
Korkmadın gülşeni âlemde gezip derdi, teri,
Bulmayıp kendine bir arif Hak rehberi.
Etmedin kuy-i Dilara, murada seferi.
Aşk ile eylemedin Hayri havadan gezeri.
Bulmadım diye kezzaf eyleme, eyle haderi.
Haki rahin de akıbet hasret ile eşin teri.
Ola nama haslın dilde maarif temeri.
Narı aşkıyla Yakup cümle sıfatı beşeri.
Kalmaya sende dahi derece benlik eseri.
Kalem ede kuh-i enaniyeti aşkın teberi.
Buluna maden canında muradın güheri.
Dide den perdeyi kaldır, güzel eyle nazarı.
Arif ol aç gözünü, sana sözün muhtasarı.
Gel bırak bu hevesi danış ilmi hüneri.
Bulamazsın okusan bin kütübü muteberi.
Okudum Gazi, Keşşaf, hariri Taberi
Aradım sordum anı pirden aldım haberi.

Nice bulsun kişi ol yarı ki ehva da arar.
Gah’ı tenzih, gah’ı teşbih ile huyla da arar.
Bilmeyip “Men arefe’yi” gayri eşyada arar.
Benzer ol mahiye, suyu yine deryada arar.
Haşrı, neşri arasa âlemi ukba da arar.
Görmeye dost yüzünü, cenneti meeva da arar.
Sırrı zahirde arar, zahiri ahfada arar.
Güya pertev mührü şebi zulma da arar.
Abu hayvan deyi İskender ve dara da arar.
Nefhi ruhı koyup, İsa’yı etba da arar.
Zahidi tekkede, rindi musalla da arar.
Arif ehli dili mesnedi takva da arar.
Kimi esrar deyi şibre ile bade arar.
Neşeyi, aşkı varıp, sağırı sahba da arar.
Kimi indince riyazat ile esmada arar.
Kesreti halvet ile bulmağı tenha da arar.
Arif oldur ki heman nüsha’i Kübra da arar.
Kalp mümin gibi miratı mücella da arar.
Cümle kendinde bulur, her ne ki dünya da arar.
Ana hep zahir olur nesne ki mana da arar.
Okudum Gazi ve Keşşafı, hariri Taberi
Aradım sordum anı pirden aldım haberi.

İsteyen yârini sera ile darada bulur.
Sıdk ile âşık olan kesreti tenha da bulur.
Nuru mihri dileyen çarımı mina da bulur.
Matlabı lüülü’ü mercan ise deryada bulur.
Teşne’i zem-zem olan Kabeyi ulya da bulur.
Hızır veş Abı hayatı kişi zumla da bulur.
Yedi Beyza dileyen Hazreti Musa da bulur.
İsteyen nefhayı ruhu dem’i İsa da bulur.
Sırrı Miraç arayan sureyi esra da bulur.
Mustafa sırrını gavseyn ev edna da bulur
Kubbesi veş aşk olan Matlabı Leyla da bulur.
Kimi pervane gibi şem’i şep arada bulur.
Bülbülü gör ki muradın güli hamra da bulur.
Âşık mest ezel camı Mustafa da bulur.
Kimi mescitte eğüp boynunu takva da bulur.
Kimisi zikre müdavim olup esma da bulur.
Nefi ve isbat ederek maksadın illa da bulur.
Kimi mecnun olu ben cezbe’i Mevla da bulur.
Okudum Gazi, Keşşafı, hariri Taberi
Aradım sordum anı pirden aldım haberi.

Nice dem firkatı canan ile berbat oldum.
Serseri gun-i gezip per seş mutad oldum.
Guh edip miskini vamık gibi naşat oldum.
Camı azra ile narsa zen feryat oldum.
Neşeyi gam zen guh dile Ferhat oldum.
Kuyi şirin arayıp azimi Bağdat oldum.
Bir zaman secde keş mesleki zühhad oldum.
Düşürüp rahımı mescitlere İbbad oldum.
Gece, gündüz çalışıp sahibi evrat oldum.
Yar hayalin dile nakşetmeğe behzat oldum.
Dar deyi dadıma keşti dir herrat oldum.
Agıbet damın pirin dönicek şad oldum.
Yüz sürüp babına bin canla mink at oldum.
Mihneti bendi beladan hele azat oldum.
Yapılıp beyti dilim feyizle abat oldum.
Şimdi gelmiş gibi bu âleme nevzat oldum.
Okudum ilmi ledün dersini üstad oldum
Derdi mendin dili derdine imdat oldum.
Aynı ibretle bakıp her şeye Dilşat oldum.
Vahdeti Hakkı görüp cümlede irşat oldum.
Okudum Gazi, Keşşaf, hariri Taberi
Aradım, sordum anı pirden aldım haberi.

Bir muammada o kim yokta var, varda var.
Şebi zulmette de var, ruzi pür envarda da var.
Cehr ve ihfada da var, batın ve izharda da var.
Hemi esma, sıfat, fiil ile asarda da var.
Tekke ve medresede, sofi ebrarada da var.
Mümin, fasık ve ahyar ile eşrarda da var.
Şem’i pervazda var, Bülbülü gül zarda da var.
Aşk ile Ef’i-de de, muvakkit olan narda da var.
Hüznü aşıkda da var, gezdiği köhneler de de var.
Daima hu çekip ah ettiği dil darda da var.
Zahidin cennet için sürdüğü ezkarda da var.
Arifin vuslat için kıldığı efkârda davar.
Gözün aç perdeyi sil şehrile pazarda da var.
Her neye baksan orda yar ile ağyarda da var.
Belki sandukayı sarraf kehribarda da var.
Ehli şevkın çalışup eylediği karda da var.
Cemine can ile baş verdiği dinarda da var.
Oku gel nazmı dürer yarımı eşarda da var.
Bu “Selami” gibi dilhaste ve naçarda da var.
Okudum Gazi, Keşşafı, hariri Taberi
Aradım sordum anı pirden aldım haber. ***

-GEL-
1 2
Ey talibi Mevla olan Vay ragıbı Aala olan
Gel masiva dan kıl hazer. Eyle hemen hakka nazar.
3 4
Gözün duna eyleyi gör Bir mürşit kâmile elin
Halkı bırak Mevlayı gör Tutup da der mana gelin
Aşk yeminin boylayı gör Er gör fenaya menzilin
Kıl gaf’a kurbiyi sen mekar. Ere bekadan hoş haber.
5 6
Daim teveccüh kıl hakka Bu dideyi fani eyle
Er sırrı zatı mutlaka Kim göre, Hakkı kim bile
Aşk ateşin varın yaka Haktan huzurullah dile
Kalmaya sende bir eser. Al tamin den bir hüner.
7 8
Akıl ile gidilmez yola Gel ol gönülden hakka kul
Hâşâ ki eşya hak ola Kendin unutup hakkı bul
Gönlün huzur ile dola Esrarı vahdet ile dol
Vuslatta budur makber. Aç ana doğru balü per.
9 10
Budur Şeriat mezhebi “Bedriye” lütfet Rabbena
Budur tarikat meşrebi Canın feda etti sana
Budur hakikat Matlabı Babü rızada kıl fena
Eyle hılafından hazer. Eyle bekadan behre ver.
********** (6)
-GÖR-

Nefyedip ağyarı dilden, Hakka dön gel yarı gör.
Debde’i Hak beyyiin bulup bu darda deyyarı gör.

Eyle gel miratı kalbin, masivadan hoşça pak.
Nefsini kesretten geçip, dilde heman ol varı gör.

Yok, bu Pazar fenanın südü bildin ey gönül.
Kıl teveccüh sen sana gel, Hak ile pazarı gör.

Kesreti ağyara bakma, vahdeti hakkı gözet
Geç bu suret âleminden, manide didarı gör.

Gel Cemali “Semme vechullah’ı” gözle “Bedriya”
Arif isen tahtı dilde Şah olan hünkârı gör.
***
-OLMAZMI?-

Gönül miratını sofi mücella etsen olmaz mı?
Cemali bari bu yüzden temaşa etsen olmaz mı?

Olup bir kâmile bende ana teslim dili kalbin
Ser vurup Hak sivasından, teberra etsen olmaz mı?

Araf’dan okuyup dersi hem olsun nefsin arif
Bilüp Hakkı ana bir hoş tevella etsen olmaz mı?

Tahalluk eylesen halka Muhammed’le vücut içre
Sıfatın Hak sıfatıyla muhalla etsen olmaz mı?

Muradın vakıf olmaksa rumuzu li Maallah’a
Sadef asa dil ve canın, musaffa etsen olmaz mı?

Yolunda can neşet edip, visalin zevkini bulsan
Özün müstağrak nuri tecelli etsen olmaz mı?

Huzuru enisi dilde bularak zevk eylesen daim
Cenabı Hak ile canın, mahya etsen olmaz mı?

Nola vahdetle mamur eyleyip dil tahtını sende
Bu gönlün “Bedriya” arşı muallâ etsen olmaz mı?
*****
-YA RABBENA-
1 2
Ya Rabbena, Ya Rabbena Lütfet bana, Lütfet bana,
Rahmet kulun biçareye. Rahmet kulun biçareye.
3 4
Bir acizi biçareyim Gerçi günahım bi adet
Lütfeyle yüzü karayım Lakin seni bildim samed
Ettim kesli avareyim Lütfet ey Allah’ım medet
Rahmet kulun biçareye. Rahmet kulun biçareye.
5 6
Zenbi vücudum pek büyük Benden beni al Rabbena
Çekilmez oldu iş bu yük Senden yana sal Rabbena
Zatın büyük, affın büyük Bahşet bana hal Rabbena
Rahmet kulun biçareye. Rahmet kulun biçareye.
7 8
Kurtar siva’dan Rabbena Yakma fırakın narına
Vals’ın müyesser kıl bana Er gör beka gül zarına
Bulam beka, eder beka Koyma bu işim yarına
Rahmet kulun biçareye. Rahmet kulun biçareye.
9 10
Yandırma narı firkata Bahşet bana aşk ateşi
Er gör sarayı vahdete Ref et gönülden teşvişi
Girem huzuru hazrete Başıma koy devlet kuşu
Rahmet kulun biçareye. Rahmet kulun biçareye.
11 12
Lütfet kulun avareye Benden beni fan ede gör
Sen merhem et bu yaraya Katre kün umman ede gör
Hiç kimse girmez araya Vasl’ın la handan ede gör
Rahmet kulun biçareye. Rahmet kulun biçareye.
13 14
Ref et hicabı gafleti “Bedri” kulundur derdi ment
Kesrette edem vahdeti Döndü sana ol müstement
Bulam huzuru Hazreti Ya Rab bişahı nakşibend
Rahmet kulun biçareye. Rahmet kulun biçareye.
***********

-OLMUŞLAR-

Cihan cana senin dildare’i ruhsarın olmuşlar
Bütün müştak nuri cilve’i didarın olmuşlar
Esirü, piycü, tap zülfü amber yarın olmuşlar
Sera ser müptelayı gamzeyi sah harın olmuşlar
Görenler, görmeyenler hep pereştikârın olmuşlar.

O, kim mesti mey aşkındır özge camı bilmezler
Demi hayrettedirler vakti suphu Şam’ı bilmezler
Seni senden dilerler, Başka hiçbir kamı bilmezler
Ararlar zatı pak’in bir nefsi aramı bilmezler.
Anın çun Kâbe’yi kuyen de hep devvarın olmuşlar.

Eğer çe nuru veçhin görünür turu tecella dan
Cemali vahdetin pek aşikârdır her miraya dan
Sıfatı zatı pak’in münfehimdir cümle eşyadan
Vücudu gün sensin bu ayandır la vella dan
Fakat zaferde her şeyi perde’i settarın olmuşlar.

Erenler remzi dersi men aref den aynı imana
Yetenler o hakayık mektebinden zevki irfana
Katanlar katrasın say eleyip deryayı ummana
Saadete onların dır kim erer derdinle dermana
Serper li maallah üzere her dem yarın olmuşlar.

Hitabı “len terani” de acep remzi Celal’in var
Kelamı imada müjde’i zevki visalin var
Bakılsa her ne veçhe anda envarı Cemalin var
Bütün ayan ve eşya üzere asarı kemalin var
Cihan hep mazharın âlemi tecelli zarın olmuşlar.

Ezel anlar ki cümle sakin dergâhı izzet ti
Bütün vahdet teşeyyün barigahı Iz ve rifatti
Harimi izzetinde cabi kir kurbi vahdeti
Seninle hem dem halveti saray zevku vuslattı
Neden şimdi kimi yâr’in, kimi ağyarın olmuşlar.

İlahi kudretin idrakte bin acz ve hayretler
Nedir bu anasırı imkânda bunca sır ve sıfatlar
Nedir bu halli müşkül bunca hikmetler, hakikatler
Nedir insanda böyle başka-başka mazhariyetler
Kimi merdut, kimi makbul, kimi muhtarın olmuşlar.

Kimin imanı kâmil ehli kalbin boş şikest ettin
Kimini dilbendi zinnar eyleyip ateşi perest ettin
Acep kim bazen hesti nisbet, bazen nisbeti hest ettin
Bu manadan cihan Hayri, nekr esrarın olmuşlar.

Libası masivadan soyunup uryan olanlar hep
Gözünün ışık şevki dem be dem niran olanlar hep
Tariki vahdetinde mazharı iykan olanlar hep
Serayı sinesi “Hazmi” gibi viran olanlar hep
Bu kevni mihnetten kurtulup ehrarın olmuşlar. (7)
********

-ADEM-

Gayrini ref etti Huda Havva’hi olan Âdem
Vahdetine enis içre maallah olan Âdem.

Gördü bu meraba da olan zatı, sıfatı
Mihman nihan hane’i dergâhı olan Âdem.

Sildi heremi dildeki evsafı vücudu
Yoklukta ki, bu zevkten agâh olan Âdem.

Attı bu siva nakşini sırrı safha’i dilden
Her bir nefesi ah olan, Allah olan Âdem.

Bi şüphe ki “Hazmi” yetişür uç kemale
“Bedri” gibi bir kâmile hemrah olan Âdem.
***
-BAŞKA-

Cihan bir badenin mesti, Veli mestaneler başka
Çerağ bizim birliğin, yanan pervaneler başka.

Bütün birliğinin meftunudur sahrayı aşk içre.
Hakikat birdir amma, söylenen efsaneler başka.

Muhabbet şevki gerçi cilve ger dir her tabiatta
Fakat aşk içre canın terk eden merdaneler başka.

Harimi yâre vuslat zevkini almaz, girse de zahit
Ki anda aşinalar başkadır, bigâneler başka.

Değil bu zahid’aa, sen bildiğin mi, bildiği sağır
Cihanı marifette devir eden peymaneler başka.

Bulunmaz “Hazmi” her viraneden geçince irfan
O, kenzi marifet mahfi olan viraneler başka.
******

-EDEMEZSİN-

Her göz ile bu âlemi idrak edemezsin
Her söz ile mirati dili pak edemezsin.

Sahrayı dile vakfı nazar eylemedikçe
Zaptı emeli besteyi fişrak edemezsin.

Kendin çekip alamazsan enaniyet elinden
İrfan evinin perdesini çak edemezsin.

Bul vahdeti aşka sana bir rehber irşat
Yoksa dil damın ken işrak edemezsin.

Zannı şaibesin silmez isen safha’i dilden
“Hazmi” bu şebbi tebreden imsak edemezsin.
****

-KADERDE-

Mesken tanımam âlemi berlane kaderde
Sevmem anı berhaneyi virane kaderde.

Ne neşveyi ikbali, ne de zeki hayatı
Değmez nazarımda o bir efsane kaderde.

Göstermedi asar nüma nahli ümidim
Topraklar arasında biten dane kaderde.

Gamdan ne kadar süzüş edersem de o yara
“Hazmi” acımaz halime bigâne kaderde.

İncinmem O, goncayı gül zarı cemale
Hari şemsi işlese ta cane kaderde.
:::::::::::
-ARAMAZLAR-

Hal ehli olan küfrile imanı aramazlar
Zevk ehli olan Adet ve erkân aramazlar.

Mülk dili dil darına teslim kılanlar
O, tahtı gaha başka Sultan aramazlar.

Bu veçhe muhabbet ki tecelli ede anda
Erbabı vefa hal hatırat aramazlar.

Cananına canını feda eyleyen uşşak
Ettikleri ihsan için, ihsan aramazlar.

Taatıyla rehyabı feyz olmaz, onlar kim
Bu merhalede neşveyi irfan aramazlar.

Dermanı’nı derdinde bulan ehli muhabbet
Bir başka deva hanede derman aramazlar.

Zühd ehlinin ahvaline haddi hayf kim “Hazmi”
Bir katre ya kani olup, umman aramazlar.
+++++++++

-HAZRETİ-

Buldun ey dil rahi aşkta, rahnuma yı hazreti
Guşi huşun cem edip terk et sivayı hazreti.

Eyle mutat nazarla bir kadem hoş seyreder
Hayrette var anda kal bu leğli fenayı hazreti.

Çünkü bildin bu tarikat sırrını kıl badire şet
Bazı keşden ol haberdar bil vefayı hazreti.

Nefyi hatırla, vukuf et himmeti piran ile
Guş edip (Sevfe terani) nevayı hazreti.

Ey Sükuti” (Mutu gable en temutu) eyler zuhur
Bu makamı hoşça tut, gözle rızayı hazreti.(8)

-HUDA’SINDAN-

O, dem ki etti işrak pertev nuru Huda’sından
O, pertevle göründü âleme kenzi Huda’sından.

Bütün eflak ve iklim cihan ketm’i âdemdeydi
Eğer Hak etmeseydi halkı, halka iptidasından.

Ezeli levhda ki nurundan ancak aksedip geldi
Vücuhu âlem imkâna bu hüsnü bahasından.

Sen ol nuru ehad ebniyeyi vahdet numasın kim
Zuhur etti bütün sırrı kemal kibriyasın dan.

Risalet emri zatı paki kutsinde hitam buldu
Nübüvvet hükmüne hem erdi haddi intihasından.

Zulamı cehli sildi safhayı sahra âlemden
Tulu’a başlayınca biz, nuru Huda’sından.

Nüzulü yeniden ol üfürdün levhi kudretten
İnerdi sanki Kur’an ayet-ayet hep sikasından.

O, şep ki sen bunların müntehayı arşı Rahman
Göründü sana “Er Rahman” Alel Arş istivasından.

Yine senden sana vakiy di, miracın desem şek yok
Hakikatte değil zatı Huda çükü cıdasından.

Hemen sevmek, sevilmek halini meçhul iken ol
O, keyfiyet yine ol şepte oldu, ruşinasından.

Bütün öğrendi halk sıdkı, sima, adli, hayâ ilmin
Hususuyla cennati çar yar bi esfasından.

Eya şemi nübüvvet zulmeti hayrette kalmaz hiç
Çerağın yakmak için gözle yine nuru zıyasından.

Eya nuru ehad mümkün müdür ki ruyi red görsün
Şefaat isteyen, rahmet uman hiçbir gedasından.

Muharrerken dir ihsanına nasıl kıla ten her
Eder elbette fakr ehli sual’e ihtirasından.

Habibim, işte ben desti nehi bir bi nevalım kim
O, darı Lütfi bekler gözlerim nakdi atasından.

Kapıda cürüm ile amma o rütbe müptelayım kim
O, cürmi eylerim vallah tez kare hayâsından.

Eğer haddim değildir rahim ummam lütfün kapısından
Temenni eylerim bu durur hicran devasından.

Fakat indi Nebi ol Kâbe vaslın ümit varı
Delili atıfet bir pir’ullah esnasından.

Anın için talep karı visalindir, kulun “Hazmi”
Dema dem ister ol hasret zede vaslı likasından.
**********

– BEĞİM-
Ben demekten geç, bu sende ben diyen Hak’tır beğim
Bil ki can aynı bedendir, cümleten Hak’tır beğim.

Hüsnü zahir olmak için tonu ben hilkat giyip
Ahseni surette daim devr eden haktır beğim.

Dediler agâhı vahdet, ger Nebi ve ger veli
Âdem ve âlem devri, bu dönen haktır beğim.

Arşı dilde marifet miracın eden arife
Veçhi âlemde cemalin gösteren haktır beğim.

Dideyi “Gaybi” eyle baksan hakikat aşıka
Zerre-zerre kâinatta görünen haktır beğim.
**** *** ****

-YA’NEDİR?-

Kendi özünü bilmeyen, hayvan değil de ya nedir
Âdemi Hak bilmeyen, Şeytan değil ya nedir.

Daima feryad edersin Hak deyi, ya Hu deyi
Sende Hak ya Hu diyen Sübhan değil de ya nedir.

Zakira olan kande olsa gafil ve eyle olur
Hazırı gaip sanan nadan değildir ya nedir.

Hâsılı gezme yabanda hakkı sen ispat kıl
Arşı Rahman sende cismi can değildir ya nedir.

Dert ehli olmayan kendini bilmez “Gaybi”
Kim ki bilmez kendini hayvan değildir ya nedir.
!!!!!!!!!!!!

-İÇİNDEDİR-

Hakkın yolun arar isen dilde pinhan içindedir
Andan nişan sorar isen her bir nişan içindedir.

Senden yakındır ol sana, sanma anı senden cüda
Senden yürü, sen var ana, ol sende can içindedir.

Onsuz değildir arz ve sema, onunla dolu her ara
Zan etme bir yerde ola, ol bi güman içindedir.

Her yerde görünen oldur, her gözden oldur gören
Her şeyi oldur yürüten, her anda an içindedir.

İşit “Cemali” nin sözün, anla hakikatça özün
Ko gafleti aç can gözün, gör hak ayan içindedir. (10)
*******

-GÖSTERMİŞ-

Nüfusun renk ravdan sani’i bir nur göstermiş
Neın mazharında sanma aynı devir göstermiş.

Tecelli ayanı runümadır cem’i vahdette
Kelime zatı mutlak guya kim tavır göstermiş.

Beni bu şeydeyi can eylemiş çun haneyi zen bur
Ne sırdır zammı hak ol haneyi bi mestur göstermiş.

Mürayayı ayanı münakis ol mahire amma
Uyunu geç nigaha bir şep diçur göstermiş.
(Azmi, Hüseyin Dedenin) (11)
*******
-SÖYLER-

Eya sen sanma kim senden bu güftarı dehan söyler
Veya terkibi olan azri veba lehmi zeban söyler.

Seni ol sana bildirmek muradın kast edip Mevla
Anasırdan giyinip bir dun yüzünden tercüman söyler.

Hayali zıllı biz ibret görünen haymeyi tende
Değildir nutk eden suret derununa devran söyler.
Şunlar kim bilmedi nefsin, araf tan almadı dersin
Değildir hakka arifler, özün bilmez yalan söyler,

Kimindir bunca cümbüşler, kimindir nutk eden cevher
Özünden olmadın arif, özünden özge kan söyler.

Yarattı cümle eşyayı özün pinhan edip anda
Göründü nice bin yüzden veli kendi nihan söyler.

Sefihim, Rabbihim hamrin için âşıklar ey “Nakşi”
Erer maşukuna anlar mekândan la mekân söyler. (12)
*******
-REMZİNİ-

Ya Yezidi’n cezbesinden Celle şani remzini
Zatı Ahmed’den tecelli men raani remzini.

Say-ü gayret eyleyip anla şeriat sırrını
Bab-ı Haydardan duhul et bil inayet sırrını.

“İz rameyte” nasri pakin de maani remzini
Arifi remzi fena ol, gör tarikat sırrını.

Rüyeti didarı haktan “Len terani” remzini
Kisveyi âli aba enveri hakikat sırrını.

Cismi zarım aşkla tur olmayınca bilmedim
Vuslatı mürşitle mesrur olmayınca bilmedim.
*********
-OLUR PEYDA-

Zehi kenzi hafi kandan gelir her var olur peyda
Gehey zulmet zuhur eder, gehey envar olur peyda.

Zehi deryayı vahdet kim, kesilmez her kez emvacı
Bu kesret âlemi andan doğup naçar olur peyda.

Ne sihri bu acep dir kim, bu yüzden görünür ağyar
O, yüzden gayri yok tenha gelir dil dara olur peyda.

O, yüzden görünen ağyar, döner şem’i cemalinden
Feleklerde görüp anı tutar edvar olur peyda.

Taşınır günde yüz bin can, âdem iklimine her dem
Gelir yüz bin dahi andan bulur iımar olur peyda.

Dışın içe hayalatı, için dışa zuhuratı
Birinden evvel birine ne haklar her yar olur peyda

O, devrile gelüpdür Enbiya’i mürsel miranice
Gehey mümin zuhur eder, gehey küffar olur peyda.

Tecelli eyledikçe ola sarayı sırrı ahfada
Bu suret âlemi içre satu Pazar olur peyda.

Anın zatına gayet sunine her kez nihan yok
Anın çun her bir isminden gelür bergar olur peyda.

Tecelli eyler ol daim Celal ve ki Cemalinden
Birinin hâsılı cennet birinden nar olur peyda.

Cemali zahir olsa tez celali yakalar anı
Görür sün bir gül açılsa yanında har olur peyda.

Bu sırdandır ki bir kâmil zuhur etse bu âlemde
Kimi ikrar eder anı, kime inkâr olur peyda.

Veli arif celal içre cemali görür daim
Bu harı şanın içinde ana gül zar olur peyda.

Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvane
Biri ancak görür darı, bir-e diyar olur peyda.

Görür ol kenzi mahfiden nice zahir olur eşya
Bilir her “Nakşi” suretten nice esrar olur peyda.

-RUH-

Sırrı Hak maye’i keyfiyet halktır Ruh.
Nefha’i Hazreti zatı Ehad’iyettir Ruh.
Fıtratı âdemi teşrife delalettir Ruh.
Şerefi anasırı insana alamettir Ruh.
Veçhi tekrim, vücudu beşeriyettir Ruh.

Sanma ruhun bu vücut içre mekânı vardır,
Bütün eşyada fakat nuru nişanı vardır,
Âlemi emri bekadan taatı vardır,
Lakin insanlara başka sır yanı vardır,
Zatı mensup ve muzaf özge hakikattir Ruh.

Oldu ol Zebur tabında eşkâli beşer,
Oldu ol cilve ger safha’i her nefsin vücut
Her neye baksan odur mutlak eden celbi nazar
Doğrudur kendisini kendi sever dense eğer
Öyle bir cazibe’i mührü muhabbettir Ruh.

Başka bir âlem bala ser vahdettedir ol
Başka örnek muallâyı hilafettedir ol
Başka bir mertebe’i sırrı hüviyettedir ol
Ne misali ve nede elfaz ve ibarindedir ol
Özge manayı müfit, özge ibarettir Ruh.

Fikri aciz varamaz Nüket’i keyfiyetine
Aklına fil-ü yetmez mebde ve mahiyetine
Merği idrak edemez üç ki rifatine
Giremez hâsılı herkes haremi izzetine
Sözün en doğrusu bi keyfi ve kemendir Ruh.

Nuru tahkikin eğer var ise “Hazmi” saay et
Mebde’i ruh olan ol Hazreti Peygambere yet
Bir nefes durma hemen vaktiyle o aslına git
Aynı ruh nefsi hümayun Muhammed’dir işit
Anla kim sana Huda’dan ne inayetir Ruh.
*****
-GÖNÜL-

Gönül hulasayı âlemsin aksarı eflak
Veli ne faide kim kendin etmedin idrak

Çun afitap abansın zemini tende nihan
Misali gevher kanısın makarın külli dehhak

Cemali aşkı ilahi için bir ayine sin
Veli ne hâsıl ol ayine den ki olmaya pak

Vücudu cümle cihandan garzı vücudundur
“Fema tekunü fil kevni kâini levlak”

Cihan seninle olur şad’u hurrem ve handan
Niçin yatıp oturursun hamişe sen ğamnak

O, ruhu nur best anla, mevci bahri muhit
Bu cismi go ki budur zulmeti hüsnü ha şak

Hayat buldu, o kim bildi, nefsini ey “Hakki”
Kim olduğun bilen asla ne gam görür ne helak. (14)
*****

-SEN-

Gözünden ehli inkârın nihan andır nihansın sen
Muvahhit kanda kim baksa ayan andır, ayansın sen.

Çun sensin evvel ve ahır, dahi hem zahir ve batın
Mekânın la mekân bi şek kamu kevni mekânsın sen.

Acayip bahri vahdetsin ki her du âlem emvacın
Kenarı, kasrı yok bahri amik bi kerransın sen.

Gözümdeki gören sensin, dilimde söyleyen sensin
Semisin, semaımsın, benim canımda cansın sen.

Tefekkürle bilinmezsin, taakkulla bulunmazsın
Mukaddes’sin, münezzeh’sin, nesin sen eyne dansın sen.

Boyanmaktan, yakılmaktan muradın Hak ise Sofi
Vücudu aradan mahvet, nazar kıl gör ne kansın sen.

Vücudu varlığın “Seyyit Nizam Oğlunun” al gitsin
Ulaştır aslına onu, Cenabı Cavidansın sen. (13)
*********

-AYİNE-

Gel ey Nigar kıl ayine den yüzün idrak
Ki nefsin gayriden oldu bu dil çun ayine pak.

Eğerçe Ayineyi veçhi pakin olmuştur
Kamu ukul ve nüfus, anasır ve eflak.

Veli sana seni ancak temam göstermiş
Cihan içinde bu ayineyi dil gamnak.

Temam çehre’yi hubın gönülde seyret kim
Dil oldu mazharı tam, latif, safi ve pak.

Neden nezlin olmaz bu pak halvete kim
“İza merarte bihi ma vecette fihi sivak”

Sana çun nüshayı mecmu’u kâinat oldum
Revamıdır ki kalam ben fetdeyi güli hak

Eğer çe sahile attın beni hem âli bahre
Ki mevci bahri kim ey aşk o nohta çun haşak.

Benimledir çun zuhurun, vücudum oldu senin
Kala-tı tezhiri levlay dilim iken levlak.

Sen Afitabı cihansın ki “Hakki” zıllındır
Kamu zılal güneşten bulur vücudu helak.
***
-OLUR-

Dildedir dildar daim sanma bir dem dur olur
Gerçi dil gafletle andan dem be dem mahcur olur

Habı gafletten uyansa dil bulur dildarını
Can olur hazırı, huzur eyler gönül mesrur olur.

Cennet erbabı dil canan cemalin seyreder
Huri, ğılman olmaz ol cennette nurun nur olur.

İstersen didarı, dildarı nazar kıl gönlüne
Hazreti Musa gibi can aşık’u dil tur olur.

Sen kitabüllah’sın ey can sendedir cümle ulum
Her ne var iki cihanda sende hem mestur olur.

Nasır, Mansur idi derdi “Enel Hakkul Mübin”
Söyleyen nasırdır andan tercüman Mansur olur.

Arif oldur kim görür nefsin bilir “Hakki” heman
Ol ki nefsin bilmedi bunda hem, anda kör olur.
**********
-EL’AMAN-

Nimeti uzmayı cemiyette idin bir zaman
Düştün andan Bu gadabı gaflete veçhe an
Aşinayı Hak iken bi gane oldun bi gümân
Aynı Beytullah iken put hane olmuş dil heman
Hazırı Hak ol, huzur et gafil olma elaman.

Hazır ola kim nimeti cemiyet hatır odur
Gafil olma kim gadabı tefrika hazır odur
Hakka candan kıl teveccüh kalbine nazır odur
Evvel ve ahır odur, hem batın ve zahir odur
Hazırı hak ol, huzur et gafil olma el aman.

Cehl, havf ve gam, gazap hep gaflet nisyandadır
Gafil olan su’i halkıyle yanar, biter andadır
Arifi agâh olan canı rahmet rahmandadır
Gargı bahir vahdet olmuş cenneti irfandadır
Hazırı Hak ol, huzur er gafil olma el aman.

Abı ve nanı koy, bu cisme zikri Hak olsun idam
Zevki zikrullah ile dil mutmain olsun tamam
Hayrete dal kim odur dil beytine babüs selam
Hak ile her halde ol ta evvel şek ola müdam
Hazırı Hak ol, huzur et gafil olma el aman.

Ey gönül her ne istersen sende iste sende bul
Ger seadetemiz isen kendinde bul dosta yol
Babı hayretten huzuru hazrete eyle dühul
Ma sivadan fariğ ol, aşkın deminden per dem ol
Hazırı Hak ol, huzur et gafil olma el aman.

Nefsini la şey bilen dil Hak bilir, agâh olur
Ruyeti, semi, kelamı, her işi Allah olur
Cümle eşyadan ona bir an temaşa gâh olur
Kanda olsa Hak anınla daima hemrah olur
Hazırı Hak ol, huzur et gafil olma el aman.

“Hakki” Haktan gafil olma hazır ol eyle huzur
Dil nazar gâhî Huda’dır, safi kıl kim dola nur
Şah damarlardan yakındır Hak sana, sen olma dur
Vehmi, Fehmi, fikri koy dal hayrete ol pür sürur
Hazırı Hak ol, huzur et gafil olma el aman.
*********
-NAZARKIL-

Cümle eşyaya nazar kıl gör ne sırrullahdır
Ratbin ve yabisin, zahir ve batın sıfatullahtır.

Cuş edip deryayı vahdet zahir oldu kâinat
Zerrelerdir şemsi Hak her katra bahrullahtır.

Küntü kenzin sırrı zahir oldu bir kez kün dedi.
On sekiz bin âlem anın için Kelamullah’tır.

La nedir, illa nedir fehmetmeyen mümin değil
“La ilahe” dir dü âlem baki ol Allah’tır.

Gan da kim kılsan nazar hiç halkı görme Hakkı gör
Ey muvahhit gördüğün hep “Semme vechullah’tır.”

Zatı bari çun sıfatından kemalin gösterir
Can gözüyle bak sıfata aynı zatulla’tır.

Ger dilersen seninle mahvola, zahir Hak ola
Zikri terk etme “Nizam Oğlu Seyfullah’dır.
********

-İSTERSEN-

Firakı yâre sabreyle, visali bari istersen
Cefasını cana can bil, cemali bari istersen.

Eğer zahirse nuş eyle, cenabından gelen yârin
Anın derdini şirin tut, zülâli yâri istersen.

Mücella eyle dil levhin, gider anı tabiattan
Gönül ayine-sin saf et, hayali yâri istersen.

Harabat ehlini ol, nuş et şarabı aşkı dildarı
Gözün yaşın revan eyle, nihali yâri istersen.

“Nizam Oğlu” dost derdi, devadan yeğdir aşığa
Cemali hod mukarrerdir, Celali yâri istersen.
*********

-BEKLERİZ-

Gerçi edna kullarız biz gönlümüzce bekleriz
Cismi hak’iz lakin andan ruh ile müttefikleriz.
Aşk ile canı cihanız, akliyle malikleriz
Gelmişiz dünya değirmenin de nöbet bekleriz.
Dane’i ten un olunca merğı canı anlarız.

Devri daim çun döner bu esbabına felek
Arpa buğday misli tenler labet un olsa gerek
Âlemi ervahı aaladan tenezzül ederek
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz,
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

Gerçi bu devranı seyran eyleriz leyli, Nehar
Şevkile ne çarhi döndüren enhar var
“Tahtehel enhar” taharri etmişiz etmişiz andan Kur’an
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz

Daneyi ten olunca merği canı anlarız.
Esbabı cismi bu nefis eylemiş toz ve duman
Aynı Beytullah iken dil, etmişiz gayra güman
Maksadı aksayı koymuş kılmışız meyli cihan
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

Hoş o demler kim sürdü canımız canan ile
Ol vatandan düşmüşüz bu gurbete nisyan ile
Hayfa kim dostu unutmuş kalmışız düşman ile
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

Âlem aşkı unutmuş gafilâne söyleriz
Ol görünse imdi biz kevni mekânı neyleriz
Vah ki, ol manayı koymuş surete meyil eyleriz
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

“Hakki” Hak dilden isteyen bulmuş garip
Her işi bitmiş anınla mutmain olmuş acip
Gafiliz haktan anın çun kalmışız miskin, garip
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.
**********
-AŞK İLE DOLSUN-

Ne olursa koy ki olsun hoş birin bulsun
Her kafa baş önde gelsin koy bu nefsi ölsün
Can gülistanı açılsın, ne bağı solsun
Tek bu dil, dil darı bulsun, mutmain olsun
Tek bu can, canana ersin, aşk ile dolsun.

Canıma canan gerektir, gayriyi netsin
Cümleyi terk etti gönlüm, dostuna yetsin
Nam ve şanım, cümle varım hep bile gitsin
Tek bu dil, dildarı bulsun, mutmain olsun
Tek bu can canana ersin, aşk ile dolsun.

Bu cihan adetlerinden usanıp doydum
Zılli zail, nevm’i Naim olduğun duydum
İzzeti ve lezzetleri hep terk edip koydum
Tek bu dil, dildarı bulsun, mutmain olsun
Tek bu can canana ersin, aşk ile dolsun.

Âşık olan her muradın unutup, atsın
Aşkına dil versin ki, her dem cana can katsın
Nefhi aşk alsın cihanı, ehline satsın
Tek bu dil, dildarı bulsun, mutmain olsun
Tek bu can canana ersin, aşk ile dolsun.

Dem be dem dil bahri aşka kendini salsın
Ol nefes bahrinde kansın, mest olup kalsın
Can ana dalsın, cihan koy alan olsun
Tek bu dil dildarı bulsun, mutmain olsun
Tek bu can canana ersin, aşk ile dolsun.

Aşktır “min emri Rabbi” Nefhi Rabbani
Ol nefestendir hayatı, ruhu insani
Hoş nefes haktır, koy çıksın nefsi hayvani
Tek bu dil dildarı bulsun, mutmain olsun
Tek bu can canana ersin, aşk ile dolsun.

“Hakki” Allahlıksa terki nefsi dun etsin
Nefhayı aşk ile ruhun erguvan etsin
Koy unutsun kendi kendin, pür cünun olsun
Tek bu dil dildarı bulsun, mutmain olsun
Tek bu can canana ersin, aşk ile dolsun.
*******
-EY HAVACE-

Ey Havace can olmaz varlık sana sermaye
Sermaye’i nakdin olmuştur âdemi maye.

Gel mektebi irfana, oku sen “Arafe” dersin
Bil “Nahnü ekrabü” sırrın er O, kenzül hafaya.

Aşk bilir hali, aşk ehlidir aali
Aşk ehline ol tali, er maksadı aksaya.

Geç kil ile kal’den, fehmeyle mealinden
Al ibreti salından, dil bağlama dünyaya.

Birdir Huda bilirsin, kalbide bir yaratmış
Kalbinde o yer kalsın, bul verme ma adaya.

Sevmeğe Hak yaraşır, sev hakkı ancak ey dil
Allah sana yeter bil, meyil eyleme ednaya.

Bir kere eyle insaf, kıl hilatin tefekkür
Şemse mukabil olmak, lazım değimli Aya.

Kıl arifane sohbet, gafille etme ülfet
Arif Huda’ya vasıl, gafil de ma sivaya.

Savmi, salât, Hacc ile yetmez işin ey zahit
İrfanı bulmak ister, ermek için Mevla ya.

Aşk bahrine her kim ki daldıysa, olur fani
Vuslat bulur ol hakka, dal sende o deryaya.

Aşk yolunda başını ayak eden gidermiş
Can nakdini verenler, vasıl olur Mevla ya.

Dünyada görmeyenler, görmezler ahrette
Kur’an buna natıktır, sabit durur ol aye

İnsanı kâmil olan, bunda bulur Mevla’sın
Etmez işini talik, vaad olunan ferdaya.

Zikri Hakka ol meşgul, nuru huzur ile dol
Sen Hak ile daim ol, ver varını yağmaya.

Ol Sami niye bende, hem pay’ına ifkende
Sırrını hıfzet sende, bir demde er bekaya.

Mecnun olu ben ey, gezme sakın sahrada
Mecnunu hakikat ol, Er sendeki Leyla’ya.

İç bezmi vahdet camın, gel mürşidi kâmilden
Kesret kederinden geç, Kapılma huyi hayâ.

Afakta kalma ey can, bul hakkı sende her an
Buldunsa oldun insan, Erdin O mehlika ya.

Kesret içinde vahdet et, Rabbine bul vuslat
Elde var iken fırsat, verme ömrün havaya.

Yok, olda sonra Varol, kendin unut anı bul
Esrarı hakla sen dol, sal katranı deryaya.

Sende seni buldunsa, yâre edersin vuslat
Gözle seni sen sende, düşme diğer sevdaya,

Müstağni olur kalbin. Bu âlem izzetinden
Himmet kanadı pirin, salar başa sermaye.

Mürşide teslim ol kim, ede sana tasarruf
Bir tıfıl mana doğa, nefis ola ana daya.

Saffet verenler kalbe, envarı vahdet ile
Görür tecelli-yi canda, baksın mı bedri aya.

Olmazdan evvel olup, vahdetten ol haberdar
Gör bunda “Bedri” yarın, kalma sakın ferdaya.
*********

-EY CİVAN-

Bir vücut dendir, vücudu insi can
Gayra sanma, cümleyedir ey civan.

İki âlem varlığı haktan durur
Ansız olmaz aşikâre O nihan.

Can âlemi canıma canan durur
Sayei haktır, kamu kevni mekân.
Zahiri, batın Huda’dan gayri yok
Görünen oldur, ayan andır ayan.

Görmemiz, işitmemiz, söylememiz
Cümle haktır, tutma ey münkir güman.

Bahri vahdet mevciidir âlem kamu
Katreyiz cümle ol bahrin heman,

Katreni deryaya gark et “Seyfiya”
Kala derya aradan sen ola nihan.(15)
*****

-BENLİĞİN-

Ah elinden benliğin, feryat elinden benliğin
Mani-i didarı haktır, dad elinden benliğin.

Beni bu benlik koymaz, bir Piir-e teslim olmağa
Eylemez mürşit beni, irşat elinden benliğin.

Kaydı dünya ile dil mülkün harap etti kamu
Kaldı viran olmadı, abat elinden benliğin.

Benliğim benden gider, vasleyle bensiz bendeki
Taki lütfünle ola, Dilşat elinden benliğin.

Âlim ve abit, muvahhit, nice zahit müttaki
Ettiler dağların berbat elinden benliğin.

Nice bin yıl hakka taat etti şeytan ben dedi.
Taktı lanet takısını üstat elinden benliğin.

Benliği firavun ile Nemrud’a ahır yenildi
Oldu merdud’u Huda Şeddat elinden benliğin.

Ruzi mahşer ger sual etsen bana amalimi
Eyledim dergâhına bi dad elinden benliğin.

Ne “Nizam Oğlu” ne Seyfi, ne Seyyid cümlesi
La’yı mahvet kalmasın bir ad elinden benliğin.
*********

-SERVER-

Çun geçtin la’dan, illa’ya halas oldun eya server
Cemali yar ile oldum dolup tur görünür her yer.

Sana bu senlik ve benlik hicap olmuş bana senden
Seni terk eyle sen, sensiz varırsan görünür dilber.

Cihana gelmeden maksut olan Allah’ı bilmektir
Bilmez Hak, varılmaz yol, bulunmayınca bir rehber.

Bu dur rehber ki Hak nuru tecelli ede veçhinde
Muhammed sırrına düşmüş ola hem Bâtıni mazhar.

Nübüvvet madeni, sırrı velayet, mürşidi kâmil
Eşiğinde kul ol “Seyfi” bulursan böyle bir server.
********

-KENDİDİR-
Devasız derdin ey gönül Dert kendi derman kendidir.
Âşık’ı merdin ey gönül Can kendi canan kendidir.

Kendi kendini bitirmiş Kendini yâre yetirmiş
Bahri hayrete batırmış Yar kendi, yaran kendidir.

Birliktedir ol yar ile Sevdiği yar Nigar ile
Gahı ağyar ol nar ile Nar kendi, Nuran kendidir.

Her heykel, her şeydi hicap Setr olmaz hüsnü afitap
Kendi, kendinedir nikap Şemsi, mah taban kendidir.

Birdir ol zulmet ile nur Bin bir kelam eyler zuhur
Hem Musa kendi, hem tur Kendine burhan, kendidir.

Sen neyi ararsın Hoca Müşküldür okumak hece
Var yokluğa eriş hiçe Gör kevni mekân kendidir.

Çok bilgin var hoca gönül Baştan oku hece gönül
Bunları der heçe gönül Ledünni Kur’an kendidir.

Elif ve ba, ebcet oku Bin nokta lem yucet oku
Kesrette vahdet cet oku Sır kendi seyran kendidir.

Kim hakikatten vursa dem Ermeyen zılle benzer hem
Erdiyse ger odur âdem Zan kendi, güman kendidir.

Eren hakikate heman Ne küfrü var, ne de iman
Bu sırdadır emnü eman İmanla küfran kendidir.

Hem kıble gâhî kendidir Hem secde gahi kendidir
Gittiği rahı kendidir Cinan ve niran kendidir.

Ah-ah deyip ol ahı bul Senden sana ol rahı bul
Git secde kıble gahı bul Taat ve isyan kendidir.

“Ademi” var, varı bitir Her varlığın hakka yetir
Mahviyet köşesinde tur Veren her alan kendidir.
_____.(16)____

-GELMİŞEM-

Döndüm sana ya müstean Doğru kapına gelmişem
Lütfün dilerim elaman Doğru kapına gelmişem.

Ben etmişem hatsiz günah Yok senden özge bir penah
Ey rahmeti bol Padişah Doğru kapına gelmişem.

Geldim kapına bir garip Ret eyleme ya sen mücip
Derdi dile sensin tabip Doğru kapına gelmişem.

Ben eyledim cürmü hata Erham bi hakkıl’ha’i ve ta
Sana yarar gafur ata Doğru kapına gelmişem.

Gadr eyledim çun özüme Rahmet, Rahim dil sözüme
Vurma günahım yüzüme Doğru kapına gelmişem.

Cürmüm eğerçe bi hisap Hem defterimde yok sevap
Sensin halim etme itap Doğru kapına gelmişem.

Bir bendeyim gayet zelil Şah Nakşî bendimdir delil
Ruy’um siyah ve hem hacil Doğru kapına gelmişem.

Geldim kapına bir esir Rahmet bana ol desti gir
Destim Bekir, dostum Bekir Doğru kapına gelmişem.

Oldu işim cümle kusur Yarab senin adın gafur
Etmemişim ben hiç fütur Doğru kapına gelmişem.

Daldım kesil deryasına “La teknatu” fehvasına
Uydum nefis kavgasına Doğru kapına gelmişem.

Derdi dile sensin deva Ya Rab bi hakkı Mustafa
Dil hastasına ver şifa Doğru kapına gelmişem.

Yandım ilahi el aman Karım durur ah ve fiğan
Narı firaka ben yaman Doğru kapına gelmişem.

Nuş eyledim aşk camını Ver sende vuslat kamını
Sundu bana şeyh samini Doğru kapına gelmişem.

Çekdim sivadan ben eli Münkir bana desin deli
Buldum sana doğru yolu Doğru kapına gelmişem.

Yandırma narı firgata Er gör ilahi vuslata
Bahşet habibin hazrete Doğru kapına gelmişem.

Ad ile san’dan geçmişem Cismile candan geçmişem
Hem masiva’dan geçmişem Doğru kapına gelmişem.

Çekdim bu denli firkatı Ya Rab Habibin hürmeti
Bahşet ilahi vuslatı Doğru kapına gelmişem.

Müznebi, hakir biçareyim Ya Rab kime yalvarayım
Babında bir avareyim Doğru kapına gelmişem.

“Bedri” gedayım ben zelil Rahmet bana ya celil
Kılmış beni cürmüm alil Doğru kapına gelmişem.
*****************
-DEMBEDEM-

Sır içinde sırra bak, Rahmanı gözle dembedem
Can içinde canı gör, Cananı gözle dem bedem.

Katre de derya ve her deryada nice katre var
Her birinde nice ummanı gözle dem bedem.

Kesreti vahdette gör, Vahdette kesret seyret
Bu meraya da yürü, Süphanı gözle dem bedem.

Haktır aslın, kâinat eyler şahadet hakkına
Hak Teâlâ verdiği burhanı gözle dem bedem.

Bu dur ve divar hep ağyardır âşıklara
“Hakkıya” ger kul isen Sultanı gözle dem bedem.
**********
-NAMAZ-

Nedir ezan ve ikamet, Huda’ya davettir
Teveccühü ehadidir, namaz vuslattır.

Fevayıhı samedi ruzi şep hubup eyler
Namaz ana tarize bir özge heyettir.

Hakikat üzre ne dir bil teveccühü kıble
Bu ma sivadan alıp gönlünü meyli hazrettir.

Şu dem ki eyleye tekbir, Huda’ya el götürüp
Makarin olan ana, sıdkı, niyettir.

Gönülde olmasa sıdkı, sadakat ey salik
O, namazın sonu, ahır sana nedamettir.

Nedir Ruku ve Sücud-un hakikatini fehmet
Huda yolunda dema-dem fena ve zillettir.

Kıyam ve kaade eder cümle fırka ima
Ger melek ve melekûta iki işarettir.

Nedir selam sağa ve sola bildin mi?
Ki yanı, bu sol ve sağın selamettir.

Şonlar ki tezkiyeyi nefsi eyledi ihmal
Ne namazı namaz, ne abdesti abdesttir.

Eğerce çok durur ey dil şeraiti zahir
Huzuru kalp hakikatte veçhi samettir.

Kimisi farz, kimi vacip ve kimi mendup
Bunların neticesi hep halika hidayettir.

Kimisi fiil, kimisi sıfat ve kimi zata
Bakılsa nefs-ül emirde ana delalettir.

Huda’ya eyleye gör var teveccühü “Hakki”
Eder namaz ve niyazı kim ki ehlisünnettir.
*******

-CİHAN-

Nuru zatı hakkın ey dil, cilve gahıdır cihan
Vahdeti Mevla’yı her bir zerre şerh eyler ayan.

Gün gibi zerreden nutku şahadet var iken
Hakkı nefi etti bugün cehliyle bence münkiran.

Olmayınca bi nişan mahvı sıfat Edip dila
Kimse bulmaz zatı haktan talip olsa bir nişan.

Çun nefahtü sırrını ruh etti cismi âdeme
Bilmeyen anı nedir bilmez bugün yed nihan.

“Hakkiya” işbu sutur sakılana bakma var
Ol Hurufi galibani, noktadan fehmet heman.
**********

-TECELLİ-

Cemali Hak tecelli etti çun kim
Bir oldu behşet ve huri gılman
Celal pir tevi aks eyleyince ise
Göründü safhayı hikmette niran.

Bu iki sırla etti tecelli
Vücudu âdeme ey kâmil insan
Nazar kıl âdemin ayinesine
Ki olup Mecmeal envarı Rahman.

Nedir Habil ve Kabil anladın mı?
Ki zahir oldu onlarda iki şan
Peder sırrına varis oldu bunlar
Gelip file göründü sırrı imkân.
Biri oldu cemali ile handan
Biri oldu celali ile giryan
Gahey izhar eder batın umurun
Gahey Tahirleri hak eyler iptal.

Bediı, ismin Sırrı ile hakkın
Eğer var ise gözde nuru rahşan
Bu manadan haberdar olmayan er
Anın halinde vardır nice noksan.

Şuna kim feyzi akdesi sundu Mevla
Getirdi bu söze sıdk ile iman
Basiret gözlerin eyle küşade
Hakkın nuru değildir “Hakkı” pinhan.
********
-ALEME-

Ey gönül sen cümleden ahırda geldin âleme
Nice bin etvarı seyrettin erince bu deme.

Her birin bir sırra mazhar kıldı eşyanın Huda
Nuru zatıyla tecelli kıldı, kalbi âdeme.

Derdi aşkıyla bu gün her kim ki sağ ettin dilin
Bakmadı darüşşifayı âlem içre merheme.

Masiva’ya dil veren oldu perişan akıbet
Mazharı kâmil bulan yapıştı habli muhkeme.

“Hakkıya” ayineyi kalbi mücella var iken
İhtiyar etmez nazar ehli olan cami, ceme.
**********
-OLMASA-

Âlem içre ey gönül bu cism ile can olmasa
Kim görürdü veçhini mirati ayan olmasa,

Zahir ve batın bilmezdi cemaliyle Celal
Ger kemali suret ve manayı insan olmasa,

“Lenterani” den nikap vurmazdı canan veçhine
Cismi aşkı duruş, mahvi perişan olmasa,

Gabzı ruhul kudsiyle arifte bir dem var bugün
Gam değil İsa’yı can hışayı devran olmasa,

“Hakkıya” cahı cehalette kalur ehli dil
Mürşidi manayı aziz, mısr’ı irfan olmasa.
*******

-REF EYLE-

Ref eyle can yüzünden gitsin nikap ve perde
Canana bak dema dem derman bul işbu derde.

Cananda, canda sensin kendinde bul ilkin
Bilmezliğe kalma vadi’i sevri serde.
Âşıkların gözüne hayretten uyku girmez
Seyreyler ol Cemali Anlar demi seherde.

Arayış cihana zen gibi mail olma
Merdane bas ayağın sıhhat gerektir erde.

Şol sırrı ki her şecer de “Hakki” tutmuş ol
Devr eyleyip mera tip zahir olur semerde.
*********

-GÖRDÜ-

Olanlar olmadan didarı gördü
Yok, olanlar bugün ol varı gördü.

Vuranlar ma siva terkin hakikat
Koyup ağyarı cümle yarı gördü.

Nazar kılmaz siva ye her ki dilde
Bakıp ayineye dil darı gördü.

Hidayet buldu ol hakkal yakin
Şonlar kim Ahmet’i muhtarı gördü.

Edenler Enelhak sırrın faş
Bugün Mansur sen ol darı gördü.

Olanlar “Hakkı” ğarkı nuru vahdet
Ne darı gördü, ne diyarı gördü.
*********

-EYLEDİ-

On sekiz bin âlemi, Hak sende pinhan eyledi
Cümlesini bir cismi ol, cisme seni can eyledi.

Şol zaman ki Hak seni, halk etti insan eyledi
Kendi mirat-ın da zatın, gördü seyran eyledi.

Pür nu envar-ı haksın, âlem içre cilve ger
Nuruna hayran olup daim, döner şems ve kamer.

Çıkmadı kenzi ezelden, bir sinek gibi Güher
Görünce bir gevheri, esrarına kan eyledi.

Vahdeti zata kimi, nokta der, kimi elif
Cümlenin maksudu bir, illa ibarettir muhtelif.

Gösterip ezdadı günü, Hak Teâlâ müütelif
Ol tecelli nurunu insana ihsan eyledi.

Sırrı Kur’an ister isen kâmil insana bak
Kâmilin ayinesinden, zahir olur nuru Hak.

“Hakkıya” bir kâmili bul, oku irfandan satır
Kâmili hakka mazhar, envarı irfan eyledi.
**********
-BİR LEYLA’NIN-

Bir Leyla’nın Mecnunu yam, âlem onun divanesi
Bir busenin meftunu yem, her hüsnün olmuş aanesi.

Bilmem ne hali sır durur, her gördüğüm bir durur
Aşkınla canım bir durur, canü dilim peymanesi.

Bağ ile bostan istemem, Huri ve Gılman istemem
Mülkü Süleyman istemem, pes dir gönül viranesi.

Kalmaz cihan baki bize, arz etme afakı bize
Bir camı sun saki bize, eylemeye mestanesi.

Kan ezelden çun özün, “Hakkı” Güher’dir her sözün
Sarf eyle gecen, gündüzün, gelsin ele dürdanesi.
***********
-NİÇİN BİLMEZLER-

Niçin bilmezler ey dil, mahiler deryada, deryayı
Neden zerratı görmez, afitap âlem arayı.

Acep bunca vücut iklimine, sultan olan âdem
Ne maniden ihata eylemiş, derya ve sahrayı.

Sıfat, zat ve esma akidesin hal eylemiş yok mu?
Bu lütfun sırrını keşf eyleyip, şerh ede maani.

Nedir âlem, nedir âdem, bunun ver manasın bir dem
Hakikat Mushaf’ından bir varak yaz şöyle mesani.

Bu remzin “Hakkıya” kalp içre ara şerhini zira
Dil arifte vaz etti, Huda pinhanı, peydayı.
**********

-DEM BU DEM-

Emri kendin bil zuhur etti vücut
Varlığın izhar edip Rabbi Vedud
Var ise sende basiret kıl Şuhut
Dem bu dem dir, dem bu dem dir dem bu dem.

On sekiz bin âlemin sırrı hayat
Bir nefestir gördüğün bu mümkinat
Muhy-i ismin bilen ol paki zat
Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem.

Âdem’e nefhet ti Hak bil bu ruhu
Bu dem ile O, dem oldu münceli
Bu dem ile zahir oldu her Nebi
Dem bu demdir, dem bu dem dir, dem bu dem.

Sende istersen bulasın ol demi
Âdemi manadadır bul Âdemi
Ey “Rıza” bil kimden aldın O, demi
Dem bu dem dir, dem bu dem dir, dem bu dem.
*********

-BİR MENEM-MENEM-

Ey derdi elem, sinemdir pür gam
Yar ile her dem, bir menem, menem.

Sureta mecnun, manada mecnun
Ciğeri pür hun, bir menem, menem.

Dünyaya gelmek, ne için bilmek
Efkârı yek renk, bir menem, menem.

Esma müsemma, bu bir muamma
Hal eden cana, bir menem, menem.

Sırrı men aref, anlamak şeref
Hem dürri sedef, bir menem, menem.

Cümle Enbiya, haktır Evliya
Arifi daanaa, bir menem, menem.

Hakkın miratı, mimde gör zatı
Bulan necatı, bir menem, menem.

Ehadi bilen, Ahmed’e eren
Mimi ref eden, bir menem, menem.

Bilmek dilersen, bulmak dilersen
Görmek dilersen, bir menem, menem.
Terki sıfatım, Mevayı zatım
Zatıyla zatım, bir menem, menem.

Nefesi Rahman, zahirdir her an
Mazharı Yezdan, bir menem, menem.

Namı “Rızayı,” ol dili payı
Bulan likayı, bir menem, menem.
*****

-OLMADAN-

Vasıl olmaz kimse hakka, kimseden dur olmadan.
Hoşbin, levm ve isnadan yani mehcur olmadan.
Mari nefs, harbi âşık hakla makhur olmadan.
Ten tılsımı feth olup, zikri ayın mezkûr olmadan.
Kenz açılmaz, şol gönülden, taki pür nur olmadan.

Sür çıkar ağyarı dilden, ta tecelli ede hak
Tavrı cismin ta ola nuri ilahi ile şak
Zahir olup, suphu vuslat gide hüsnü aşk
Oldu piranı tarikat bu kavilde müttefik
Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan.

Dost cemali Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf
Lev biya safın havlül Arş olup cümle mutaf
Olmamış idi henüz ervaha, galiler, gulaf
Sırrı secde dediler, kalu bela bi ihtilaf
Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyti mamur olmadan.

Mahvolanların kelamı kendinden gelmez veli
Sureti nardan gelir Musa’ya, envarı celi
Bir şecerde kubiba vadi’i inmedi veli
Olmuş envarı tecelli ile kalbi münceli
Hiç “Enel Hak” söylenir mi kişi Mansur olmadan.

“Mutu, kalbe en temutu” sırrına mazhar olan
Ma’i kutsiyle vücudu mebni’i izhar olan
Zinde olup ruhu nur hay ile envar olan
Ne sıratı geçti aşktan kendide şehper olan
Haşri, neşri bunda gördü nefha’i sur olmadan.

Mest olan mestane geldi, ta ezelden ta ebet
Pençe heşbar ola bilsin mesti pinçuri samet
Öyle bezmi has idi kim, yok idi gayri ahat
Saki’i baki elinden, ruhu âşık bi ceset
İçtiler aşkın şarabın abı enkur olmadan.

Bir acep sevdaya düşmüş, çalışır “Şemsi” müdam
Merkezi vahdette ister, dairi devletle kam
Hem tuta rahi selamet, hem ola merğubu aam
Ey “Selami” budur ancak nefse maksudu meram
Hakka makbul olmak ister, halka menfur olmadan.
************
-BU-

Dila tazim kıl hurşid’i üç Vedduha’dır Bu.
Yüzün sür asitane, men bağı feyzi aladır Bu.
Sarıl damın pak-e, şafi ruz-i cezadır Bu.
Sakın terki edepten, kuyi mahbubi Huda’dır Bu.
Nazargahı ilahidir, makamı Mustafa’dır Bu.

Huda emsalini halk etmedi gül zarı kudrette
Nazarı mümkinata gelmedi, hükmü meşiyette
Anın için cümle varı var kıldı, bezmi rahmette
Habibi kibri yanın havapgahıdır fazilette
Tefevvügu kürre’i arşı cenabı kibri yadır Bu.

Şebi esra da zati oldu, gurbi Hazrete nail
Cemali, ba kemali, Hakkı ruyet kıldı bi hail
Cemi Mürselin ve Enbiya, babındadır sail
Bu hakin pertevinden oldu, diçur âdemi zail
Aamadan açtı mevcudat, du çeşmi tutyadır Bu.

Cihanda virdi hamra, buyi cismi nana kindir
Nesimi subhu ma evha Şemimi haki pakıdır
Nice didarın müştakı varı hasretle bakidir
Felekte mah’i nu, babüsselamın sine çakıdır
Anın kandili Cevza, matla’ı nuri zıyadır Bu.

Eli bağlı, ciğer dağlı, niyaz et yalvar Allah’a
Tecelli eyler ol kani, şefaat kalbi agâha
Salâtıyla, selamı “Lütfi” müzdad et şehinşaha
Miratı edep şartıyla gir “Nabi” bu dergâha
Metafı kutsiyettir, Pusegahı Enbiyadır Bu. (17)
***********

-GÖNÜL ÇEŞMESİ-

La Mekan Hüseyin Efendinin:
Pak eyle gönül çeşmesini taa durulunca
Dik tut gözünü gönlüne, gönlün göz olunca.

İnkârı koy, dil destisini ol çeşmeye tut dur
Ol abı sefayı bahşeyle, bu desti dolunca.

Çun Hak seni deryanı derhanesi etti
Dur kapıda, ayrı koma ta anı bulunca.

Sen çık aradan hanesini sahibine ver
Bi şek gelir Allah evine, sen savulunca.

Evvel koma kim sonra çıkarmak güç olur, güç
Şeytan çerisi haneyi kalbe konulunca.

Çektin bu cihan içre nice mihnet ve zahmet
Ol piri Huda Mürşidi kâmili bulunca.

Ey “Layi Mekanım” seni ben çok aradım, çok
Sinemde mukim olacağın ta duyulunca. (18)
*********

-ARİFİ BİLLAH-

Arifi Billâh olan ne la, ne de illa’da dır
Nef’yi ispat eyleyen zahit kuru davadadır.

Sen ana bir de, gerekse deme, ol birdir heman
Vahdeti Hak sanma tevhidinle istiladadır.

Hak yolu aşktır dediler, kâmilin ve vasılin
Berzahılar dediler kim hakka yol esmadadır.

Aynı eşyayım dedi Hak bize ol burhanıyız
Zümreyi vahdet şitasın yapısı aladadır.

Sen seni sen sanır iken Hak sana olmaz ayan
Senliğin ref et aradan, varlık ol manadadır.

Bu seni sensiz göz ve yeder cihana gerdigar
Kendini fehmeyle gayri yokdurur, ahfadadır.

Aynı eşya olıcak, sen seni ne anladın
Remzini fehm eyledinse, merteben aladadır.

Hâsılı her ne dilersen, “Gaybi” ednaya bak
Âlemi suğra da olan, âlemi Kübra dadır.
*******
-HAK CEMALİ-

Hak cemalidir, cemalin, Hak kemalidir sözün
Âşık billâh isen, bilmeye sayet kendi özün.

Sana talim eyledim zatı tecelli sırrını
Suretin aynı tecelli, aynı zat oldu yüzün.

Zatığın aynıdır Allah, hem sıfatı şüphesiz
Pes yüzün aynı sözündür, hem sözün aynı yüzün.

Zahirin oldu mukayyet, batının mutlak durur.
Arif isen, aynı, gayri, Halku, Hak oldu özün.

Hâsılı senini vücut, mutlaka, mutlak nişan
Yerde gökte aradığın, kendi özündür, kendi özün.

Hak durur sende görünen, baştan ayağa heman
Hak kulağıdır, kulağın, Hak gözüdür, hem gözün.

Zahir ve batında haktır, çükü varlık “Gaybiya”
Deme her giz hakka sn, ben, kalmasın izin tozun.
***********
-İLLA’ HU-

Bilir misin nedir tevhit, “Fema fil kevni illa hu”
Sıyamı, şirki koy et ııd, “Fema fil kevni illa hu.”

Eğer batın, eğer zahir, Eğer evvel, eğer ahır
Eğer mümin, eğer kâfir, “Fema fil kevni illa hu.”
Görünen gerçi esmadır, Dili mana müsemmadır
İkilikten müberradır, “Fema fil kevni illa hu.”

Nedir ümit, nedir haşyet, Nedir devzah, nedir cennet
Nedir firkat, nedir vuslat, Fema fil kevni illa hu.

Dema dem devredip devran, Mera tip cem eder her an
Gelir ahır olur insan, Fema fil kevni illa hu.

Hazinedir çun bu âlem, Nedir mahfi olan âdem
Tecelli etmek ister dem, Fema fil kevni illa hu.

Gelir, gider nihayet yok, Tecellisine gayet yok
Nihayet yok, Bidayet yok, Fema fil kevni illa hu.

Bu akıl, nefis ve ulvi yat, Mevalit ile süfli yat
Bu cüzi yat ve Külli yat, Fema fil kevni illa hu.

Buyurdu Hazreti Mevla, “Eneddhrü ve enel eşya”
Hakikatte sivadır La, Fema fil kevni illa hu.
**********

-MARİFET TACI-

Taç, marifet tacıdır, Sanma gayri taç ola
Taklit ile tok olan, Marifette aç ola.

Düş, düşünme sakın, Düşe aldanıp kalma
Senden ayrı ne vardır, gayriye muhtaç ola.

Sana âlem görünen, hakikatte Allah’tır
Allah birdir vallahi, sanma ki birkaç ola.

Bir ağaçtır bu âlem, Meyvesi olmuş âdem
Maksut olan meyvedir, sanma ki ağaç ola.

Bur âdem meyvesinin, Çekirdeği söz durur
Sözsüz bu âlem, âdem, Bir anda ta raç ola.

Hak denilen özündür, Özünde ki sözündür
“Gaybi” özün bilene, Rububiyyet taç ola.

-KENDİNE-
Arif özün bilmeye Hakka giden doğru yol
Kendine gel, kendine. Senden, sana gider bul
Hakkı ayan görmeğe Say-et seni, sende bul
Kendine gel, kendine. Kendine gel, kendine.

Her ne varsa âlemde Sensin darı ahiret
Örneği var âdemde Sende bulundu cennet
Bul sen seni bu demde Sende göründü rüyet
Kendine gel, kendine. Kendine gel, kendine.

Mushaf-ı haktır yüzün
Ayeti Kur’an-dır sözün
“Gaybi” bilendir özün
Kendine gel, kendine.
******

-BENDEDİR-

Ferdi camidir vücudum, cümle eşya bendedir
Yani ismi azam, sırrı müsemma bendedir.

Nüshayı vahdet benim, maksudu benden istegil
Müstevayı zat olan arşı muallâ bendedir.

Aşkı bırakta süvar ol, gel yüzüm miracına
Kıl temaşa “kabe Kavseyn, ev edna” bendedir.

Suretimle fani isem, zatım ile bakıyım
Aynı tevhidim ki, la ve illa bendedir.

Künhüm idrakinde aciz, âlemin arifleri
Kibriya’ma akıl ermez, “Ma arefna” bendedir.

Enel Hak, entehu oldu hicap izzetim
Zahir iken gözlüye, aama ya ahfa bendedir.

Kesretimdir vahdetim, yüzünü mestur eyleyen
Zahirü batın benim, Evvel ve ahır bendedir.

“Küntü kenzin” sırrı olan âdem ol benem
Mahremi rarı nihanım, ilmi esma bendedir.
Mürselin ve Enbiyadan zatım izhar eyledim
Akıbet canım olan miratı ecella bendedir.

Gâh cemali ve gâh celalidir cilvegahı zatımın
Cümle eşyayı muhitım, Gafı anka bendedir.

Hafrü, fetmü, abı hayvan, isteyen gelsin beri
İsa’ya dehrim dema dem sırrı ahya bendedir.

Gel zamirin gayre irca eyleme hu-hu deyu
Cümle şeyde “Gayp” olan sırrı muamma bendedir.
**********

-SEN, SENİ-

Sen seni bildinse geç kim, sende, senden yok eser
Hakla hak olasın, hem alasın haktan haber.

Sen-sen olsan ihtiyar olurdu her şeyde sana
Çünkü yoktur sende senlik, sen sana kıl çok nazar.

Sen- seni bu neşede buldun ise, bildin ise
Sen, sana sen olup sen, sende buldun hoş sefer.

Kendiyi, kendinde kendi ile bulmayan diye
Ruzi haşroldukta feryat eyleyüp “Eynel mefer.”

“Gaybi” kendin, kendi ile kendide buldu yakın
Hakla anın arasında, anın için yok safer.
*******

-SENDEDİR-

On sekiz bin âlemin cana misali sendedir
Bilki sensin ferdi camii, Hak kemali sendedir.

Hak kemaliyle cemalin eyledi senden ayan
Sensin ol vaiz’i ilahi, Hak cemali sendedir.

Hâsılı sensin bilürsen ol hümayı la mekân
Kim bu eşyanın sera ser hep hayali sendedir.

Sana vasıl olmak için seyreder bu kâinat
Bildi ilham ile bunlar Hak visali sendedir.

İsmi Azam, ruhu âlem zatımızdır “Gaybiya”
Zahirü batın bu dehrin hep misali sendedir.
**********

-MÜNEVVER KIL-

İlahi dideyi camı münevver kıl tecelladan
Seni görsün nazar kıldıkça âşık cümle eşyadan.

Nedir dünya, nedir ukba, nedir cennet, nedir havra
Sana âşık olan Mevla, geçermiş cümle sevdadan.
Seni sensin bilen ancak ki senden gayri yoktur Hak
Budur bildiğimiz mutlak, gelir esma müsemmadan.

Vücudun kenzini açtın, cevahir âleme saçtın
Niçin kal ehlinden kaçtın, nedir kastın bu ahfada.

Unut bildiğini cümle, eriştir ilmini cehle
Pes andan var oku, anla “Sezayı” ilmi Mevla’dan. (19)
************

-GÖRÜNÜR-

Kan de baksam gözüme sureti Rahman görünür
Dideyi can cihan içre O, canan görünür.

Bu cihan içre ben ol Leyla’ya Mecnun olalı
Ne cihan bana had cismi ile bu can görünür.

Çeşmi zahirle bakılsa, görünen Kenan’dır
Leyk batın gözüne Yusuf’u Kenan görünür.

Ne tecelli aciptir gözü açıklara bu
Küfrün ayine sine baksalar iman görünür.

“Hakki” perdedir âlem kesret olana
Ne cihan bana, ne hod cisim ile bu can görünür.
********
-SENDE ARA-

Ey gönül geç gayriden cananı sen sende ara
Destini tut Mürşidin, ihsanı sen sende ara.

Yar için mecruh isen, Lokman’a minnet eyleme
Var ise derdin eğer, dermanı sen sende ara.

Yedi kat gök, yedi kat yer, on iki burç, “Şemsi”, mah
Her ne var âlemde var, burhanı sen sende ara. (40)
************

-BULUNMAZ-

Salma dil küşadesin engine âşık
Ehli aşka haddi, payan bulunmaz.
Her yerde keşfolmaz sırrı hakayık
Anı fehim eyleyen bir can bulunmaz.

Muhtefi oldular âlemde erler
Bi kıymet oldular ehli hünerler
Her kime sorarsam arifiz derler
Benden özge baktım naadan bulunmaz.

Bu nasıl tecelli bilmem ne hikmet
İnsan sözlerine eyle feragat
Kan de göster bana sahip keramet
Ali çoktur amma şahı merdan bulunmaz.

“Türabi” cihanı gezdim serseri
Fark eden kalmamış derdi kederi
Kimsenin kimseden yoktur haberi
Böyle bir acayip devran bulunmaz. (20)
*********

-HEP SEN İMİŞSİN-

Zahirde ayan, hem de nihan hep sen imişsin
Dillerde ve illerde beyan hep sen imişsin.
İkrar ile inkâr ve iman hep sen imişsin
Ben bilmez idim cümle cihan hep sen imişsin
Canlarda ve tenlerde, ayan hep sen imişsin.

Âlemde ne var cümle odur, gayri yok ey dil
Hayvan ve hoş cümle tayyur, hem dahi bülbül
Ayrımı kıyas eyledin, Hak sensin, özün bil
Ben bilmez idim cümle cihan hep sen imişsin
Canlarda ve tenlerde, ayan hep sen imişsin.

Aala ile esfel görünen, cümlesi haktır
Esmayı, müsemmayı bilen kalp uyanıktır
Kur’an ile ispat ederim cümlesi haktır
Ben bilmez idim cümle cihan hep sen imişsin
Canlarda ve tenlerde, ayan hep sen imişsin.

Her şeyde tasarruf edecek Hazreti Mevla
Faili odur her ne ki eylerse, hüveyda
Tevhidi hakiki budur, anlar mısın eya
Ben bilmez idim cümle cihan hep sen imişsin
Canlarda ve tenlerde, ayan hep sen imişsin.

Miratı Huda olduğu eşyaya nazar kıl
Ahmed’le, Muhammed’le, Ehad hangisidir bil
Ey “Rıza” sen ol nuru Huda olduğunu bil
Ben bilmez idim cümle cihan hep sen imişsin
Canlarda ve tenlerde, ayan hep sen imişsin.
***********
-İMİŞ-

Arifin her bir sözü irşat imiş
Zahit olan bir kuru ırgat imiş.

Aşk ile irşat olur, irşat olan
Aşk ise kesbi değil bir dad imiş.

Haneyi Hak aşk ile mamur olur
Her ameli şakirt, aşka isnat imiş.

Zahir, batın, hakikat aşktadır.
Halk içinde Hak diyen bir ar imiş

Kendini yok, hakkı var bilmeyenin
Ettiği tevhit değil, ilhat imiş.
Gönül’e gir hakkı anda anlayasın
Gayrisi yok yerlere feryat imiş.

Marifet tahtında Sultan olmayan
“Gaybi” kulluktan acep azat imiş.
*********

-BAK-

Mazharı zat olduğun anlar mısın?
Arif isen aç gözün merdana bak.
Hakka mirat olduğun anlar mısın?
Arif isen aç gözün merdana bak.

Kan de buldun ahseni takvimi sen
Kan den alır feyzi işbu can ve ten
Zahir iken Hak, bu gafletler neden
Arif ol koy gafleti merdana bak.

Nice bir bahsi cidal ve kıylü, kal
Ola gör, biçare ehli, vecdi hal
Nefsini bil bulmak istersen kemal
Arif ol koy gafleti merdana bak.

Dürri manaya eğer oldunsa sadef
Bula gör bahri hakikatten şeref
Eyleme sermaye ömrü telef
Arif ol koy gafleti merdana bak.

Ger “Hüdai” den” sorarlarsa haber
Hakkıyla kaimdir eşya serte ser
Var ise sende basiretten haber
Arif ol koy gafleti merdana bak. (21)
**********

-YA RESULELLAH-

Seninle mevcudat, bidayet ya Resulellah
Yine sende bulur cümle, nihayet ya Resulellah.

Sen ol bahri ulumi ümmi remzi hüviyetsin
Kamu-yı müctemi zatın berayet ya Resulellah.

Sen iklimi “Levlak” olmuştun yok iken ezman
Zuhurat yine sensin, delalet ya Resulellah

Kimin kim merzi canı oldu aşkın şüphemiz yoktur
Bulur havfi hatırlardan selamet ya Resulellah.

Zülâl Aabı lütfün ger sevindirmezse Sultanım
“Sezaiyi” yakar nara celalet ya Resulellah.
*********

-MUHAMMED’DİR-

Muhammet’tir cemali hakka mirat
Muhammet’ten göründü kendi bizzat.

Muhammet’ten vücuda geldi ekvan
Muhammet, Rai, meri ve mirat.

Göründü çun sanatiyçun iken ol
Nice derk ede derrak anı heyhat.

Muhammet şerhidir enfüs ve afak
Anı cümle beyan eyler rivayat.

“Sezayi” cem olur Ahmet’te cümle
Ne kim vardır bedayat ve nihayat.
***********

-EYLEDİ-

Mushafı hüsni senin veçhinle tefsir eyledi
Ayeti veçhi vücuhun, açtı teyessür eyledi.

Kâtibi kader senin levhu vücudun üstüne
Nüshai evsafını testır ve tahrir eyledi.

Fethedip dershaneyi nurunda zatı mushafın
Zatını, zatında ol zatına takrir eyledi.

Camii ayat huruftur vücudun serte ser
Eyleyüp Kur’an-a nevam sana tevkır eyledi.

Ya Resulellah elin al bu “Fenayi” bendenin
Koma ayaklarda nefsi anı teshir eyledi. (22)
******

-GÖNÜLDÜR-

Sarayı li maalahı gönüldür,
Tecelli hane vallahi gönüldür.

Yürü gezme yabanda zarı gir yan,
Huda’nın ulu dergâhı gönüldür.

Ne istersen yürü var andan iste
Muhakkak sırrın agâhı gönüldür.

Zıya kesrolur kevni vücutta
Semayi sadrının mahı gönüldür.

Riayettir kamu aza “Sezayi”
Vücut ikliminin şahı gönüldür.
*************

-NOKTA-

Mümkinatı noktayı vahitte icra eyledi
Âdemi mana düzüp anı hüveyda eyledi.

Âdemi ayinesin kıldı mukabil veçhine
Döndü ol ayineden kendin temaşa eyledi.

Kudreti sunun nice idrak ede ehli ukul
Bir müsemma haddi yok, izharı esma eyledi.

Ne tılsımdır “Sezayi” künci canın bi güman
Ne tılsımı fethedip ol künci peyda eyledi.
***********
-NAAT-
Hazreti hakkın habibi
Ya Muhammed Mustafa
Dertli dillerin tabibi Ya Muhammed, Mustafa

Hak seni sevdi yarattı
Kendi nurundan heman
Şanına Levlak buyurdu Ya Muhammed, Mustafa

On sekiz bin âlem içre
Bir güzelsin yok nazar
Hüsnü anın misli yoktur Ya Muhammed, Mustafa

Hak sana kıldı tecelli
Cümle âlem canısın
Sende canan cilve gerdir Ya Muhammed, Mustafa

Teşrif ettin âlemi nasute
Ey nuru ilah
Zulmeti, küfrü çıkardın Ya Muhammed, Mustafa

Doğduğun saatte tenvir
Eyledin âlemleri
Veçhi pakin hassasıdır Ya Muhammed, Mustafa

Menbağı esrarı Mevladır
Fevadın şüphesiz
Nutku pakin vahyi haktır Ya Muhammed, Mustafa

Put perest, ateş perestler
Oldu bugün ser nigun
Mazharı nuru Huda’sın Ya Muhammed, Mustafa

Nice milyar ümmetin kıldı
Hidayet mazharı
Rahmeti Mevla’ya çun sensin Ya Muhammed, Mustafa

Bilmedi kadrin senin
Evvel kâfir din olan
Hak numasın, Hak numasın Ya Muhammed, Mustafa

Bir günahkâr mücrimem
Eyle şefaat Hak için
Ey “Rıza” mahrum bırakmaz Bil Muhammed, Mustafa
-BU-

Dila bul bir huzuru namı mahal, dil küşadır Bu
Gözün aç, hoş nazar kıl, nuru envarı Huda’dır Bu
Gönülden masivayı sil, Makarrı asfıyadır Bu
Sakın terki edepten, guyi mahbubu Huda’dır Bu
Nazargahı ilahidir, makamı Mustafa’dır Bu.

Bütün bu zerreyi ekvan, anın bir zerre hakidir
Medine, Mekke şehri bil, Maatar-ı, atrı nakidir
Huzur ile ziyaret kıl, Münevver kabri pakidir
Felekte mahi nu, Babüsselamın sineyi çakıdır
Anın kandili Cevza, matlaı nuru zıyadır Bu.

Hakikat Mahi tabıdır, olamaz bir sehap hail
Görürsen can gözüyle gör ki, vardır buna da kail
Getirdi vahyi furkanı, ana bin lahza Cebrail
Bu hakin pertevinden oldu, diçur âdemi zail
Âmâdan açtı mevcudat, du çeşmi tutyadır Bu.

Yakılmış bir çerağıdır, vahdet envarı kudrette
Ne gelmiş hem de gelmez bil, nazırı yok feza hır da
Füyuzat tecelli mazharıdır, sırrı hikmette
Habibi kibri yanın havab kahıdır hakikatte
Tefevvuk kerde arş cenabı kibri yadır Bu.

Hazır ol bezmi hamidir seyir kıl, seyri ilellah’a
Feda kıl canını daim hadis li maallah’a
“Rıza” yere yüzün sür kim, eresin seyri billah’a
Meraatı edep şartıyla gir, “Nabi” bu dergâha
Metafı kutsiyettir, buse gahı Enbiyadır Bu.
************

-HOŞ MUSUN?-

Ey ruhi pak, cismiyle dünyada hoş musun?
Vayi nuri mahsanı dide, bünya da hoş musun?

Ey merği arş, nice tutuldun bu dame sen
Safra, huni dibağım ve sevdada hoş musun?

Ol gülşeni koyup nice düştün bu külhana
Külhancılarla hüsnü medara da hoş musun?

Ol bizim enisten, o vatandan ırak mışsın
Kalbinle ya meclisi mana da hoş musun?

Meşgulü resmi ve adet gam çeker misin?
Ya hem huzuru Hazreti Mevla’da hoş musun?

Olmuş seninle mesti muhabbet hezarı dil
Âşıklarınla, Rıfkı muni sade hoş musun?

Âlem seninledir, nice âlemdesin acep
Sen, senden hüsnü aşkı temaşada hoş musun?

“Hakki” sorar seni, sana ey nefsi natık
Dil cümlesinde aşk ile tenhada hoş musun?
********

-TAHMİS, GEL-

Zahida, terk eyle La’yı, menzili illa’ya gel
Bezmi hassul hasa er, ta mecmeı ulyaya gel
Kaldır enaniyet örtüsün demi yektaya gel
Sureti mevhuma bakma, Âdemi manaya gel
Harfi libası içre nihan, noktayı zeybaya gel.

Abı saf vahdet ile doldun ise, ey gönül
Cevheri mahiyetin sen bildin ise, ey gönül
Ademiyet menzilini buldun ise, ey gönül
Talibi sırrı Muhammed oldun ise, ey gönül
Sidreyi, Tubada kalma, âlemi ednaya gel.

Ayrı gayridir deme, canan ile cana sakın
Aldanıp kesrette kalma, zahire elvan sakın
Vahdeti sarfa ayrılsın, gel bakma insana sakın
Sırrı hakkı ger dilersen gitme yabana sakın
Ayeti insanı oku, mazharı kübraya gel.

Sırrı Mevla’ya nazar kıl, harfi, bi harf dersin oku
Bu vücudun mazharın bil, şefkı dersin oku
Emri hakkı sıdk ile tut, “La tehaf” dersin oku
Mektebi irfan içinde, “Men aref” dersin oku
Serseri gezme özün bil, arif ol Mevla’ya gel.

Her tecellinin zuhuru, masdarı âdem’dedir
Hak ile hak olmanın, hem mazharı âdemde dir
“Hilmi ya” cenneti adnin kevseri âdemdedir
Ey “Sezai” küntü kenzin, cevheri âdemdedir
Derbeder olma, gözün aç, kenzi la yefnaya gel.
*********

-RACİUN-

Yazdı levhü kâinat, gelin kudreti kâfi nun
Yek nazarda oldu peyda, “Külli şeyin yesdurun.

Kendine, kendini mirat etti, eşya kodu ad
“Semme veçhullah’ı” seyretmek için hep Mümin un.

Her eser oldu müyesserden ayan, ey merdi Hak
Küntü kenzin sırrını fehmetti andan nazırun.

Gerçi abdiyetle zahir oldu fahri Enbiya
Âlemi kutsiyet manide, “Hatta daimun.”

Her mezahir de sıfatı hakkı ispat eyleyen
Oldu bi şek cenneti irfan içinde Halidun.

Nuş edince camı mevti aşk ile “Hilmi Dede.”
Guş edenler, diyeler, “İnna ileyhi Raciun” (23)
*********

-SIRRI HAK-
Sırrı Hak oldu ayan her yerde
Arada kalmadı hiçbir perde.

Lakin anı görecek göz ister
Görünen Hak ol çeşmi terde.
Kılıp izhar şuunatı kemal
Gösterir hüsnünü dilberlerde.

Bir eliftir eden ispatı vücut
Nurdan gayri ne var enverde.

Her bir nokta imiş aslı huruf
Arz eden kendini bahrü, bedre.

Eserin aslı müessir olacak
Bir durur sadır olan masdarda.

Kendidir radif, Hadi ve mufassal
Eyleyen cilve hemen yekserde.

“Kul hüvellahü Ehad” dir zatı
Görünen cümle odur manzarada.

Devreder “Hilmi” O perkarı ezel
Günde bin şan ile bir mahverede.
************

-KABUL EYLEMEZ-

Muhabbet şirketi kabul eylemez
Demişiz “Vahdehu la şerike leh.
Sadıklar sözünden dönüş eylemez
Sevdiğim Efendim “La nazire leh”

Aşkı mecazinin lebi hakikat
Hakikatın dahi lebi marifet
Bu sırra vakıftır ehli tarikat
Tecelli eylerse, Allah bir kulah.

Cümle mezahirden kendi göründü
“Külle yevmin hüve fi şeen” dedi
Sıfatullah ile elvan eyledi
Anın için düştüler kal ehli kile.

Âdemin vücudu nüshayi kübra
Hak imiş âdemi ilmi elesra
Cemali âdemde Kâbe’yi ulya
“Hilmya” âdeme gel sücut eyle.
********

-HAKTAN ÖZGE-

Haktan özge yok âlemde ey vaizi ayan
Hak nazar kıl kim hemen, haktan ibarettir cihan.

Esfel ve Aala da bir nurun zıyası cilve ger
Şemsi zatın şulesidir, görünen bu kevnü kan.

Kendine kendini mirat etti yine kendisi
Hüsnünü seyretmeye, her zerrede gösterdi şan.

“Külle yevmin hüve fi şeenin” dedi Kur’an-da Hak
Her mezahir âlem içre gösterir haktan nişan.

Ferdi vahittir Huda, mülkünde yoktur gayrisi
“Kul hüvellah’ü Ehad” dir, fatır kevnü mekân.

Hem muhat, hem muhit olmuş kemali kudreti
Zatı baridir muhakkak cevheri earazı kan.

Mest olup vahdet şarabından bugün “Hilmi Dede”
Söyleyen haktır bu nutku eyleme vaiz ayan.
**************
Not: Bu şiirin altına Osmanlıca bir tarih yazılmış. (26. Temmuz. Çarşamba. 1338) Bu tarih defterin yazıldığı tarih olsa gerek.

-ANCAK-

Hak ilmine bu âlem bir nüsha imiş ancak
Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak.

Ol noktanın içinde gizli nice bin derya
Bu âlem bu deryadan bir katre imiş ancak.

Âdemliğini her kim bulduysa odur âdem
Yoksa görünen suret bir gölge imiş ancak.

Bu zevk yeter, herkes bulmaz veli her na kes
Eren ana âdemde bir fırka imiş ancak.

Kim ol deme buldu yol, vasıl oldu “Niyazi”ol
Naci denilen fırka bu zümre imiş ancak.

Mefulün, mafailün, mefulün, mefailün
Âdemde olan esrar bu demde imiş ancak.
***********

-HAK DURUR-

Can ile ten dopdolu hep Hak durur
Sanki sudan doluyuz, oluk durur.

Can latif keşfü ten olduğunu bil
Cemiyet şanına elyak durur.

Vahdete mirat durur, kesret kamu
Lik nadan olana müflak durur.

Kaydi nutku itibar akıl durur
Aşka nisbet cümleden mutlak durur.

Şekil ve renge bakma, zatı cana bak
Bir denizde nice bin bir zevk durur.

Âlemi vahdet, diyanet bilmeyen
Sureti manide ol felak durur.
Sohbeti nadanı terk et “Gaybiya”
Ahmakı yar eyleyen, Ahmak durur.
*********

-BEN,BEN-

Bilirsen sırrı tevhidi, değil sendin diyen ben, ben
Ne aynımdır, ne gayrimdir, müdam benden diyen ben, ben.

Vücudun gülşenin de, bakma şaf, bar ve evraka.
Meğer var ise bülbüldür, bu Gülşen de diyen ben, ben.

Bu nutku cevheri femden, ne hot sun garazdan bil
“Nefha tün fihi min ruhi” dir, tenden diyen ben, ben.

Hadis, men arefe dersin alan hakir ledünnidir
Bu metin nüshayi tende bilür kandan diyen ben, ben.

“Enel hak” çağırıp Mansur ve sen feryat eder sekte
“Selami” var durur elbette bir senden diyen ben, ben.
***********

-MERDİ HUDA-

Merdi Huda sarhoş olur bi şarap
Merdi Huda hoş tok olur bi kebap.

Merdi Huda Vallah’i hayran olur
Merdi Huda âdetidir terki havap.

Merdi Huda olmadı naru, heva
Merdi Huda olmadı hem haki Ab.

Merdi Huda Padişah dilin boş
Merdi Huda kenzi mahfi fitturap.

Merdi Huda akıl ile can gibidir
Merdi Huda ceh, hata ceh savap.

Merdi Huda arif ve agâh olur
Merdi Huda gönlü doludur kitap

Merdi Huda “Hakki” olur aşikar
Merdi Huda’dan görünür Afi tap.
********

-DİL HARMANI-

Çun geçti nefsim ten suzenin den
Gülşen göründü dil ruzenin den.

Sığmam dedi Hak Arz ve Sema’ya
Kenzim bilindim dil mahzeninden.

Kevnü mekândan geç kalbine gel
Seyreyle aşkı dil meskenin de.
Kılsan temaşa didarı aşkı
Gözler afakı dil Gülşen’inde.

“Hakki” nazar kıl kim cümle âlem
Çer-çöp gibidir dil harmanından.
*********

-GARAZ-

Hakkı bilmektir azizim, halkı eşyadan garaz
Anı görmektir gözüm, sırrı temaşadan garaz.

Küntü kenzin manasın fehmeyle ol gevher
Arifi billah olmaktır bu manadan garaz.

İlmül esma rumuzu ola mevrusü peder
Vaslı esrarı müsemmadır ol esmadan garaz.

Sen Halife zade hak sın, mükerrersin gönül
Âdem ol kim ademiyettir, müsemmadan garaz.

Sepzeyi bağı adam, sensiz olur, bağı kadem
Sensin ey kani kerem, Firdevs Aladan garez.

Hamri emri “Len terani” eyledi Musa’yı mest
Turi cismi mahveder, nuri tecelladan garaz.

“Küllü şey’in halikün, “Müştak” İlla veçheh
Budur ancak zikrü, fikri, La ve illa dan garaz. (24)
*********

-EYLEDİM-

Levhü dilden ma siva Nakşî şahabat eyledim
Kasrı şevkin gönlüm içre, taze bünyat eyledim.

Meyil kıldım nagehan bir gamzeyi hu tarize ben
Bilmedim eyvah azmi sevi cellât eyledim.

Hüccet devri teselsüldür dedi sultanı aşk
Keffeti zülfün kim medar isi içre mutat eyledim.

Çok mu giftarım nebat efsane oldu ey “Edip”
Vasfı lali yar suphu, Şam evrat eyledim. (25)
**********

-GECELERDEE-

Bülbül ki kalır, gül ile tenha gecelerde.
Uşşaka olur başka temaşa gecelerde.

Lebbeyk kullarına nazil olur
Dünya göğüne, Hazreti Mevla, gecelerde.

Ol gözleri “Ma zağ,” saçı sureyi Leyla
Gösterir Huda, ayeti Kübra gecelerde.

Bir dil ki yana aşk ile mesrur olur elbet
Dil darına vuslat ile tenha gecelerde.

Uşşaka gerek rabıta, aşk ile girmez
Esmaya devam eyle, Müsemma gecelerde.

Gözyaşı ile abdest alu ben, Allah’a yalvar
Bi şek açılır dideyi mana gecelerde.

Zanu zede pir mağan ol ki görünsün
Envarı Huda, tende Hüveyda gecelerde.

Dergâha yüz tut ihlâs ile aç desti niyazı
Ol Hazreti Allah’a, “Ediba” gecelerde.
*********** (26)

-YA HUSEYİN-

Mestü cam, Elbela-ü lil velasın ya Huseyin.
Sen şehidi, tığı tuğyan cefasın ya Huseyin.

Cismi pakin de açılmış gül gibi sad yareler
Derdi hud alur, deşti kerbelasın ya Huseyin.

Hak yolunda can ve ser kıldın feda rahmet sana
Tariki zibü server, masivas’ın ya Huseyin.

Âlemi hüsnü de sen izharı hak kılmak için
Şehvarı merdi meydan vegasın ya Huseyin.

Çekmedi kimse cihanda, çektiğin mihnetleri
Rencis derdi ve belaya müptelasın ya Huseyin.

Hangi bir mezhepte caizdir sana kast eylemek
Merde mi çeşmi habip kipriyasın ya <Huseyin.

Sana buğz etmez idi âlemde İslam’ım diyen
Sen “Emirel Müminin” zıllı Huda’sın Ya Huseyin.

Din ve imandan, sana zulüm eyleyen mahrumdur
Sen salatü nuri âli Mustafa’sın Ya Huseyin.

Validendir “La feta illa Aliyyil Murtaza
Buhli paki Hazreti Hayrünnisa sın ya Huseyin

Septi Ekrem dadirektir haletin pinti resul
Mümin ve Mümin at’a pişi varsın ya Huseyin.

Zübdeyi âli Muhammed’dir vücudu akdesin
Seyyidüssadat Sultanı sehasın Ya Huseyin.

Şer’i paki Ahmed’e kıldın kemali inkıyat
Muhyi’i dini mübin âli abasın ya Huseyin.

Aslı imandır seni sevmek cem’i mümine
Nuri çeşmi Enbiya’ü, Evliyasın ya Huseyin.

Sana keşfoldu rumuzatı maani, sırrı gayp
Varisi ilmi ledün, Enbiyasın ya Huseyin.

Nice yâd etmezler sana buğz eyleyenler mahşeri
Sen veliyi Rabbül Ulasın ya Huseyin.

Seyyidi şebbani cennet olduğun malum iken
Nice kıydılar sana sen asfıyasın ya Huseyin.

Hazreti Peygamber omuzun da taşırken zatını
Ra’si pakine mehceyi remhı ezasın ya Huseyin.

Sana mehdi olmuşken ağuşun mahbubullah’a
Haki hun içre yatur ehli kesasın ya Huseyin.

Ümmeti merhumeye rahi necatı gösteren
Bir nevi mısbahı, Envarı Huda’sın ya Huseyin.

Lanet olsun âli Süfyan’a anın aavanına
Neşeyi lep, şahı şehit enfiyasın ya Huseyin.

Abdi hasındır senin “Hilmi Dede” eyle kabul
Sen şefiül müznibin kanı atasın ya Hüseyin.
************

-BU GECE-

Kaldır nikabını ey veçhi enver
Aşk ehline seyran olsun bu gece.
Âşık maşukuna erer bu demde
Tevhit ile devran olsun bu gece.

Gönülden zikreyle daima bari
Geceler supha dek edegör zarı
Aynel yakın arzu eden didarı
Gelip bunda kurban olsun bu gece.

Yüzümü hak eyledim yolunda “Rıza”
Canı, cananıma eyledim feda
Buyi dil darımı getiren saba
Ehli derde derman olsun bu gece.
*****

-TAHMİS GAZEL-

Aşkın ezeli âşık-a ilhamı Huda’dır,
Bir neşve nemadır.
Tahkik gönül şehrine bir nuri zıyadır,
Minhacı Huda’dır.
Her kimdeki var lezzeti aşkın cevlanı,
Eyler devranı.
Anın o seması dili uşşaka ciladır,
Hem ruha gıdadır.
Havace beni men etme cünuniyeti aşktan,
Ver dersimi, O, meşkten.
Bu cezbeyi aşk, aşığa bir özge edadır,
Bilsen ne safadır.
Vaiz bana vasf eyleme, cennat ile Huri,
Bilmem o huzuru.
Âşık olanın aşkıyla matlubu rızadır,
Bakisi hevadır.
Zahit beni tan eyleme ki, mescide gelmez,
Rahi hakkı bilmez
Ben müfekkifim köşeyi meyhane banadır,
Mescide sanadır.
Bir dil ki bilir aşk hakikat haberinden,
Söyler eserinden.
Elinde o dil beyti nazargahı Huda’dır,
Kal ehli cüdadır.
“Emrah” hüner izhar edip, ehli hüner ister,
Yani dert ister.
Hakidir, cananla gerçi fukaradır,
Amma şuaradır. (27)
*********

-İDİM BEN-

Cihan kurulmadan ketmi ade
Hak ile birlikte bektaş idim ben.
Yarattı Âdemi çunki o demde
Yazdım kusurunu nakkaş idim ben.

Anasır yününden libas büründüm
Naru, bade ve hak ede göründüm
Ebu beşer ile dünyaya geldim
Âdemle birlikte yaş yaşadım ben.

Âdemin sulbünden Şit oldum geldim
Ruhul Kudüs olup Meryem’e erdim
Bir zaman bu mülke İbrahim oldum
Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben

İsmail göründüm bir zaman ey can
Yakup ile Yusuf oldum bir zaman
Eyüp olup çok çağırdım bir zaman
Vücudumu kurt yedi, kan yaşadım ben

Zekeriya ile beni biçtiler
Yahya olup kanım yere saçtılar
Davut olup çok peşime düştüler
Mührü Süleyman’ı çok taşıdım ben.

Sulben pederimdir Ahmed’i muhtar.
Rahmi maderimde oldum aşikâr
Eriştim cihana oldum yarı gar
Kul iken kendiye sırdaş idim ben.

Tefekkür eyledim ben kendi kendim
Mucizat görmeden imana geldim
Şahı merdan ile düldüle bindim
Zülfikar kuşandım, tığ taşıdım ben.

İkrar verip cümle düştük bir yola
Bülbül olup feryat eyledim güle
Ehli beyit ile cem olduk bile
Aldığım esrarı çok taşıdım ben.

Hidayet yetişti bize Allah’tan
Cümle biat aldık Resulüllah’tan
Bize haber verdi seyri fillah’tan
İkrar meclisinde firaş idim ben.

Bulunan dünyaya ben evvel geldim
Yağmur olup yağdım, ot olupbittim
Rum diyarını ben irşat ettim
Horasandan geldim Bektaş idim ben

Gah’ı Nebi, gah’ı Veli göründüm
Gah’ı uslu, gah’ı deli göründüm
Gah’ı İsa, gah’ı Musa göründüm
Kimse bilmez sırrım filaş idim ben.

Hamdolsun adıma beşer dediler
Geldim, kendim, zatım hiç bilmediler
“Rıza” bu remzi hiç fehmetmediler
Her gelen mahlûka gardaş idim ben.
********

-GÖRDÜM-

Gazadan bir gece nagah Acep suni Huda gördüm.
Açıldı dideyi batın Semekten ta sema gördüm.

Neler gördüm, neler gördüm Size şerh eyledim bir-bir
Felekler burcuna çıktım Melekten merhaba gördüm.

Kimi mestanı hakkani Kimi uşşakı Yezdani
Kim eder zikri Sübhani Anı ehli vefa gördüm,

Açıldı bir sırran, perde Ki dil vasfından acizdir
Eriştim gabe gavseyne Muallâk bir heva gördüm.

Bana haktan nida geldi Gel ey âşık ki mahremsin
Bura mahrem makamıdır Seni ehli safa gördüm.

Mekânım La mekân oldu Vücudum cümle can oldu
Cemali Hak ayan oldu Özüm mesti lika gördüm.

“Nesimi” lütfü sakiden Bugün mesti tecellidir
Beni mest eyleyen daim Muhammed, Mustafa gördüm
************(28)

-ARABUL-

Ey gönül kendini vezn etmeye kantar ara bul
Yürü kantarına halis olan ol ayyarı ara bul.

Ne kazandın bu cihanı fahri fenaya geleli
Serseri gezme boşuna zikreyle settarı ara bul.

Saltanat, mülk, konak bir gün elden gidecek
Sana bir ev yapacak bakide mimar ara bul.

Çıkacaksın akıbet sende musalla taşına
Vakt iken başına dört tacı kalender ara bul.

Seni bir gün bu nefis dost ile düşman edecek
Yürü dil mülküne bir ehli kumandan ara bul.

Koyacaklar seni bir hani haraba yalınız
O karanlık gecede yanına bir yar ara bul.

Mümine farz olan Savmi, Salât, Haccı, Zekât
O, saadet şerefi Ahmed’i, muhtarı ara bul.

Ey “Cevabi” ara bul sen dahi derdine ilaç
Kevserin sahibi ol Haydarı, Kerrarı ara bul.(29)
********

Not: Bu şiiri kırk beş sene evvel “Marıfet Name” nin Osmanlıcasından okumuş ve defterime yazmıştım. (B.Ç.)

-SENDEDİR-

(ZÜBDETÜL HAKAİKTEN) (30)

Mürşidi kâmil bulup insanı kâmil olda gör
Esfeli, ala senindir, hep meratip sendedir.

Kendüy-i hor ve hakir etme hevayı nefsiçun
Cümlenin matlubu sensin, her metalip sendedir.

Mansıbı dünyaya mağrur olma cahiller gibi
Eyle tahsili maarif, her menasıp sendedir.

Devleti sor be, fani kime baki kalır
Arif ol, ehli dil ol, her bir maarif sendedir.
***********

-ANCAK-

Bütün âlemde ki envai marifet ve bu sanatlar
Anın sunı kemalinden heman bir zerredir ancak.

Zuhuru kâinat, esfeli ve alayı mevcudat
Numuneyi Celal’in den, heman bir zerredir ancak.

Mezahir de olan eşkâl ve elvan, hüsnü suretler
Anın hüsnü Cemalinden, heman bir zerredir ancak.

Safayı ravzayı rızvan ve nükamhayı kune kün
Anın havan, nevalinden, heman bir zerredir ancak.
(Zübdetül Hakaikten)

-GARAZ-
“Men arefe dersin” alıp, tahsili irfan ede gör
Arifi nefis ol budur pes ilmi irfandan garaz.

Ömrünü beyhude zayi etme, kıylü-kal ile
Zatı hakka marifettir, din ve imandan garaz.

Mal ve cah, mansıbı dünyaya mağrur olma kim
Aşinayı Hak ol, ey dil, budur insandan garaz.

Elde fırsat var iken, cehd eyleyip cananı bul
Vuslat canandır ancak, hilkati candan garaz.
(Zübdetül Hakaikten)
******

-ŞERİAT-
Şeriat, Şahrahı Mümin’andır,
Hakikat maksadı, aksayı candır.

Şeriat caddeyi rahi hakikat,
Hakikat matlabı her arifandır.

Seri at’sız, hakikat bulunur mu?
Hakikat kasrına ol nerdibandır.
Hakikat gevheri yektai mutlak,
Şeriat hanesi içre nihandır.

Eğer herkim ederse Şer’i tahkir,
Anın hasmı Resulü ins, candır.

Şeriat içre mahfidir, hakikat,
Veli yekdiğerine nevi amandır.

Hakikat, Afitap aynı vahdet,
Şeriat asumanından ayandır.

Şeriat babına hizmet edenler,
Hakikatte selatini cihandır.

Şeriattır esası itikadın.
Hakikat sırrı emri kün fekan dır.

Şeriatta giderler rahi hakta.
Hakikat müntehayı selkan dır.
(Zübdetül Hakaikten)
-SENİN-

Ehli Hak isen eğer, Mahlûkata zulüm eyleme.
Ait olmaz mı sana bir zulüm ve azarın senin.

Rahatı nefsin için, mahlûku tahkir eyledin
Halika raci olur, tahkiri, inkârın senin.

Ehli Hak oldum deyi davayı batıl eyledin
Müddeanı etmedi isbat etvarın senin.

Nice bir İblis’ü sen acip, nekirler ile
Ru siyah etsin seni, buseyi gerdanın senin

Ehli Hak bir kimse ile eylemez cenk ve cidal
Halk ile uğraşmak oldu, ruzi şep karın senin.

Mahreman, barigahı enetsen etmez seni
Âlemin nefine sarf olmazsa, efkârın senin

Nice bir ağyara meyil eylersen aşifte sıfat
Can içinde var iken canan gamhavarın senin.
(Zübdetül Hakaik’ten alınan son şiir)
**********
-İDİM-

Hakikatte zaman, mekân yok iken
Zamansız, mekânsız zamanda idim.
Âlemde, âdemde nişan yoğiken
Cibilli âdemde berkanda idim.

Bu mana zahirdir âşık sadık’a
Onlar ki Hak ile eder musafe
Arada olmadan nun ile kafe
Kaf ve nun içinde nihanda idim.

Evvela Allah vahit ve kahhar
Murat etti kenzini eylemek izhar
Yarattı bir tane gevheri şehvar
Lem âleminde dürü Rahşan da idim.

İptida halk etti Habib’ini ol Hak
Nurunu, nurundan eyledi mutlak
Âlemi ol nura kıldı müstağrak
Nur ile nur oldum, Nuran da idim.

Sani’ı hakikat olan lem yezel
“Fesüphanellezi eazzü, ecel
Ruhu Muhammed’dir cümleden evvel
İnandım Billahi imanda idim.

Arif olan anlar bu ilmi razdan
Cevheri hakikat çıkar ilmi mecazdan
Âlemi ulviyat yaratılmazdan
Ben La ve illa da turanda idim.

Çünkü ol Aliym ve âlim ve daana
Madeni esrardan etti hüveyda
Muhammed ismine basıldı imza
Verilen hücceti burhan da idim.

Anın hürmetine oldu bu âlem
Baisi âlemdir Hazreti Hatem
Tahammür olunurken vücudu Âdem
Melaiki hülya ben anda idim.

Dizdi anasırdan cismi Âdemi
Âdemle müzeyyen kıldı âlemi
Ol zamanda olup aşkın mahremi
Âşık oldum, aşkı hayranda idim.

O, dem mahrem olup esrarı aşka
Kabul ol dergâhı hünkârı aşka
Ruhlar cem olunca Pazarı aşka
Ben sarayı has Sultanda idim.

Hitabı elest ettikte Yezdan
Rabbimiz sin dedik cümle ol zaman
Sücuda vardıkta ervahı insan
Kamiller safında sağ yanda idim.

Emr oldu eşyaya haktan emanet
Eba eylediler arz ve semavat
Âdem kabul edip kıldı itaat
Yazılan ahd ile peyman da idim.

La da mahveyledim bu mümkinatı
İlla da fark ettim hakkı ispatı
Mustafa olmaz mı gönül miratı
Âdem safi ile cinanda idim.

Gitti Âdem safi devretti devran
Günden, güne arttı evladı insan
Yapıldı sefine, Emir oldu tufan
Nuh ile beraber Tufanda idim.

Tarafı Rahman, olundu ferman
Kâbe’yi yapmaya Halilür Rahman
Gökten İsmail’e indide kurban
Ben tavafı beyti Rahmanda idim.

Ne esrarı var bunun takdiminde
Ehli idrak eder tefhiminde
Hak ile Musa’nın tekellümünde
Turi Sina da bir mekânda idim.

Bir karar olunmaz cihan, cahında
İstirahat ara Hak dergâhında
Sultan Süleyman’ın barigahında
Şahı merğan ile divanda idim.

İlmi ledünni den bu ilmi müphem
Manayı hakikat Allah’u ealem
Gelince cihana İsa bin Meryem
Ben anasırı bi canda idim.

Mukaddere hail olur mu tedbir
Elbette tedbiri fesh eder takdir
Okuyup İncili edince tefsir
Müştakı nüzulü Furkan da idim.
Gör ne hup yarattı sarayı Süphan
Hane zeyn olmadan konar mı Sultan
Teşrif eyledikte Resulü Zişan
Ben matbaı rahı erkânda idim.

Evvel, ahır odur, Fahri cihanın
Vasfı mümkinidir öyle zişanın
Dört kitap içinde methini anın
Guş edip diyarı hayranda idim.

O, kâşifi esrar, O dur şehvar
Güneş gibi dini eyledi izhar
Dahi münevverken o sırrı settar
Anın dergâhında derban da idim.

Şeyhani Halife Ebubekir, Ömer
Sertacı Ehlüllah Osman, Haydar
Bunlar edince cihadı ekber
Şahı merdan ile meydanda idim.

Ebül beşer bağı İrem de iken
Sır ile anasır Hürrem de iken
Silsilem sahrayı âdemde iken
Ben meydanı aşkı seyranda idim.

Bu mana makuldür gelmez beyana
Akıllar mı erer sırrı Süphana
Validem gelmeden mülkü cihana
Ben rahmi maderde kemanda idim.

“Emrah” sana Haktır bu ilmi esrar
Birlik haki katın eyledik izhar
Neylerim mektebi mantık ve izhar
Ezelden mektebi irfanda idim.
********
-NAAT-

Ey Ahmed’i Mahmud, Ebel Kasım, Taha
Pes nasibi mazhar, teşrifi “Feterda”

Bir abdi sena havan kim ey mefhari âlem
İhlâsı derunim sana malum Hüveyda

Evsafını neşretmeğe yere indi Kur’an
Miracını keşfetmeğe çıktı göğe İsa

Mahbubi Ehad, Nuri Samet, Seyidi Emcet
Sultanı ümem, Padişahı sureti mana

Yeter artık narı fırkatınla yandım
Al canımı, ya kıl vaslın ile ihya

“Kazim” yetişir perde Pervin edip olmağa
Erbabı kemal eylemez, esrarını ifşa. (31)
********

-HASBÜNELLAH-

Beni zalim felek etti ifna
Oldu sermaye ömrüm yağma
Bu zulümden kime edem şekva
Hasbünellah’ü ve nimel Mevla

Yeter attın, a felek sineme ok
Kalmışam hasretle boynu buruk
Bilmezem ki feleğin lütfümü yok
Hasbünellah’ü ve nimel Mevla

Gün-begün, yeesi elem buldu mezit
Gayri yoktur bana şazlıktan ümit
Edeyim senin kazalarla mı iid
Hasbünellahü ve nimel Mevla

Kahrı gurbet ise tam on iki sal
Oldu çeşmimde vatan zılli hayal
Eylemek “Suphi” tahammülde mahal
Hasbünellahü ve nimel Mevla (32)
**************

-NEDİR-

(Mecnun dilinden Gazel)

Öyle sermestim ki idrak etmezem dünya nedir
Ben kimim, saki olan kimdir, meyi sahpa nedir,

Gerçi canandan dili Şeyda için gam isterim
Sorsa canan bilmezem kamı dil Şeyda nedir.

Vasıldan çün aşığı müstağni eyler bir visal
Âşıktan, maşuka her dem bu istiğna nedir.

Hikmeti dünya vema fiha bilen arif değil
Arif oldur bilmeye, dünya vema fiha nedir.

Ahı feryadın “Füzuli” incidir âlemi
Ker belayı aşka hoşnut isen gavga nedir. (33)
***********

-NEDİR-

(Leyla dilinden Gazel)
Ey kılan Şeyda beni, benden bu istiğna nedir
Niyeti sormaz seninle, ahvali dil Şeyda nedir.

Ger bana halk içre perva kılmadın mazursun
Böyle tenhalıkta kılmazsan buna perva nedir.

Sehlidir ger bilmeyip halim terahhum kılmamak
Halimi bilmemek, terahhum kılmamak umda nedir.

Gül temenna sende derler, Bülbülün kavgalarına
Çun gülü gördükte gelmez, bilmezem kavga nedir.

Ol peri mutlak, men rüsvaya kılmaz iltifat
“Ey Füzuli” bilmezem cürmü men rüsva nedir.

-LEYLA-
Bugün Mecnun benim, hayranı Leyla
Esiri zülfü, meşki, efsane Leyla.

Benim eski cünunum tazelendi
Açıldı çun baharistanı Leyla.

Ganı bir çeşmi Mecnun anı görsün
Kurulmuş yer ve gök divanı Leyla.

Atar Mecnun deyi âlem bana taş
Olalıdan aşkıyla üryan’ı Leyla.

Seher çağında vardım seyri bağa
Okur Bülbülleri, destanı Leyla.

Firakı narına yandıkça narın
Eder dil ahu va, veylayı Leyla.

Ciğerler pare, pare oldu billâh
Göründü gözüme sahrayı Leyla.

Meğer hüsnün gülü Mecnun olur mu?
Kimi görsem sanırım, anı Leyla.
Olurum “Lamei” önünde kelbi
Kabul etse beni çobanı Leyla. (34)
__________

-TAHMİS İLAHİ- BİLMEDİM-

Bayezidin cezbesinde Celle şani remzini
Zatı Ahmed’den tecelli, “Men raani” remzini
“İz raeyte” nassı pak inde meani remzini
Rüyeti didarı haktan “Len terani” remzini
Cismi zarım aşkla tur olmayınca bilmedim.

Sayü, gayret eyleyip, anla şeriat sırrını
Babı Haydardan duhul et, bil inabet sırrını
Arifi remzi fena ol, gör tarikat sırrını
Kisveyi âli aba, enveri hakikat sırrını
Vuslatı Mürşitle mesrur olmayınca bilmedim.
**************

-KALDI-

Tükendi nakdi ömrüm, dilde bir sevda ve ah kaldı
Ne valsı dilbere arzu, ne yâre benim nigah kaldı.

Perişan halime hiç kimseden olmadı bir insaf
Halimi arz etmedik ancak, ne şah ve Padişah kaldı.

Derunim derdini Lokman’a gösterdim, dedi eyvah
Bu derdin ref’ine çare eder, ancak ilah kaldı.

Kara günlerde mi halk eyledi, bilmem beni Mevla
Tutuldu şemsi bahtım, günlerim hep simsiyah kaldı.

“Gedayi” rahı aşkındaki varım eyledim yağma
Elimde sade bir keşkir, başımda bir külah kaldı. (35)
***********

-EYLEDİN-

Zatı pakin Kul hüvellah’ü ehad
Cümle âlem nuru zatınla dolu.

Ey sıfatın vasf’ullah’üs Samet
Cümle âlemden sıfatındır ulu

Âdemi zatına mirat eyledin
Nurunu Âdem de ayat eyledin.
*************

-ER BU DEME-

Yaban yerde ne gezersin – Gel Âdeme, er bu deme.
Hayvan gibi ne yelersin – Gel Âdeme, er bu deme.

Nüshayı vahdet âdem’dir – Nefhayi kudret bu demdir
Âdem’den gayri âdemdir – Gel Âdeme, er bu deme.

Ayineyi Hak âdemde – Gören, görünen bu demde
Her nefes ismi Azamda – Gel Âdeme, er bu deme.

Âdemdir rahmeti Rahman – Âdemdir gevheri her kan
Âlem cisimdir, âdem can – Gel Âdeme, er bu deme.

Âdemdir hakka giden yol – Hakkı istersen âdem ol
Âdeme, cümle eşya kul – Gel Âdeme, er bu deme.

“İbrahim” sen âdeme gel – Kamu müşkülün olsun hal
Âdemi manadan el al – Gel Âdeme, er bu deme.
(36)

-DÜŞTÜ-

Yine zevrakı derunim, Kırılıp kenara düştü.
Dayanır mı şişedir bu, ____ Rehi senksara düştü.

O, zaman ki bezmi canda, Bölüşüldü kaleyi kam
Bize hisse’i muhabbet, ____ Dil-i pare-pare düştü.

Gehi zir-ü serde desti, Gâh ayağı koltuğunda
Düşe, kalka hastayı, gam____ Der-i lütfü yâre düştü.

Erişüp bahara Bülbül, Yenilendi sohbeti gül
Yine nevbet-i tahammül ____ Dil-i bi karara düştü.

Süzülüp O, çeşmi Ahu, Dedi zevki vasla yahu
Bu değildi, neyleyim bu ____ Yolum intizara düştü.

Ne burç arızanda, Gönül oldu hale mail
Bana kendi talihimden ____ O, siyah stara düştü.

Rahi Mevlevi de “Galip” Bu sıfatla kaldı hayran
Kimi terki nam-ü şan-a ____ Kimi itibara düştü.(37)
*********

-NESİN SEN-
Turi dile, bir nuri tecalla mı, nesin sen?
Ya Tur’u tecellide ki, Musa mı, nesin sen?

Dil merdine nefhi dem, feyzinle gelir can
Gökten inecek İsa’yı Mesiha mı, nesin sen?

Bu gül nispet geliyor her nefesinden
Ol bağda yetmiş gül rağna mı geliyor?

Envarı füyuzatın ile doldu bu ekvan
Meydanı “Enel Hak’ta” peyda mı nesin sen?

Ya aynı keramet ve kemalat cihanımı
Ya sureti âdemde ki mana mı nesin sen?

Ummanı kemalatına yok haddi nihayet
Bir katraya çıkmış nice derya mı nesin sen?
Senden ayrılır Kabeyi emal visale
Beytül Hareme babı muallâ mı nesin sen?

Senden görünür cümle evsaf ve hakayık
Esrarı şünuata miraya mı nesin sen?

Aşifte dil olmakta dem feyzin alanlar
Hamhane mi, peymane mi, sehpa mı nesin sen?

Vasfında senin eyleyemem halli maani
Ey kutbu kemalat muamma mı nesin sen?

Âlem hep senin kemalatından alır nur
“Hazmi” anı görmez misin aama mı nesin sen?
***********

-ADEMDİR-

Garzı âlemden, âdemden hakikat sırrı âdemdir
Dil insan daana içredir, esrarı sırriyyat

Muradı âdem ve âlem oluptur manayı âdem
Kılar mana yüzünden secde, ol manaya mescudat

Hakikat kıblesi manayı âdemden kinayettir
Yüzün ol kıbleye tut, kalmasın kalbinde tahrifat

Refiül kader olan zatı şerif manayı âdemdir
Hülasa manayı âdem durur, gayrisi merfuat.

Bu meydana kadem bastın ise, tağyiri vaz etme
Ki kalbin hanesinin bit nur eder ağyaru, tağyirat.

İşi başa iletmek varlığından külli tamaktır
Giderse varlığın hâsıl olur kalbinde tercümat

Nukuşi gayriden kalbi mücella etmek istersen
Gönül levhini nakşı baki eyle, eyle tefrişat.

Ledün ilmin eğer yazmak dilersen levhi kalpte
Gönül levhin mücella et yazılsın ilmi terkımat.

Huda’dan gayriye etme nazar can ile hak beyin ol
Gönülden bir nazarla birliğe er, eyle termikat.

Vücudundan halas ol, varlığın ko, Hak ile Hak ol
Geçüp dünyadan, ukbadan görünsün sırrı tervicat

Eğer âlemde rahat bulmak istersen saadetle
Huzur ister isen terk et zuhuru iste mahziyat.

Ciğerde hun olan yaşlar gözünden kan gibi aksın
Vücudun şehrini kana boyandırsın bu termilat. (41)
**************

-VARDIM Kİ-

Vardım ki yurdundan hayat göçürmüş
Yavru göçmüş ıssız kalmış otağı.
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı.

Süleyman tahtını sanki mar almış
Lalesin, sünbülün, gülün har almış
Şimdi zevk ehlini ahu zar almış
Gamma tebdil olmuş ülfetin çağı.

Acep nerde bulsam ben O, maralı
Hangi dağda bulsam çeşmi gazalı
Yavrusun yitirmiş ceren misali
Tezmiş çölden, çöle yoktur durağı.

“Zihni” dem elinden her dem kan ağlar
Vardım ki bağ ağlar, bağı ban ağlar
Sümbüller perişan, güller kan ağlar
Şeyda Bülbül terk edeli bu bağı. (38)
******

-EY TABİAT-

Ey tabiat sen niye coştun nedir? = Şekvamıdır.
Maksadın ey şairiyet aşk ile = kavgamıdır.

Her zaman âşıkla, maşukun bozar ma beynini
Hiç mi yok insafı çarkın, düşman = Sevdamıdır.

Eseri cahı firkata Dilşat bezmi vasliken
Bahtı na sazın nedir? Gahrı beni = İbkamıdır. (ağlatmak)

Ol kader meyusu vicdanım ki, fark etmem bu dem
Çöp müdür düşümde ki gülün hüner = Piramıdır? (süslemek)

Söylemez oldu bana yar, hakikat perverin
Nefretinden mi bu cevri yoksa = İstiğnamıdır?- (naz)

Eyledi birden bire kat’i nikâh iltifat
Böyle bir zulmü sariha cüreti = Ehramıdır? (layık)

Korkmuyor mu Hazreti Haktan, O, yok mu zan eder
Yoksa sermest, şarap, gaflet = Dünyamıdır?

Açmayayım mı ellerimi feryad Allah dergâhına
Bir kulun Allah’a istidası = Taber camidir? (münasip değimli)

Hiç inanmak istemem “Rahmi” cefayı yâre ben
Yoksa aslı yok mudur bu âlemin = Rüyamıdır? (39)
-Temmet-

Defterin baş kısmında kendi küçük, manası büyük şöyle bir şiir vardı, onu da buraya almayı uygun buldum.

Tasaddur eylemek sadra deme âli neseptendir
Oturmak Pa’yi meclise haya’ü hem edeptendir.

Tasaddur eyledi Tebbet, geçüp ma fevgı ihlâs-a
Kimi medh-i ilahi’dir, kimi Ebi Leheptendir.

Mahlası belli olmayan bu şiirde kısaca şu denmek isteniyor: “Başköşeye geçip oturmak için yüce bir sülaleden olmak gerekir deme. Meclisin alt tarafına oturmak hayâ ve edebin eseridir. Kur’an-ı kerimin sonunda Tebbet Suresi, İhlâs suresinin baş tarafına yerleşmiş ama İhlâs, Yüce Allah-ı medh ediyor. Tebbet ise Ebi Lehep kötüleniyor.

(1)- Tasavvufta şat tar’lık nedir ve Ali rıza Efendi, kimdir? : Defterin yazarı Ali Rıza Efendi kendisini “Şat tar” olarak takdim etmişti. Şat tar sözlüklerde: Açıkgöz, hilekâr demekmiş. Tasavvufta çeşitli manalarda kullanılan bu kelime “kendini batıldan uzaklaştıran, fütüvvet ehli gibi anlamlar taşıyor.
Ali Rıza Efendinin Hayatı hakkında bir bilgiye ulaşamadım. Bu konuda şiirinde kendisin şöyle anlatıyor: “Erzurum’dan nefyolundu, Niçin ehlüllah denildi, İlmi kemaline hud, Ettiler ana iftira” Şiirin devamında nice eza, cefa ve iftiradan sonra Sivas’a sürgüne gönderiliyor. Sivas’ta Mor Ali Babanın ve Hacı Osman Efendinin yanında hizmetlerde bulunuyor. Mur Ali Baba’nın hayatını araştırdığımızda onun 1884 senesinde vefat ettiğini görüyoruz. Ali Rıza Efendi Mur Ali Baba ile ilgili şöyle diyor. “Pirim Halis, hem Mur Ali, Bunlarda nuru Hak celi, Bu zatların fermanına, Mahya olmuşam her ca. Bu şiirde pirim Halis dediği kişi, Mur Ali Baba’nın Kerkük’de ki Şeyhi olmalı. Şiirin devamında “Sekiz ay eyledim hizmet, Hizmetinde buldum lezzet, Hacı Osman Efendidir, Ana mahsus ilmi hafa. Sohbet şeyhim idi O zat, Dinledim çok ledünniyat, Andan aldım telkini din, Neler talim etti bana.” Ali Rıza Efendinin sohbet şeyhim dediği ve hizmetinde sekiz ay kaldığını bildirdiği Hacı Osman Efendi hakkında hiçbir bilgiye ulaşamadım. Buradan çıkan sonuca göre Erzurumlu Ali Rıza Efendinin Sivas-a geliş tarihi, Şeyhi Mur Ali Babanın ölüm tarihi olan 1884 tarihinden önce olmalı. Ali Rıza Efendi Sivas ta ne kadar kaldı bilemiyoruz ama 1902 tarihinde Erzurum da Şair Hazmi Tura, Ali Rıza Efendiye intisap ettiğine ve bunu da bildirdiğine göre, Ali Rıza Efendi 1902 den önce Erzurum-a dönmüş olmalı. Ali Rıza Efendi Sivas ta ki günleri şöyle geçiyor. “Bir zaman sonra Sivas’ta Mesnevi okutmaya başlıyor ve bazı fikirlerini açıkladığı için burada da hakkında dedi- kodu yapılmaya başlanıyor. “Bu adam yeni din icat ediyor, ilmi batından dem vuruyor, zaten Mesnevi okutuyor. Ne demiş büyükler “kim ki okutur Farisi, gider dininin yarısı” sözlerle aleyhine konuşuluyor. Yine bir şiirinde Tarikatını şöyle tanıtıyor: “Tarikatın adı Şattar, Bulunur anda çok esrar, Her bir tarik bundan bulur, Budur bil kim cihan numa.” Bu bahsi bitirmeden bırakıyorum. Çünkü Ali rıza Efendi ve Hacı Osman Efendi hakkında bilgi aldığım zaman hemen ilave edeceğim.

(2)- Rıza Tevfik, kimdir?:

Rıza Tevfik Bölükbaşı 1869 senesinde Bulgaristan a doğdu, 1949 İstanbul da vefat etti. Türk şair, felsefeci ve devlet adamı olarak tanındı. Tıp eğitimi gören Tevfik Rıza Osmanlı döneminde milletvekilliği, Milli Eğitim Bakanlığı da yapan çok yönlü bir kişiliği vardı. Politikada ki tutarsızlıkları ve ateşli kişilik yapısı nedeni ile olaylarla dolu bir ömür sürdü. Hece vezninde şiirler yazan Tevfik Rıza Bölükbaşı felsefeye merakı nedeniyle Filozof Rıza, Sevr anlaşmasını imzalayan Osmanlı delegesi olarak yüz ellilikler arasında yer aldı. Uzun yıllar sürgün hayatı yaşadığı için gurbet acısını şiirlerinde dile getirdi. Rıza Tevfik’in Cönkümüzde iki tane meşhur şiiri var. Birisi, “Gel derviş beri gel yabana gitme” mısrası ile başlayan, “Hep sendedir” başlıklı şiiri. İkincisi ise, “Bana sual sorma, cevap müşküldür, Sana her sırrımı açamam Hocam” mısraları ile başlayan ve “Rıza Tevfik’ten, Sait Molla-ya” başlıklı şiir.

(3)- Selami, kimdir? :

Selami Ali Efendi, (ö. 1692): Menteşe ili (Muğla) Kozyaka köyünde doğdu. İlyas Efendinin Oğludur. İlim tahsilinden sonra Kırkakça Medresesine Hoca, daha sonra da İstanköy Adası-na (Yunanistan) Müftü oldu. Tasavvufa olan aşkı yüzünden Kadılığı bırakıp Zakir Zade Ali Efendiye bağlandı. Bursa-ya Halife olarak gönderildi. Bursa-da Çelebi Mehmet Camii civarına Tekke inşa etti. Divitçi Zade Mehmet Ali Efendinin vefatıyla, 1679 yılında bu Asitaneye şeyh oldu. Niyazi Mısri ile mektuplaşmaları ve bir kısım dedikodu çıkması sonucu şeyhlikten ayrıldı. Bir yıl sonra Asitane şeyhlığna yeniden atandı. Celvetiye tarikatının, Selamiye kolunun kurucusudur. Kısıklıda ki dergâhında metfundur. Selami Ali Efendinin defterimizde dört tane şiiri vardır.

(4)- Zati, kimdir? :

Zati 1471 yılında Balıkesir de doğmuş ve 1546 vefat etmiştir. Tanınmış bir Divan edebiyatı şairidir. Ziya Paşa tarafından, Türk şiirine temel koyan şairlerin üçüncüsü olarak anılmıştır. Çok sayıda şiir yazmıştır. 3000 tane Gazel, 400 tane de Kaside yazdığı söylenir. Cönk’de ki, Birinci şiirinde: “Seni bende, beni sende bulup şekle doldum ben” mısrası ile birçok tasavvuf şairi gibi Vahdeti Vücut fikrini işlemektedir. Zatinin defterimizde üç tane şiiri vardır.

(5)- Niyazi, kimdir? :

Cönkümüzde üç tane şiiri bulunan Niyazi, Tasavvuf âleminin yakından tanıdığı meşhur mutasavvıf Niyazi Mısri’dir. Niyazi mısri, aslen Malatyalıdır. İlim tahsili için Mısırda kaldığı için “Mısri” mahlasını kullanmıştır. Kadı zadelerden Mehmet Vani Efendi ile vaizlerinde çok cedelleştiler. Nihayet Edirne de ki eski camide yaptığı vaizinde, şeriata uymayan fikirlerinden dolayı Rodos’a sürgün edildi. Daha sonra Bursa da yine Şeriatın zahirine muhalefetten, Bursa kadısı Ak Mehmet Efendinin şikâyeti üzerine Limni adasına sürgün edildi ve orada tam on beş yıl kaldı. Padişahla beraber bir sefere katılmak istedi. Padişah razı olmadığı halde bu niyetle Edirne’ye gelmesi yine bardağı taşırdı ve üçüncü defa sürgün edildi. Yine sürgün geldiği Limni adasında ertesi yıl miladi 16 Mart, 1694 vefat etti. Birçok eseri olan, Mısri’nin Osmanlıca yayınlanmış bir de Divanı mevcuttur. Divanında da Vahdeti Vücut fikrini çağrıştıran birçok şiiri vardır. Niyazi Mısri’nin Cönkümüzde üç tane şiiri mevcuttur.

(6)- Bedri, kimdir? :

Bedri Mehmet Efendi (ö. 1065, 1655) Müderris, Şair ve dini eserler bestekârı. Gaziantep-de doğdu. Küçük yaşta İstanbul-a geldi ve saraya girdi. Kısa zamanda ilmi ve zekâsı ile dikkat çekti. Kara çelebi zade medresesine müderris oldu. Dördüncü Mehmet-in tahta çıkması ile Rumeli Kazaskerliğine getirildi. Devrinin önemli ilim adamlarının arasında yer aldı. Şiir ve musiki ile meşgul oldu. Bedri mahlası ile kaleme aldığı manzumelerine bazı tezkere ve mecmualarda rastlanmaktadır. Bedri Mehmet Efendinin Cönkümüzde altı tane şiiri vardır.

(7)- Hazmi, kimdir? :

Muhammet Hazmi Tura Uşşaki Hazretleri Arapkir’in şeyh ulya mahallesinde (1881) doğdu. Babası aynı mahallede imamlık yapan Abdullah Hamdi Efendidir. Arapkir de ilk tahsiline başlamış, Harput ve Malatya da devam etmiş, daha sonra Erzurum-a gitmiş, orada Müftü Efendiden bir sene ders almıştır. Bu sırada Erzurumlu Kadiri şeyhi Ali Rıza Efendi ile tanıştı ve ona intisap etti. Bir müddet onun hizmetinde kalarak tasavvuf bilgisi aldı. Hazmi Efendi hakkında bilgi ararken Cönk’ümüzün yazarı Ali Rıza Efendi hakkında bilgilere ulaştım. Tekirdağ Terzi Baba sitesinden öğrendiğime göre Hazmi Babanın Şeyhi Ali Rıza Efendi Şeyhi Sivaslı Mur Ali Baba ile Hacı Osman Efendidir. Mur Ali Babanın Şeyh de Şeyh Abdurrahman Halis el Talabani el Kerkuki Hazretleridir. Bundan sonra Hazmi Efendi hakkında bilgilere devam edelim. Muhammet Hazmi Efendi bir sene sonra İstanbul-a gelerek 1908 yılında Beyazit Camii İmamı Arapkir-li Hüseyin Efendinin derslerine devam etti. Daha sonra İstanbul-un birçok Medresesinde Kapatılana kadar Müderrislik yaptı. 1912 de kütüphane memurluğuna getirildi ve 1918 Kasımpaşa da Hüsamettin-i Uşşaki tekkesinin şeyhi Mustafa Safi Efendiye damat oldu ve sülukini tamamlamak için ona intisap etti. Hazmi Baba 1960 senesinde vefat etmiş, şeyhi ve kayın babası Mustafa Safi efendinin Kasımpaşa da ki mezarının yanına defnedilmiştir. Hazmi Babanın defterimizde sekiz tane şiiri vardır.

(8)- Sükuti, kimdir?

Sükuti Mehmet Efendi: Mudurnulu Mehmet adında bir zatın oğludur. Âlim, Şair bir zat olup Halveti tarikatına mensup idi. Genç yaşında Bursa-ya giderek tahsilini tamamladıktan sonra Niyazi Mısri Hazretlerinin öğrencisi olmuş ve manevi irfanından istifade etmiştir. Niyazi Mısri tarafından Gelibolu-ya Müftü olarak gönderilmiştir. Kitaplarından meşhur Kaside-i Dürr’ye Gurre namı ile Arapça bir nazırası il Mevlana (Kaya’id-i Aliye) adı ile yazdığı bir Faysalname vardır. Sükuti Mehmet Efendi, ziyaret maksadı ile gittiği Bursa-da vefat etmiş ve Deveciler Mezarlığına defnedilmiştir. Sükuti Mehmet Efendinin Cönkümüzde bir tane şiiri vardır.

(9)- Gaybi, kimdir?

Sunullah Gaybi (ö. 1087, 1676) Kütahya doğumludur. Sohbet name adlı eserinde İstanbul-a giderek Olanlar şeyhi İbrahim Efendiye intisap ettiğini bildirir. Babası Kütahya’da Müftü, Derviş diye tanınan bir ilim adamıdır. Bazı risalelerde Gaybi Dede, Gaybi Baba diye anılır ve Hurufi olduğu söylenir. Sunullah Gaybi, Türk Tasavvuf musikisinin öncülerindendir. M. Fuat Köprülü onu Yunus Ermenin takipçilerinden sayar. Sunullah Gaybi, Risaleyi Halvetiyye ve Bayramiyye adlı eserinin baş tarafına yazdıklarından dolayı Kütahya’da Mülhitlik ve Zındıklık ile suçlanmıştır. Devir nazariyesini anlattığı “Keşfü-l Gıta” adlı manzumesi Tasavvufi çevrelerce çok tanınmıştır. Gaybi’nin Cönk’ümüzde on iki tane şiiri bulunmaktadır. Gaybi-nin şiirleri baştan sona kadar, Tasavvuf ehlinin çoğunun düştüğü Vahdeti Vücut fikrini anlatmaktadır. Bir örnek: Sana âlem görünen, Hakikatte Allah’tır. Allah birdir Vallahi, sanma ki birkaç ola.”

(10)- Cemali, kimdir?

Cemal-i Halveti (ö. 899, 1494) Halvetiye tarikatının Cemaliyye kolunun kurucusu ve bu tarikatın İstanbul-da ki ilk temsilcisi, âlim ve şair’dir. Asıl adı Cemaleddin el Aksarayi-dir. Yedi tane Halveti şeyhine intisap etti ve postişinlik alarak irşat görevine başladı. Halvetiye tarikatının İstanbul-da ki ilk büyük temsilcisidir. Tasavvuftan başka tefsir ve hadisle de meşgul olan ve aynı zamanda şair olan Cemali, kısa zamanda İstanbul-un meşhur şeyhlerinden biri olmuştur. Devrinde, “Mefhar-ı Aktab-ı devran” diye anıldı. Cemali’nin, Cönk’ümüz de “İçindedir” başlıklı bir şiiri bulunmaktadır.

(11)- Azmi Dede, kimdir?

Asıl ismi Hüseyin Azmi Dede’dir. On dokuzuncu asrın ortalarında yaşamış ve Gelibolu Mevlevi hanesinde şeyhlik yapmıştır. Defterimize de “Göstermiş” başlıklı bir tane şiiri bulunmaktadır. Azmi mahlası ile şiir yazan birçok şair vardır. Bektaşi kökenli bir Azmi Baba daha vardır. On altıncı yüz yılda yaşamış, ünlü bir Bektaşi Şairidir. Hayatı hakkında bilgi yoktur. Mecmualarda ki şiirlerinde tasavvuf konularını sadelik ve cesaretle işlediği görülüyor. Bizdeki şiirin sahibi bu kişide olabilir.

(12)- Nakşî, kimdir?

Nakş-i Akkirmani (ö. 1065, 1655) Mutasavvıf, şairdir. Asıl adı Ali olup Divriği-de doğmuştur. İstanbul-a giderek Halvet iye’nin Ramazaniyye kolunun kurucusu pir Ramazan Efendiye intisap etti. Nakşî Akkirmani’nin Divanı Buruciye yayınları Sivas 2007. (Dr. Hikmet Atik.) Birde Mevlevi şeyhi Nakşî Mustafa Dede Efendi (ö. 1854) var ki, Cönk’ümüzde şiirleri olan şair Nakşî-nin ikinci şahıs olma ihtimali daha büyüktür. Nakşî Mustafa dede (ö. 1854) Mevlevi şeyhi, şair, bestekâr ve neyzendir. Edirne-de doğdu, öğrenimini burada tamamladı. Arapça, Farsça dersler yanında Tasavvuf, edebiyat ve musiki dersleri alarak kendini yetiştirdi. Konya’ya gidip Mevlevi tarikatına girdi ve orada çilesini tamamladı. Mısıra, Gelibolu’ya ve Edirne’ye gitti. Kahire’de vefat etti. Nakşî Dedenin defterimizde üç tane şiiri bulunmaktadır.

(13)- Seyyit Nizam Oğlu, kimdir?

(ö. 1010, 1601) Halveti, Sinani şeyhi ve şairdir. Adı Seyfullah Kasım-dır. Yavuz Sultan Selim devrinde Bağdat’tan İstanbul-a göçüp, Kasımpaşa ve Silivri kapı-da tekke kuran Seyyit Nizamettin Ahmet Efendinin oğludur. Seyyit Nizam oğlu şiirlerinde İlahi aşka, Ehli beyit sevgisine ve on iki imama bağlılığa çok önem vermiştir. “Bu aşk bir bahri ummandır, Buna haddi karar olmaz. Delilim sırrı Kur’an-dır, Bunu bilende ar olmaz. Süre geldim ezeliden, Pirim Muhammet Ali-den, Şarabı lem yezeliden, İçenlere kanar olmaz. Kıyamazsan başa, cana, uzak dur girme meydana, Bu meydanda nice başlar, kesilir hiç soran olmaz.” Beytiyle başlayan nihavent ilahisi bestelenerek tekke muhitlerinde okuna gelmiştir. Vahdeti vücut fikrini coşkun bir şekilde ifade eden şairin şiirlerinde Hurufilikte görülmektedir. Osmanlıda yaşamasına rağmen “Kim ister Mustafa’dan bula izzet, İmamı Ca’fere kılsın itaat.” Gibi şiirleri ile Şiiliğini açıklamıştır. Seyyit Nizam Oğlu-nun defterimizde beş tane şiiri bulunmaktadır.

(14)- Hakki, kimdir?

Hakkı Bey (1823, 1894) son devir divan şairidir. Mora’da doğdu, asıl adı İbrahim olup şiirlerinde “Hakkı” mahlasını kullanmıştır. İsmail Hakkı Paşanın oğludur. İlköğrenimini babasının sürgün yeri olan Gelibolu-da tamamladı. Birçok devlet dairesinde memurluk yaparak emekli oldu. Yazdığı şiirlerle çok yüksek paralar kazandı. Son zamanlarında sol gözünü kaybettiği için kör Hakkı diye de anıldı. Üsküdarlı Hakkı Bey kasideleri ile tanındı. Elli beş sahifelik bir divanı basılmıştır. Cönkümüzde en çok şiiri olan yirmi bir kaside ile Hakkı-dır. Şiirlerinden kısa bir örnek: “Bir Leyla-nın Mecnunu’yam, âlem onun divanesi. Bir Yusuf’un meftunu’yam, her hüsnün olmuş ayinesi.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri: Hakkı Mahlası ile şiir yazan birçok şair vardır. Bu Cönkte Hakkı mahlası ile yazılmış yirmi bir tane şiir var demiştim. Bu şiirlerden çoğu, belki hepsi Marifetname yazarı Erzurumlu İbrahim Hakkı ya ait olabilir. Çünkü defterimizin yazarı Ali rıza Efendi kendi şiirlerinin bir yerinde “Hakki-lere canım kurban” dedikten sonra, “Hakki-lerden murat İsmail Hakkı Bursevi ve İbrahim Hakkı Erzurum-i- dir” demiştir. Bir başka işarette, yine defterimizde Cevabi mahlası ile yazılı bir şiir var ki, “Ey gönül kendini vezn etmeye kantar arabul, Yürü kantarına halis olan ol ayyarı arabul” diye başlayan şiiri de, bundan kırk beş sene önce Marifetname-nin Osmanlıca nüshasından okumuştum. Üçüncü bir işarette, defterimizin yazarı Ali Rıza Efendi de Erzurum-dan Sivas-a sürgün gelmiştir, dolayısı ile birbirilerine hemşeridirler. O halde Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri hakkında da kısaca bilgi verelim: İbrahim Hakkı Hz. Hic. 1115, 1703 yılında Erzuruma bağlı Hasankale ilçesinde doğmuştur. Babası Molla Osman, bir mürşit aramak maksadı ile Siir-tin Tillo ilçesine gitmiş ve orada İsmail Fakirullah Hz. Ni bularak ona bağlanmıştır. Sonra İbrahim Hakkı ve amcası da gelip bu şeyhe bağlanmıştır. İbrahim Hakkı burada dini ve fenni ilimler tahsil etmiş, Padişah tarafından İstanbul-a davet edilmiş ve 1. Mahmut ile görüşmüştür. İbrahim Hakkı, 1738, 1763 ve 1767 tarihlerinde üç defa hacca gitmiştir. İbrahim Hakkı, 1780 yılında 77 yaşında iken hakkın rahmetine kavuşmuştur. Ünü yurt dışına taşan Marifetname isimli eseri ve birde Divanı vardır.

(15)- Seyfi, kimdir?

Şair Seyfi ile Seyyit Nizam Oğlu aynı kişidir.

(16)- Âdemi, kimdir?

Bütün araştırmalarıma rağmen Ademi mahlası olan şair hakkında bilgiye ulaşamadım.

(17)- Nabi, kimdir?

Nabi (1642- 1712 ) Divan edebiyat şairi. 1642 de Urfa-da doğan Nabi, yokluk ve sefalet içinde yaşayarak büyümüş, yirmi dört yaşında İstanbul-a gitmiştir. Burada yaşamaya devam eder ve şiirleri ile tanınmaya başlar. Sonra Halep-e gider. İstanbul-da ki bağlantıları sayesinde yirmi beş yıl Halep-te rahat bir ömür sürer. Eselerinin çoğunu burada yazar. Daha sonra Halep valisi olan Baltacı Mehmet Paşa Sadrazam olur ve Nabi-yi yanına alır. Nabi bu dönemde Darphane eminliği, baş mukabelecilik görevlerinde bulundu. Aynı zamanda Nabi-nin güzel bir sesi vardı ve müzik konusunda da çok başarılı idi. Nabi 1712 de İstanbul-da vefat etti. Toplumda gördüğü noksanlıkları şiirine konu eden Nabi bir şiirin de şöyle der “Bende yok sabr-ı sükûn, sende vefadan zerre, İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere” Nabi’nin defterimizde bir tane Naat-ı vardır. Anlatıldığına göre Nabi yanında bir Paşa ile Hacca giderken Medine yakınlarında bir yerde konaklarlar. Paşanın ayaklarını Medine istikametine uzatıp yattığını gören Nabi, bu Naat-ı yazar. “Sakın terki edepten kuyi mahbubu Huda-dır Bu, Nazargah’ı İlah-i’dir, makamı Mustafa’dır Bu.”

(18)- Lâmekân Hüseyin, kimdir?

16. yy. sonu ile 17. yy.ın ilk yarısında yaşamış olan Lâmekân-i Hüseyin, hayatının belli bir döneminden sonra İstanbul-a gelip yerleşmiş ve burada eğitimini tamamlamıştır. Eserleri incelendiğinde Lamekani’nin iyi bir eğitim aldığı görülür. Lâmekân 21 Rebiü’l-evvel 1625 (21 Haziran 1625) tarihinde Pazar günü vefat etmiştir. Mezarı, Cerrah Paşa Tıp Fakültesi alanı içinde Şah Sultan Camii haziresindedir. Lamekani Hüseyin Efendi, ikinci devre Melamiliği olarak bilinen Bayrami- Melami tarikatına mensuptur. Divanı esrar name isimli kitabı olan şairimizin, Cönkümüzde bir tane şiiri bulunmaktadır.

(19)- Sezayi, kimdir?

Sezai-yi Gülşeni ( ö.1151, 1738) Halveti- Gülşeni tarikatının Sezaiyye kolunun kurucusu mutasavvıf ve şairdir. Mora yarım adasının bir kasabasında doğdu. Venediklilerin Mora-yı işkâl etmesi ile İstanbul-a gelirken gemide rastladığı bir Halveti şeyhinin etkisiyle Tasavvufla ilgilenmeye başladı. Birçok tarikatın birleşimi olan Sezaiyye-yi kurdu. Geniş hacimli bir divanı olan Sezai-yi, Bursalı Mehmet Tahir Osmanlının Hafızı, Şirazi-si diye tanıtır. Sezai-nin, Cönkü-müz de dört tane şiiri bulunmaktadır. Şiirlerinden biri “Ya Resulellah” başlıklı güzel bir naat iken, diğerleri Vahdeti Vücut fikriyle doludur.

(20)- Turabi, kimdir?

Turabi’nin hayatı: Yanbolu-lu Ali Turabi Baba h.1201, 1786 yılında Yanbolu-da dünyaya gelmiştir. Türklerin yaşadığı bir yerleşim alanı olan Yanbolu, bugünkü Bulgaristan toprakları içindedir. Turabi, gençlik yıllarında bir müddet saz elde seyahat etmiş, bu dönemde üçüncü devre Melami piri Seyyid Muhammed Nuru’l Arabî ile Üsküp-te tanışarak Melamiliğe intisap etmiştir. Daha sonra İstanbul-a gelerek Merdivenköy Bektaşi Dergâhında Halil Revnaki Baba’dan mücerret ikrarı almış ve Bektaşiliğe bağlanmıştır. Turabi’nin yanında yetişip, Babalık makamına ulaştığı üstadı bu zattır. Revnaki Baba’nın ölümü üzerine yerine Postnişin olmuştur. Çorumlu Es-Seyyid Hasan-Hüseyin Dede-Babadan sonra Kırşehir Hacı Bektaş pir evinde ki, Dede-Baba postuna seçim yoluyla 1849 yılında oturan Turabi Baba, on dokuz yıl bu görevde kalmıştır. Turabi Baba’nın, defterimizde bir tane şiiri vardır.

(21)- Hüdayi, kimdir?

Aziz Mahmut Hüdayi (ö. 1038, 1628) 1541 de Şereflikoçhisar-da doğdu. Sivrihisar-da ilk tahsilini aldı. Küçükayasofya-da Medrese tahsilini tamamladı. Hocası ile gittiği Mısır ve Şam gezilerinde Halvetiye tarikatı ile tanıştı. Muhyiddin Üftadeye intisap etti. Şeyhinin vefatıyla sekiz sene postişinlik yaptı. Dergâhını yüz yetmiş bin müride ulaştırdı. Kutbü’l Aktab, Sahib-i Zaman, Mürşidi-i Kamil gibi unvanlarla anıldı. Hüdayi, İbn-ül Arabî-nin sistemleştirdiği vahdeti vücut fikrine bağlı kaldı. Aziz Mahmut Hüdayi’nin defterimizde bir tane şiiri vardır.

(22)- Fenayi, kimdir?

Fenayi Ali Efendi, (ö. 1158/1745) Celvetiye tarikatı şeyhlerindendir. Kütahya-da doğdu. Asıl adı Ali, mahlası Fenayi’dir. Ailesinin Seyyit olduğu söylenir. İstanbul-a gidip Celvetiye şeyhi Selami Ali Efendiye intisap etti. İcazet aldıktan sonra gittiği Manisa-da bir cami ve Tekke yaptırarak irşat faaliyetine başladı. Mürşidi Selami Efendinin vefatı üzerine şeyhinin Selamsızda ki tekkesinde postnişin oldu. Dervişleriyle beraber Baltacı Mehmet Paşanın Purut seferine ordu şeyhi olarak katıldı. Daha sonra Üsküdar da bir tekke yaptırarak orada otuz iki sene hizmet ettikten sonra vefat etti. Fenayi mahlası ile şiir yazan Ali Efendinin birde Divanı olduğu söylenir. Defterimizde Fenayi Ali Efendinin bir tane şiiri vardır.
Aslında aynı tarikatta daha önce şeylik yapan, “Ehli cennet” diye anılan ve mahlası Fenayi olan biri daha vardır. Mehmet Fenayi, “Ehli cennet” (ö.1664) İstanbul Tophanelidir. Mehmet Efendi, kardeşi Ahmet Çelebinin Hüdayi-ye bağlılığı vasıtasıyla Piri tanımış ve tasavvuf eğitimine başlamıştır. Piri tarafından Simav-a Halife olarak gönderildi. Pirin vefatı üzerine İstanbul-a geldi ve Tophanede sakin bir hayat yaşadı. Mesut efendinin ölümü ile Asitaneye şeyh oldu. (1657) Vefat edince Asi tane’nin alt kapısı karşısında ki Mezarına defnedildi. Mahlası Fenayi’dir ve bir divanı vardır. Bizdeki şiirin sahibi bu zatta olabilir.

(23)- Hilmi Dede, kimdir?

Merdiven köy, Şahkulu dergâhı şeyhi Mehmet Ali Hilmi Dede. Mehmet Ali Hilmi Baba Çocuk yaşlarda Balaban Üsküdar Nakşibendî dergâhına bağlanmıştır ve çok yüksek düzeyde Şeriat ve tarikat dersleri almıştır. On beş yaşında Şah kulu postişini İstanbullu Hacı Hasan Babadan el alarak Bektaşi olmuştur. 1862 yılında Türabı Ali Dede Babadan dönemin türbedarı Hacı Mehmet Tahir Babanın rehberliğinde Babalık icazeti almış ve 1863 yılında Şah Kulu dergâhına postişin olarak atanmıştır. Hilmi Baba zamanında Bektaşilik arasında bir ihtilaf çıkar, bir kısmı Vahdeti mevcut fikrini desteklerken, Hilmi Baba taraftarları da Vahdeti vücut fikrini savuna gelirler. Hilmi Baba, Şah Kulu dergâhında postişin olarak yirmi iki sene ve yine Dede Baba olarak ta yirmi iki sene görev yapmıştır. Hilmi Baba 1907 yılında vefat etmiştir. Hilmi Dedenin defterimizde altı tane şiiri vardır. Şiirlerinden küçük bir örnek: Nuş edince camı mevti aşkile Hilmi Dede, Guş edenler diyeler “İnna lillahi raciun.” Yani: (Ölüm şerbetini aşk ile içince Hilmi Dede, Duyanlar derler ki Allah İçindi ve Allah-a döndü.)

(24)- Müştaki, kimdir?

Bitlisli Müştak Baba (ö. 1833) Peygamber Efendimiz hakkında yazdığı naatlar ile meşhur şairdir. Müştak Babanın ailesi 1642 yılında Hakkâri’den Bitlis’e gelmiştir. Müştak Baba 1759 Bitlis-te doğdu. Asıl adı Muhammet Mustafa’dır. Çocuk yaşta Babasını kaybetti, Dedesi tarafından Medreseye verildi, fakat Medreseden kaçar sık-sık saza, söze, musikiye gidermiş. Dedesi onu ilim adamı yapmak isterken O sazı ve şiiri seçmişti. Bu hale düşmesine kızan Dedesine, “Sen Mescide var, ben meyhaneye ey yar, Takdiri ezel böyle imiş, eyleme inkâr.” Diye cevap vermiştir. Dedesi Müştak Babayı bu seferde amcası ve aynı zamanda Bitlis’in güneşi olan Şemsi Bitlisinin yanına verir. Yirmi yaşından itibaren amcasının tavsiyesi ile Hacı Hasan Şirvan’i nin yanına verir. Bu zatın yanında İlahi aşka tutulan Müştak Baba Hocasının yanından ayrılmaz oldu. Zahiri ve Bâtıni ilimleri bu iki zattan öğrenmiş ve icazet almıştır. Şeyhinden musikiyi de öğrenmiş ve musiki ile hastaların şifa bulacağına inanmış ve müzik ruhun gıdasıdır demiştir. “Ehli şikem idrak edemez musiki ilmin, Pakize eda, cana safa, ruha gıdadır. Avazı Bülent ile demiş Hazreti Lokman, Hikmetle teganni marazı aşka devadır.” Üryan Baba kendisine Müştak Baba ismini takmıştır. O, Erzurum, Ayaş, Van, Erzincan, Bağdat, Avrupa ve İstanbul-a gelmiştir. İstanbul-a geldikçe Selamsızda ki dergâh ta kalmıştır. Müştak Baba Bitlis-te iken muhaliflerinin hücumuna uğradı ve boğularak 1832 de öldürüldü. Seccadesinin altından şu şiir çıkmış.
Ya Resulellah ulüvvü şan senin, Sürur güneşisin ferman senin.
Desti hükmünde şeha cevgan senin, Top senin, cevgan senin, meydan senin.
Söz senin, Devlet senin, Devran senin.
Şehit edildiğinde yetmiş beş yaşında imiş. Menakıpnameye göre bir günde kırk kurban kesip fakirlere dağıtmış ve şehit olması için dua etmiş, şehitliğe kavuşmuştur. Divanına yazdığı şifreli ve ebcet hesaplı şiiri ile Ankara’nın başkent olacağını yüz kırk sene evvel haber verdiği söylenir. Müştak Babanın da defterimizde Bir şiiri mevcuttur.

(25)- Nebati, kimdir?

Yaptığım incelemelerden anladım ki Nebati mahlası olan bir şair yok. Bu şiirin sonunda ki nebati cümlenin aslındandır. Şiir mahlası Edip olan şaire aittir. Zaten son mısrada Edip ismi de geçmektedir.

(26)- Edibi, kimdir?

Edip Harabi (1853–1916) son devir Bektaşi Şairidir. İstanbul-da doğdu. Asıl adı Ahmet Edip’tir. Şiirlerinde bazen Harabi, bazen da Edib mahlasını kullanmıştır. On yedi yaşında Şah kulu dergâhı Mehmet Ali Hilmi Dedeye mürit oldu. Ancak herhangi bir kimseden icazet almadan Babalık yapmaya başladığı için İstanbul Bektaşileri arasında pek sevilmezdi. Daha çok Bektaşi olmayan rindmeşrep kişilerle ve şairlerle düşüp, kalkar ve evinde ayın düzenlerdi. Hatta Rıza Tevfik bile ilk başta kendisinden el almıştı. Defterimizde “Gecelerde” başlıklı bir şiiri bulunmaktadır. (Bu bilgiler, Halk ozanları bilgisizler sitesinden alınmıştır.)

(27)- Emrah, kimdir?

Erzurumlu Emrah (ö. 1860) Türk saz şairidir. Erzurum-un Ilıca ilçesine bağlı Tanbura köyünde doğdu. Gençlik yıllarında köyünden ayrılarak Erzurum-a gidip medrese tahsili aldı. Sonra Kastamonu, Trabzon, Sivas, Tokat, Çankırı, Niğde gibi yerleri gezdi. Nakşibendî’ye tarikatının Halidiye koluna intisap etti. Emrah gezdiği yerlerde başta Beşiktaşlı Gedayı, Tokatlı Nuri olmak üzere birçok çırak yetiştirdi. Geleneğe göre Emrah ölmeden önce sazını ve sözünü Nuri’ye, hafızasını Gedai-ye bırakmıştır. Nuri-ye Anadolu’dan çıkmamasını, Gedai’ye ise, Rumeli’ye gidip oradan dönmemesini vasiyet etmiştir. Ömrünün son yıllarını Tokat’ın Niksar ilçesinde geçiren ve orada vefat eden Emrah’ın ölüm yılı da doğum tarihi gibi tam belli değildir. Şiirlerinde aşk, ayrılık, gurbet ve yaşadığı dönemden şikâyet gibi konular işlemiş, tarikata mensup olduğu içinde vahdeti vücut fikrinden uzak kalmamıştır.

(28)- Nesimi, kimdir?

Nesimi (1417) Hurufiliği ile tanınan mutasavvıf, şair. Doğum tarihi ve yeri hakkında ihtilaflar vardır. Aynı dönemde yaşayan İbn Hacer Askalani, Nesiminin Tebrizli olduğunu söyler. Âşık Çelebiye göre Türkmen, bazılarına göre ise Arap’tır. Doğrusu Türkleşmiş bir soydan geldiği ve ana dilinin Türkçe olduğu bilinmektedir. İyi bir eğitim görmüş, genç yaşta tasavvuf yoluna girerek Fazlullah Hurufi ile Bakü ve Şirvan da beraber yaşamış, Hurufiliğin en sadık temsilcilerinden olmuştur. Nesimi asıl şöhretini şeyhi Fadlullah Hurufi’nin, Timur tarafında idam edilmesinden sonra kazanmıştır. Fadlullah-ın idamından sonra, Türkçe şiirleri ile tanındığı Anadolu-ya gitti. Birinci Murat devrinde Bursa-ya gitti, iyi karşılanmadı, Hacı Bayram’ın huzuruna çıkmak istedi, kabul edilmedi. Anadolu da fikirlerini yayacak ortam bulamayan Nesimi o tarihlerde Hurufilerin Suriye de ki en önemli merkezi olan Halep-e gitti. Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah’ı fikirleri ile etkiledi. Nesimi şiirlerini bozuk fikirlerini yaymak için kullandı. “Tanrının insan yüzünde tecelli etmesi, Vücudun bütün organlarını harflerle izah etme” gibi fikirleri Sünni çevrelerce tepkiyle karşılandı. Halep uleması onun “Ulûhiyet iddia ettiğini, görüşlerinin İslam-a aykırı olduğunu” ileri sürerek öldürülmesi için fetva verdi. Bu fetva, Memluk Sultanı Melik Müeyyet şeyh el Mahmudinin onayını alan saltanat naibi Emir Yeşbek tarafından boynu vurulup, derisi yüzülmek suretiyle uygulandı. Nesimi Vahdeti vücut fikrinin kurucusu Hallacı Mansur-un yolundan gitmiş, onun fikirlerinin savunuculuğunu yapmış ve akıbeti de onun gibi olmuştur.(Bu bilgiler İslam Ansiklopedisinden alınmıştır.) Nesiminin defterimizde bir tane şiiri vardır. Erzincanlı kul Nesimi

(29)- Cevabi, kimdir?

Cevabi mahlası olan şair bulunamadı. Hakki, mahlasını araştırırken de yazdığım gibi “Ey gönül kendini vezn etmeye kantar arabul” mısrası ile başlayan bu şiiri kırk beş sene önce Marifetname’nin Osmanlıcasında gördüğümü belirtmiştim. Bu şiirinde Erzurumlu İbrahim Hakkı-ya ait olma ihtimali vardır.

(30)- Zübdetül Hakaik, nedir?

Zübdetü-l Hakayik’ın Müellifi Aziz Mahmut Nesefi dir. Osmanlıcaya tercümesi Hicri 1291 yılında Antepli Hafız Esseyit Muhammet Efendi tarafından yapılmış ve taş baskı olarak basılmıştır. Tasavvufi mevzuları içermektedir. Cönkte bu kitaptan alınma beş tane şiir vardır. Osmanlı Türkçesi ile yazılan bu şiirleri, kitabı tercüme eden Antepli Muhammet Efendi ilave etmiş olmalıdır.

(31)- Şair Kazim, kimdir?

Kazım Paşa (1821–1890) Naat, mersiye ve hicivleri ile tanınan Osmanlı Şairi. Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Koniçe de doğdu. Asıl adı Musa Kazım’dır. Haremeyn Muhasebecisi Hüseyin Hüsnü beyin oğludur. Küçük yaşta Babası ile İstanbul-a gitti. Askeriyeye memur olarak girdi ve Paşalığa kadar yükseldi. Bu yıllarda şiirle meşgul oldu ve bir divan hazırladı. Divani harbi daimi üyesi iken 1890 da Üsküdar da ki evinde vefat etti. Şair Musa Kazım Paşanın defterimizde güzel bir Naat’ı bulunmaktadır.

(32)- Subhi, kimdir?

Feyzi Suphi- Zade Feyzullah (ö. 1739) Eserlerinden birisi, “Subhizade Feyzinin Hamsesi adıyla Mehmet Arslan tarafından günümüz diline çevrilerek yayınlanmıştır. Hayatı hakkında bir malumata ulaşamadım. Subhi-nin defterimizde bir tane şiiri vardır. Diğer şiirlerden daha anlaşılır ve daha değişik ölçülerde yazılmıştır.

(33)- Fuzuli, kimdir?

Fuzuli, (ö.963, 1556) Klasik Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir. Bazı kaynaklara göre Bağdat, bazılarına göre ise Kerbela doğumludur. Fuzuli, Akkoyunlu Türkmenlerinin Bayat boyundandır. Şah İsmail 914 te (1508) Bağdat-ı ele geçirip Müşa’şai devletini ortadan kaldırdığı zaman Fuzuli bilhassa edebiyat alanında oldukça tanınmış, gözde genç bir şair idi. Şah İsmail’in Özbek asıllı Şeybak Hanı mağlup ederek ortadan kaldırınca kafasını kesip şarap kadehi yaptığı bilinmektedir. Fuzuli ilk eserlerinden biri olan “Bengü Badeyi” hayranlık ve takdir ifadeleri ile Şah İsmail-e ithaf etmiştir. İbrahim Dakuki ise, esrara düşkünlüğü ile tanınan Muşa’şai hükümdarı Ali b. Muhsin ile Şarap içmekle meşhur olan Şah İsmail için “Bengü badeyi” yazdığını söyler. Kanuni Sultan Süleyman 1534 Bağdat-ı teslim alınca Fuzuli, “Geldi burcu evliyaya padişah-ı namdar” mısralı meşhur kasidesini yazarak padişaha takdim etmiş ve onun himayesine girerek maaşa bağlanmıştır. Fuzuli 1556 Bağdat ve çevresini kasıp kavuran veba salgınında vefat etmiştir. Fuzuli-nin bukadarcık kısa yazı ile anlatılması mümkün değildir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, Fuzuli gelmiş, geçmiş en büyük Türk şairidir. Fuzuli-nin ünlü eseri Leyla ile Mecnun adlı eserinden alınmış biri Leyla dilinden, diğeri de Mecnun dilinden söylenmiş iki tane şiiri vardır.

(34)- Lami-i, kimdir?

Lami-i Çelebi, Türk edebiyatının ünlü mutasavvıf sanatçısı, Mahmut Lami (1472) yılında Bursa-da dünyaya gelmiştir. Devrinin âlimlerinden dersler alıp Arapça ve Farsçayı öğrenmiştir. Genç yaşta Nakşibendî tarikatına girmiş, hayatının sonuna kadar Nakşibendî, Mütefekkir ve Edip olarak kalmıştır. Otuza yakın eser vermiş, 1532 yılında Bursa-da vefat etmiştir. Lami Çelebi, edebiyatımızın her dalında eserler vermiş başarılı bir sanatçıdır. Lami Çelebinin defterimizde bir tane şiiri vardır ve son beyt-i şöyle bitmektedir. “ Olurum Lami önünde kelb-i, Kabul etse beni çobanı Leyla.” “Yani: Sevdiğimin çobanı kabul etse, ben sevdiğime Köpek olurum” diyor.

(35)- Gedayi, kimdir?

Çağatay Şairlerindendir. Ali Şir Nevai, onun on beşinci yüz yılda yaşadığını, Büyük bir şöhrete kavuştuğunu, yaşı doksanı aştığı halde hala yaşadığını kaydeder. Asıl adının bilinmediği gibi, hayatı hakkında da fazla malumat yoktur. Gedayi’nin usta bir şair olduğu, aruzu çok iyi kullandığı anlaşılmaktadır. Dili oldukça sade, yer-yer Oğuz Türkçesi özelliklerini taşır. Şiirlerini konusu genellikle ümitsiz aşk, sevgilinin güzelliği ve cefasıdır. Ansiklopedilerde bulduğum bu Gedayi’den başka bir Gedayi de Tokatta vardır. Defterimizde şiiri olan Gedayi-nin ikinci yani Tokatlı Gedayi olma ihtimali daha büyüktür. Gedayi: Kimliği, eserleri ve gerçek yaşamı hakkında çok az bilgi olan Gedayi, on dokuzuncu yüz yılın ilk yarısı ve yirminci yüz yılın başlarına da yaşamış bir Bektaşi Ozanıdır. 1826 yılında Tokat-ta doğmuş, bütün ömrünü İstanbul-da geçirmiştir. Asıl adı Ahmet’tir. Ona Gedayi mahlasını veren ünlü Bektaşi Babalarından Sinoplu Yasarı Baba dır. İstanbul-a geldikten sonra, Rumelihisarı postunda oturan Nafi Babadan el alarak Bektaşi olmuştur. Sazda ustası Erzurum-lu Emrah’tır. Şiirlerine bir örnek: Ahu feryat eder gülün dalında, Bülbülün feryadı, zarı vatandır. Derd-ü hasret koymuş kendi halinde, Her garibin öz efkârı vatandır. Gedayi’nin defterimizde ki şiiri, günümüzde birçok sanatkârın Gazel olarak okuduğu, “Tükendi nakdi ömrüm, dilde sermayem bir ah kaldı” mısrası ile başlayan şiiridir.

(36)- Şair İbrahim, kimdir?

İbrahim Efendi “Olanlar Şeyhi” (ö. 1065, 1655) Mutasavvıf şairdir. Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Köstendil livasına bağlı Eğridere de doğdu. İbrahim Efendi, Halveti şeyhi hakiki zade Osman Efendiye intisap ederek seyri sülukini tamamladı ve Aksaray-daki Gavsi tekkesine şeyh olarak tayin edildi. Lakabına izafetle “olanlar tekkesi” diye anılan bu tekkede kısa zamanda büyük bir şöhret kazandı ve ölene kadar burada şeyhlik makamında bulundu. İbrahim Efendi dokuz tarikattan irşada yetkili olduğunu söyler. Uşşakı Zade Hasip, halkın bir kısmının İbrahim Efendiyi sapık biri olarak gördüğünü, diğer kısmının da büyük bir Veli olduğuna inandığını kaydeder. İbrahim Efendi, on dokuzuncu yüzyılda yazılan ve müellifi bilinmeyen “İzahül Esrar” isimli kitapta, mülhit, kâfir ve Hurufi olmakla suçlanmıştır. Rıza Tevfik-de onun Hurufi olduğunu kabul etmiş, A. Baki Gölpınarlı-da Şia-ya meyilli olduğunu isbata çalışmıştır. İbrahim Efendi de diğer birçok Mutasavvıf gibi Vahdeti vücut fikrini ve Hamzaviliği benimsemiş güçlü bir şairdir. Tarikat çevrelerinin hiçbir mezhebe bağlı olmadığın, Ebu Hanife’nin, dinin önünü art eylediğini ve velayetin Nübüvvetten üstün olduğunu söylemesi, buna benzer diğer fikirleri ulemanın tepkisini çekmiştir. İbrahim Efendinin defterimizde bir tane şiiri bulunmaktadır.

(37)- Şair Galip, kimdir?

Burada ki Şair Galipten maksat, Tasavvuf âleminin ünlülerinden, Divan edebiyatının büyük şairi Şeyh Galiptir. Şeyh Galip 1757 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Mustafa Reşit Efendi, Mevlevi kültürü ile yetişmiş âlim ve şairdi. Şeyh Galip ilköğrenimini babasında gördü. Şeyh Galibin asıl ismi Mehmet olup, şiirlerinde önceleri Esat, sonrada Galip mahlasını kullanmıştır. Galata Mevlevi hanesi şeyhi Hüseyin Efendiden Din ve tasavvuf, şair Hoca Neşet’ten edebiyat dersleri aldı. 24 yaşında Divanını tertip etti. Şeyh Galip kısa zamanda Galata Mevlevi hanesine Şeyh oldu, genç denecek yaşlarda vefat etti. Kabri Beyoğlu tünelinin yanında ki Mevlevi müzesindedir.

(38)- Zihni, kimdir?

Bayburtlu Zihni: Bayburtlu Zihni-nin doğum yılı kesin olarak bilinmiyor. Ama şiirlerinden çıkarılan sonuçlarına göre 1799 yılında doğmuştur, Babasının ismi Osman’dır. Zihni, Erzurum, Trabzon, İstanbul, Mekke, Mısır, Akka, Hopa, Karaağaç, Ünye ve Erzincan gibi yerleri dolaşmıştır. Her gittiği yerde Ağalara, Kadılara, idareci ve güç sahiplerine taşlamalar yapmıştır. Elli beş yaşlarına gelince hastalandı, Trabzon yakınlarında Holasan isimli köyde vefat etmiştir. 1728 yılında Osmanlı, Rus savaşında Bayburt-un işkâl edilmesi ve virane haline getirilmesi Zihniyi çok üzmüştür. İşte defterimizde bulunan ünlü Koşmasını bu vesile ile yazmıştır. “Zihni dert elinden her dem kan ağlar, Vardım ki bağ ağlar, bağıban ağlar, Sümbüller perişan, güller kan ağlar, Şeyda Bülbül terk edeli bu bağı.

(39)- Rahmi, kimdir?

Rahmi Bursalı, Pir Mehmet Çelebi de denir. Türk Şairi (1514–1567) Medrese öğrenimi gördü. Bursa Yenişehrin’de Müderrislik görevinde bulundu. İran ve Arap edebiyatı üzerinde çalıştı. Özellikle İran şiirini inceledi. Tasavvuf konularını işledi. Kendinden önce gelen şairlerin, özellikle İran şairi Molla Cami ile Türk şairi Yahya Beyin etkisinde kaldı. Daha çok Gazel türünde başarı gösteren Rahminin şiirlerinde tasavvuf kavramları geniş yer tutar. Bursalı Rahmi’nin defterimizde sorulu, cevaplı, değişik vasıfta bir şiiri vardır.

(40)- Şemsi kimdir? Şemseddin Sivas’i (Kara Şems) Efendi: Halvetiyye Tarikatının Şemsiye kolunun kurucusu arif bir zat olup Zileli dir. Yedi yaşında iken Babasının Amasya-da ki Şeyhi Hacı Hızır Efendinin duasını almak üzere, babası ile Amasya-ya gidip Şeyh Efendinin teveccühüne mazhar oldu. Sonra memleketine döndü.
Tokat-a giderek meşhur âlimlerden Arakiyecizade Şemseddin Efendiden dersler aldı. Daha sonra İstanbul-a gelerek tahsilini tamamladı. Tarikat bakımından Cumapazarlı Musihiddin Efendi ile Şirvanlı Medüddin Efendiden feyz aldı. Sivas-a dönerek irşat faaliyetine başladı. 1597 yılında vefat etti. Kabri Sivas-da ki Meydan Camiinin avlusunda bulunmaktadır. Şemsi Sivas-i nin on beş manzum, on beşte mensur eseri vardır. Şemsi Sivas-i nin Cönkümüzde iki tane şiiri vardır. Şiirinin biri, “Vasıl olmaz kimse hakk’a cümleden dur olmadan, Kenz açılmaz şol gönülden ta ki pür nur olmadan.” Diye başlıyor. Daha sonra gelen ve Selami mahlası ile şiir yazan Selami Ali Efendi, Şemsin bu şiirine ilaveler yapmış ve sonuna kendi mahlasını da ilave ederek şöyle bitirmiş. “Ey Selami budur ancak nefse maksudu meram, Hakka’a makbul olmak ister, halka menfur olmadan.”

(41)- Mahlası olmayan şiirler:

Cönkümüzde Mahlası olmayan, yani kimin yazdığı bilinmeyen üç tane şiir vardır. Şiir başlıkları, “Bilmedim”, “Eyledin” ve “Âdem’dir” olan üç şiirin yazarı belli değildir.

Çönk-ü Osmanlıca aslından günümüz Türkçesine çeviren, Şairler hakkında malumat toplayıp yazan ve yayına hazırlayan: BEKİR ÇÖL 05427244526 SİVAS

Sh. Şiirin adı. Yazarı.
1- Cönk hakkında bilgi B. Çöl
3- Vahdeti Vücut hakkında bilgi B. Çöl
5- Cönk’ün yazarı, Erzurumlu Ali Rıza Efendi
6- Kur’an-ı oku “ “
19- Mebde ve Mead “ “
35- Esrar “ “
51- Dört şey “ “
55- Miraç “ “
57- Gel Derviş Rıza Tevfik
59- Hocam “ “
61- Biz Selami
70- Ben Zati
71- Andadır Niyazi
72- Sende iste, sende bul Niyazi
73- Muhabbet Zati
75- Eyledin Zati
75- Kimden alayım haberi Selami
83- Gel Bedri
84- Gör Bedri
85- Olmaz mı Bedri
86- Ya Rabbena Bedri
87- Olmuşlar Hazmi
89- Adem Hazmi
90- Başka Hazmi
90- Edemezsin Hazmi
91- Kaderde Hazmi
92- Aramazlar Hazmi
92 Hazret Sükuti
93- Huda’sından Hazmi
95- Beğim Gaybi
96- Ya nedir? Gaybi
96- İçindedir Cemali
97- Göstermiş Azmi
98- Söyler Nakşi
98- Remzini Bilinmiyor
99- Olur Peyda Nakşi
101- Ruh Hazmi
102- Gönül Hakki
103- Sen S. Nizam oğlu
104- Ayine Hakki
105- Olur Hakki
106- Elaman Hakki
107- Nazar kıl S. Nizam oğlu
108- İstersen S. Nizam oğlu
109- Bekleriz Hakki
110- Aşk ile dolsun Hakki
112- Ey Havace Bedri
115- Ey Civan Seyfi
116- Benliğin Seyfi
117- Server Seyfi
117- Kendidir Ademi
119- Gelmişem Bedri
121- Dembedem Hakki
121- Namaz Hakki
123- Cihan Hakki
124- Tecelli Hakki
125- Aleme Hakki
125- Olmasa Hakki
126- Refeyle Hakki
126- Gördü Hakki
127- Eyledi Hakki
128- Bir Leyla’nın mecnunuyum Hakki
129- Niçin bilmezler Hakki
129- Dem bu dem Rıza
130- Bir menem-menem Rıza
132- Olmadan Selami
133- Bu! Lütfi
134- Gönül Çeşmesi Lamekan Hüseyin
135- Arifi Billah Gaybi
136- Hak Cemali Gaybi
137- İlla Hu Gaybi
138- Marifet Tacı Gaybi
139- Kendine Gaybi
139- Bendedir Gaybi
141- Sen,seni Gaybi
141- Sendedir Gaybi
142- Münevver kıl Sezayi
142- Görünür Hakki
143- Sende ara Şemsi Sivas-i
144- Bulunmaz Turabi
144- Hep sen İmişsin Rıza
145- İmiş Gaybi
146- Bak Hüdayi
147- Ya Resulellah Sezayi
148- Muhammed’dir Sezayi
149- Eyledi Fenayi
149- Gönüldür Sezayi
150- Nokta Sezayi
150- Mustafa Rıza
152- Makamı Mustafa’dır Bu! Rıza
153- Hoş mu sun? Hakki
154- Tahmis, Gel Hilmi Dede
155- İnna ileyhi Raciun Hilmi Dede
156- Sırrı Hak Hilmi Dede
157- Kabul eylemez Hilmi Dede
158- Haktan özge Hilmi Dede
159- Ancak Niyazi
160- Hak durur Gaybi
160- Ben-Ben Selami
161- Merdi Huda Hakki
162- Dil Harmanı Hakki
162- Garaz Müştak Baba
163- Eyledim Nebati
164- Gecelerde Edibi
165- Ya Hüseyin Hilmi Dede
167- Bu gece Rıza
168- Tahmis Gazel Emrah
169- İdim ben Rıza
171- Gördüm Nesimi
172- Arabul Cevabi
173- Sendedir Zübdetül Hakayık’tan
174- Ancak Zübdetül Hakayık’tan
174- Garaz Zübdetül Hakayık’tan
175- Şeriat Zübdetül Hakayık’tan
176- Senin Zübdetül Hakayık’tan
177- İdim Emrah
181- Naat Kazım
182- Hasbünellah Suphi
183- Nedir (Mecnun dilinden) Fuzuli
184- Nedir (Leyla dilinden) Fuzuli
184- Leyla Lamei
185- Bilmedim Belli değil
186- Yıkıldı nakdi ömrüm Gadayi
187- Eyledin Bilinmiyor
187- Er bu dem’e İbrahim
188- Düştü Şeyh Galip
189- Nesin sen Hazmi
190- Ademdir Bilinmiyor
191- Vardım ki Zihni
192- Ey Tabiat Rahmi
194- Tarikatta Şattarlık nedir Bekir ÇÖL
194- Defter sahibi hakkında bilgi “
195- Rıza Tevfik kimdir? “
196- Selami kimdir? “
197- Zati kimdir? “
197- Niyazi kimdir? “
198- Bedri kimdir? “
198- Hazmi kimdir? “
199- Sükuti kimdir? Bekir ÇÖL
200- Gaybi kimdir? “
200- Cemali kimdir? “
201- Azmi Dede kimdir? “
201- Nakşi kimdir? “
202- Seyit Nizam oğlu kimdir? “
203- Hakki kimdir? “
204- Seyfi kimdir? “
204- Ademi kimdir? “
204- Nabi kimdir? “
205- Lamekan Hüseyin kimdir? “
206- Sezayi kimdir? “
206- Turabi kimdir? “
207- Hüdayi kimdir? “
207- Fenayi kimdir “
208- Hilmi Dede kimdir? “
209- Müştaki kimdir? “
211- Nebati kimdir? “
211- Edibi kimdir? “
211- Emrah kimdir? “
212- Nesimi kimdir? “
213- Cevabi kimdir? “
213- Zübdetül Hakayik nedir? Bekir ÇÖL
214- Şair Kazım kimdir? “
214- Suphi kimdir? “
215- Fuzuli kimdir? “
215- Lami-i kimdir? “
216- Gedayi kimdir? “
217- Şair İbrahim kimdir? “
218- Şeyh Galip kimdir? “
219- Bayburtlu Zihni kimdir? “
219- Rahmi kimdir? “
220- Mahlası olmayan şiirler “

NASİHATNAME

NASİHATNAME

Bismillah’ir Rahman’ir Rahim.

Hamd Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah-a mahsustur. Salât ve Selam, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin ve Onun temiz âlinin ve Eshab’ının üzerine olsun.

1992 de Divriği Demir çelik Fabrikasında, çalıştığım yıllarda, Savrun’lu merhum Mehmet Ali Amca eski evinin çatısında bulduğu birkaç tane kitabı vermişti. İşte O kitapların arasından Hicri 1282 de, yani bundan 149 sene evvel yazılmış bir defter çıktı. Defterin ön tarafından on yaprağı zayi olmuş. Defteri okudukça çok güzel nasihatlerin olduğunu gördüm. İstedim ki bu güzel nasihatlerden günümüz insanları da istifade etsin. O nedenle aslına sadık kalarak ve Türkçeye çevirerek yayınlamayı uygun buldum. İnşallah bu niyetimi gerçekleştirmeyi Yüce Mevla nasip eder.

Defterin yirmi yedinci sahifesinden başladığım için, birinci bahis “Namazda hangi durumlarda Sehiv secdesi yapılır” Onu anlatmaktadır. Belki de, buraya kadar ki bölümler namazla ilgili hususları ihtiva ediyordu.

Birinci Bahis:
Namazda “Secde’i Sehiv” lazım olan yerler beyanındadır.
1- Farz namazda Kur’an okumadan Ruku-a inse,
2- İkinci rekâtta Tehiyyattan sonra, Allah’ümme salli ala Muhammed,” dese. (Dört rekâtlı farzların ve yine dört rekâtlı müekket sünnetlerin ilk Tahıyyat’ın da bu durum olur.)
3- Bir yerine iki defa Ruku-a eğilse,
4- Sesli okunmayacak yerde, bir ayet miktarı sesli okursa,
5- Üç ve ya dört rekâtlı namazların ikinci rekâtında oturmasa,
6- Tahiyyatı okumayı unutsa, ister birinciyi, ister ikinciyi; ister birazını, ister hepsini,
7- Vitir namazında Gunut duasını okumayı unutsa,
8- Dört rekât olan farzın iki evvel ki rekâtında Fatiha suresini terk etse, son iki rekâtta onları kaza etse yine sehiv secdesi yapar.
9- Her hangi namaz olursa, iki evvelki rekâtta Fatiha veya
Zammı Sureyi terk eylese, yine sehiv secdesi lazım gelir.
10- Fatiha’yı bir rekâtta birbiri ardınca iki kere okusa veya
secdeyi üç defa yapsa yine sehiv secdesi yapar.
11- Fatiha’dan sonra hangi sureyi okusam deyi biraz eğlense,
12- Secdenin birini terk eylese, sonra hatırına gelip kaza eylese, sehiv secdesi yapar.
13- Zammı surenin bir bölümünü veya çok azını Fatiha’dan önce okusa,
14- Farzda evvelki oturmada, oturmadı ise
15- Oturmayı, Ruku-u veya secdeyi terk eylese, namaz içinde veya namaz akabinde hatırına gelse, bir rekât dahi kılar ve sehiv secdesi yapar.
16- Ruku veya secde yapmayı unutsa, Tahıyyat’tan sonra hatırına gelse, geri döner Secdeyi veya Ruku-yu yapar, yeniden Tahıyyat okuyup, sehiv secdesi yapar. Bu meseleleri ezberlemek lazımdır.

İkinci bahis: Peygamber Efendimizden Hz. Ali-ye Tavsiyeler.
Peygamber Efendimiz Hz. Ali-ye, “Ya Ali Rabbinden afiyet ne demektir?” diye sordu ve şunları söyledi.

1- Her ne kadar korktukların var ise; Dünyada, Ölüm anında, Kabirde, Mahşerde, Sıratta, Mizanda, bu cümlesinde selamet bulmak Rabbinden afiyettir.
2- Umduklarına nail olmak; Dünyada, Kabirde, Mahşerde, Sıratta, Cennetlerde olan nimet ve devlete erişmekte Rabbinden afiyettir.
“Ya Ali, Rabbinden yakınlık iste. Yakınlık ne ile olur? Asla bir günah işlemeyesin veya günah işlemeğe kalbinde bir niyet taşımayasın.”
“Ya Ali, Dua edersen bana salâvat getir. Zira dua ile kabul olmasının arasında bir perde vardır. Siz bana salâvat ettikte ol perde kalkar ve duanız makbul olur.
“Ya Ali, Dua ettikte Rabbinden sıdk ile iste.

Üçüncü Bahis: Hadisi Şerifler.
Ebu Ceyyet rivayet ediyor. Peygamber Efendimiz buyurmuşlar Ki:
“Bir kimse kelimeyi şahadeti kendi lisanı ile söylese ve
Manasını da kalbiyle düşünse, Rabbimiz, Allah-ı Azimüşşan, ol kula o kadar büyük sevap verir ki; Yedi kat gök ve içindekiler, Yedi kat yer ve içindekiler terazinin bir gözüne konsa, diğer gözüne de kelimeyi şahadetin manası ve sevabı konsa, Şahadet sevabı onlardan ağır gelir.” Kelimeyi şahadetin manası ise, kısaca şöyledir: Ben şahitlik ederim ki, Allah’tan başka İlah (İbadete layık, Yaratıcı) yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki, Muhammed, Allah’ın kulu ve Resulüdür.)
1- Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki, “ Bir kimse benim kaybolmuş bir sünnetimi ihya etse (ortaya çıkarsa), Rabbi Teâlâ ol kula yüz şehit sevabı verir.

2- Ata Hazretleri rivayet ediyor. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki, “Ümmetimden birine üzüntü ve keder gelirse beni hatırlasın, Ona kolaylık gelir” demiştir.

3- Peygamber Efendimiz buyurmuş ki, “Ne mutlu ol kimseye ki, kendi öle, günahı da onunla beraber kesile; Ne kadar yazık O, kimseye ki, kendi öle, günahı devam ede”

4- Hadis-i Kutsi. Eba Emame Hazretleri rivayet ediyor. “Kullarım, başlarına gelen bela ve musibete razı olur, sabrederlerse, mukabilinde ecir isterlerse, ben onlara cennetimi vererek razı ederim.”

Dördüncü Bahis: Salâvat’ın kıymeti.
Bir insan Peygamber Efendimizin ismi anıldıkta Salâvat etmese, O kişi dünyadan kabre temiz girse, Sıratı geçse, yinede bin yıl cennetin yolunu bulamaz, nice zahmetler çektikten sonra cennete kavuşur.
Sahabeyi kiram, Peygamber Efendimiz ile otururken dediler ki, “Ya Resulellah, biz senin mübarek cemalini görüyoruz. Mübarek lisanından çıkan sözleri dinliyoruz. Fakat nice erkek ve kadın buraya gelemiyor ve seni görmeleri mümkün olmuyor. Bunlar Salâvat getirdikte nice olur?” Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki, Onlar bana tazim ve muhabbetle salâvat ettikte, ben onların Salâvatlarını duyarım, kendilerini bilirim ve cevap veririm.

Hz. Ebubekir’den mervidir. “Bir Müslüman canı gönülden Bir salâvat getirse, gökteki melekler O kişiye dua ederler ve bu salâvat sayesinde küçük günahları af olur. Bir insan otururken salâvat getirse ayağa kalkana kadar küçük günahları af olur. Ayakta iken salâvat getirse oturmadan evvel günahları af olur.

Bir kişi içtenlikle Şahadet getirse, Arşı Aala sarsılır ve O kişinin günahları af olmadan sakinleşmez.

Beşinci Bahis: Kabir azabı.
Kabir azabının şiddetli olmasını sebebi dörttür.
1- Emanete hıyanet etmekten.
2- Gıybet ve dedikodu yapmaktan.
3- Ayakta idrar yapmak ve taharete dikkat etmemekten.
4- Çokça yalan söylemekten.

Altıncı Bahis: Sabah kahvaltısında Dua.
Taam kalbimde iken günah işletme Ya Rabbi.
İbadet etmeyi asan eyle Ya Rabbi.
Nafakama bereket eyle Ya Rabbi.
Midemdekileri hazmetmeyi ihsan eyle Ya Rabbi.
Kuvvetimi ziyade eyle Ya Rabbi, diye dua ede.

Tan yeri ağarmadan kalkana kırk devlet yazılır.
Evveli İmanı güzel olur. Kısmeti çok olur.
Şeriatı ziyade anlar.
Ameline bereket verilir.
Allah’ın hıfzı amanın da olur.
Ve belalara sabırlı olur.

Ve dahi bir insan hatıra geldikte “La havle ve la kuvvete illa billah il aliyyül Azim” dese, Allah-ü Teâlâ ol Âdem-e cennette bir ağaç verir ki, kökü altun’dan, budakları kızıl Yakuttan, her bir yaprağı bir türlü ve her bir dalında türlü meyve mevcut olur.

Yedinci Bahis: Peygamberimizden Miraç haberleri.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki, “Miraç’ta bana cehennem gösterildi. İçindekilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.” Kadınların bu halde olmaları şu sebeplerdendir.
1- Kadınlar birbirilerine melun demeleri ve lanet okumaları sebebiyledir.
2- Allah’tan gelen ve kuldan gelen iyiliği unutup nankörlük yapmaları sebebiyledir.
3- Hayırlı işleri geri bırakırlar. Öğle namazını ikindiye yakın, İkindiyi Akşama yakın ve Yatsıyı da Sabaha yakın kılarlar.
4- Dünya işlerini, hayırlı işler üzerine takdim ederler.
Ve Zekâtlarını vermezler.

Peygamber Efendimiz Miraçta Hz. İbrahim ile görüşünce, Hz. İbrahim demiş ki, “Ey benim Oğlum Ümmetine Selam eyle, cennet bahçeleri çok ziyade büyüktür, boş yerleri pek çoktur. Onlara söyle ağaç diksinler.

Sekizinci Bahis: Zikir sözleri ve manaları.
Peygamberimiz buyurmuş: “Sübhanellah-i vel hamdü lillah-i vela ilahe illellah-ü vallah-ü ekber, cümlesini mümkün olduğu kadar çokça zikredin. Cennette zikrin sayısı kadar ağaç dikilir. Zikreden ihtiyar ise, bir zikre karşılık üç ağaç dikilir.

Bir insan her Sabah kalktığında şu beş şeyden Yüce Mevla-ya sığındım demesi lazımdır.
1- Ya Rabbi, Şeytanın serinden, türlü hilelerinden sana sığınırım.
2- Ya Rabbi, nefsimin belasından ve havasından sana sığınırım.
3- Ya Rabbi Zalimlerin zulmünden sana sığınırım.
4- Ya Rabbi, Haset edenlerin hasedinden sana sığındım.
5- Ya Rabbi, Kötü huyluların bed huylarından ve kötü sözlerinden sana sığınırım.

“Sübhane Rabbiyel aala” demenin geniş manası şöyledir. Kalbimle inandım, dilimle ikrar eyledim ki, Rabbimin Zatı Paki’ne sonradan kemal gelmeden, Rabbimin Zatı uludur ve Zatı, Paki’ne noksan gelmez.
“Sübhane Rabbi-yel Azim” demenin manası ise, “Rabbi Teâlâ-nın rütbeyi maneviyesi o kadar büyüktür ki, bütün yerler, bütün gökler, bütün Cennet ve Cehennem, Arş, Kürs Levh-ü Kalem, Yüce Allah kendinden gayri her ne ki yarattı ise, hepsinin toplamı, Allah-ü Teâlâ’nın büyüklüğü yanın da bir karınca misali bile değildir. Bari Teala, mekandan münezzeh ve müberradır.

Dokuzuncu Bahis: Yüce Mevla’nın Hazreti Musa-ya hitabı:
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi, Benim kullarıma ve senin
Ümmetine söyle: Ben rahatı Cennette verdim, onlar
dünyada ararlar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben anlara izzetimi gece
namazında verdim, Onlar ise Ağa ve Bey kapısında
aralar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben zenginliği kanaatte verdim,
Onlar ise malda, mülkte ararlar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben duanın kabulünü helal
lokmada verdim, Onlar ise haram lokmada ararlar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben anlara ilim tahsilini, zeka
açıklığını açlıkta verdim, Onlar ise toklukta ararlar.

Hazreti İbrahim (a.s) Suhufi Şerifinde buyurmuş ki, Günün yirmi dört saatinin birinde, Akşamdan sonra, uykudan önce düşünmeli ki, bugün ibadetim mi ziyade oldu, yoksa günahım mı ziyade oldu? Deyi kendini muhasebeye çekmelidir.

İmamı Şipli şöyle buyurmuş: “Ben dört yüz ulema ile görüştüm, dört bin Hadis ezberledim, dört bin Hadisin içinden dört kelam çıkardım; Bu dört kelamın içinde cümle nasihatleri mevcut buldum.
1- Dünya da kalacağın kadar, dünya-ya çalış.
2- Cennette kalacağın kadar da, Cennete çalış.
3- Rabbi Teâlâ-ya muhtaç olduğun kadar ibadet et.
4- Cehenneme vücudun dayandığı kadar günah işle.

Fükaha demiş ki: İnsanın Mümin olmasına, imanı kabul edip öğrenmesine sebep ikidir. Birincisi: Akıldır. İkincisi: Sultanı Enbiya, Muhammet Mustafa’nın risaletle gelmesidir.

Onuncu Bahis: Defterin sahibi Divrik’li Şeyh Ahmet Ağanın rüyası:

Bin yüz otuz dokuz senesinin Rebiul Ahır ayının on yedinci gecesi idi. Rüya da gördüm ki: Medine-yi Münevvere tarafına gidiyorum. Beraberimde müritlerim ve arkadaşlarım var. Çölde ilerlerken bir Beriyye de bir kabir var, gündüz vakti üzerinde bir mum yanıyor ve bir Arap o mumu bekliyor. Talebelerimden Ömer Halifeye dedim ki, bu mumu al boş yere yanmasın. İlim tahsil eden bir talebeye ver ki, Onun zıyasından istifade ederek Kur’an okusun. Ol dahi birine vermek üzere mumu aldı.
Sonra Resulüllah Efendimizin Ravzayı mutahharasına vardım. İçeri girdim ki, Peygamber Efendimiz bir döşekte yatıyor. Yanında üç kişi var ve üzerine bir yorgan örtülmüş. Bu üç kimse Resulüllah Aleyh-is Selamı yatağından kaldırmak istiyorlar. O üç kişiden birisi yorganı kaldırdı. Hemen Hazreti Peygamberin mübarek vücutları göründü. Mübarek başlarında Selimi gibi uzun bir imame var idi. Mübarek elbiseleri siyah bir kadife idi. Ben fakir, ol vakit yüzlerine baktım ve Hilye-i şeriflerine muvafık olduğunu gördüm. (Yani Peygamberimizin yüzünün kitaplarda tarif edildiği gibi olduğunu gördüm) diyor.
O, anda mübarek gözleri ile bana baktı. Fakir dahi: “Essalatü ves Selamü aleyke Ya Resulellah; Essalatü ves Selamü aleyke Ya Habibellah; Essalatü ves Selamü aleyke Ya Seyyidel evveline vel ahirin” deyi, birkaç kere salâvat getirdim. Peygamber Efendimiz yerlerinden kalktı, sağ tarafında bir sofra var imiş, oraya oturdu.
Ondan sonra Fakir (bana) dönerek, “Aferin berhudar ol, beni pek seversin, Kur’an-ı Huda-yı çok seversin, Rıza ve Hak üzeresin, sabit ve daim ol” diye buyurdular. Fakir dahi, yanımda olan arkadaşlarıma dönerek dedim ki; İşittiniz mi? Hazreti Resul benim için ne dedi. Arkadaşlarım da işittik, var mübarek elin öp dediler. Fakir dahi, vardım Hazreti Resulün mübarek elini öptüm. Ol zaman Peygamber Efendimiz bana buyurdular ki: “Şeyhim bana böyle dedi, bende böyle derim diyen dalalet ehlini hemen sen Kur’an ile ilzam eyle.” Ol safa dan uyandım, gördüm ki sabah namazı vakti olmuş. Hemen kalkıp bu mahalle yazdım ki nisyan vaki olmasın.

Peygamber Efendimiz, “Şeytan benim suretime giremez. Beni rüyasında gören gerçek hayatta görmüş gibidir” dediğine göre Onun rüya âleminde söyledikleri de gerçek sözüdür. Bu rüyada Peygamber Efendimiz “Şeyhimin dediğini derim, Onun yaptığını yaparım” diyenleri dalalet içinde gösterdiğine ve böyle sapıkları Kur’an ile amel etmeye çağırdığına göre, günümüz Şeyh ve dervişlerini bu süzgeçten geçirmemiz lazım.

On birinci bahis, Namazı bilmek:
Geçmiş zamanlarda bir Kadı Efendi, dini bilgisi zayıf zannettiği birine “Namaz Kılmayı bilir misin?” diye bir soru sorar. O kişide şu cevapları verir.
– Bana namaz mı sorarsın? Dur cevabın vereyim.
– Yüreğim yanar ottur.
– Bil ki Sabah namazı dörttür.
– Gâh ağlarım, gâh gülerim,
– Huda’dan hacet dilerim.
– Öğle namazını on kılarım.
– Beni teftiş ettin bildim,
– İkindiyi sekiz kıldım.
– Akşam namazı beş rekâttır.
– Üçü farz iki sünnettir.
– Yatsı namazı on üçtür.
– Günde, gecede kırk rekât,
– on yedi farz, yirmi sünnet.
– Vitri vaciptir üç rekât.
– Kendimde hayran oluram,
– farzı sünneti kılaram,
– bir yıllık namaz bilirem.
– Ganilere farzdır zekât.
– Cümlemize fazdır salât.
– Yedi bin beş yüz tahiyyat.
– Camilerde olur İmam.
– Tabut gülü bilmez kelam.
– Dört bin altı yüz seksen selam.
– Seksen altı bin yedi yüz altmış tekbirat.
– Elinde yazarsın yazı,
– Fark etmezsin kışı, yazı,
– Altı bin doksandır farzı.
– Erenlere olan himmet,
– Yedi bin iki yüz sünnet.
– Derviş eder olduk insan,
– Her demde ederiz noksan,
– Vitir vacibi bin seksen.
– Dahi namaz sorar mısın?
“Günümüzde cahil demeyelim de, bunları bir çırpıda sayacak kaç tane âlim çıkar acaba?”

Bir kibar kelam: “Selamet-ül insan, Fi hıfzıl lisan.” Yani: “İnsanın selameti, dilini korumasına bağlıdır.

Hazreti Aişe annemizden rivayet olunur ki:
“Bir Hatun hayız gününde kılamadığı beş vakit namaz yerine, günde yetmiş defa Esteğfirullah el Azım ve etubü ileyk” dese, bin rekat kabul olmuş nafile namaz sevabına ulaşır. Başında ki saçı sayısınca cennet nimetlerine erer. Sayısız Hac ve Umre sevabı kazanır. Ve O kişinin
Kabri nurla dolar.

On ikinci Bahis, Namaz ve Dua:
İki Cihanda saadet ve nimete kavuşmak isteyen, Namazda, bilhassa secde de iken dili ile söylemeyip içinden yüce Allah-a niyaz ve reca etmelidir:
– Ya Rabbi Mümin ve Müminat-a, Şeriatı Azımüşşana muhabbet, tazım ve Ona layık ameller ihsan eyle.
– Ya Rabbi Mümin ve Müminat-ın günahlarını affeyle.
– Dünya ve ahret nimetlerini hesapsız ihsan eyle.
– Bedenlerini kabir ve Cehennem azabından muhafaza eyle.
– Dünyevi dert ve belalardan hıfz eyleyip, selametler ihsan eyle.
– Ve dahi, gece-gündüz yaptığı ibadetlerin sevabını Mümin ve Müminat-a hibe eyleyip kabirlerine göndere.
– Gece ve Gündüz kıldığı namazlarda bilhassa yalınız kılarken secdelerini uzun eyleyip kalbi ile Yüce Mevla’ya teveccüh edip, dua ve niyazda buluna.
– Ve dahi Abdeste giderken veya namaza dururken diye ki: “Ya Rabbi Aldığım abdestleri ve kılacağım namazları, sebebi saadetim, sebebi izzetim, sebebi selametim ve sebebi nimetim kıl. İbadet ve taatımı kabul eyle.
– Ve yine şöyle dua ede: Ya Rabbi Sana ortak koşmaktan, şirke düşmekten, yine sana sığınırım.
– Ya Rabbi senden bilerek veya bilmeyerek işlediğim günahlar için mağfiret talep ediyorum. Beni bağışla ve azabından koru. Muhakkak ki sen gaybı bilensin. Âmin.

Haceri Heytemi Zevacir isimli kitabında yazmıştır. Devamlı namazını kılan dünyada beş tane fayda görür.
1- Allah-ü Teâlâ O kişiye rızkını kolay yoldan verir.
2- Kabir azabında kurtarır.
3- Arasat meydanında kitabı sağ tarafından verilir.
4- Sırattan yıldırım gibi geçer.
5- Hesapsız cennete dâhil olur.

Yine Zevacir kitabında şöyle yazılıdır. Namazı vakti kılmayıp kazaya bırakana on dört zarar uğrar, Bunların beşi dünyada, üçü ölüm anında, üçü kabirde ve üçü de Arasat ta olur.
Dünyada olan beş tane şunlardır:
1- Kazancının ve rızkının bereketi olmaz.
2- Yüzünde nur olmaz
3- Diğer ibadetlerine sevap elde edemez.
4- Duası kabul olmaz.
5- Diğer Müslümanların onun için yaptığı dualar kabul olmaz.

Ölüm anında olan zararlar ise şunlardır:
1- Ruhu bedeninden zor çıkar, zor can verir.
2- Aç ölür.
3- Susuz ölür. Bunların neticesinde ise Şeytan kişinin imanını çalar.
Kabirde olan zararları:
1- Kabir dar olur ve vücudunu sıkar, kemikleri birbirine geçer.
2- Yattığı yer Cehennem çukurlarından bir çukur olur.
3- Yılan ve çıyan vücuduna musallat olur.

Arasat ta olan zararları:
1- Hesabi çok şiddetli görülür.
2- Cehenneme dâhil olur.
3- Alnın üç satır yazı yazılır.
Bu satırlardan,
Birinde: “Allah-ü Azimüşşan’ın hakkını zayi etmiştir.
İkincisinde: Bu kişi Yüce Allah-ın gazabına uğramıştır.
Üçüncüsü: Bu kişi Allah-ü Teâlâ’nın rahmetinden mahrum olmuştur” diye yazılır.

On üçüncü Bahis, Güzel ahlak:
Her Müslüman’ın önünde yedi tane dağ gibi engel vardır.
Kim bu yedi tane dağ gibi engeli aşar ve Yüce Yaratıcının dini üzere Yürürse, dünya ve ahret nimetine kavuşur.
Birincisi: Şeytan ve onun vesvesesinden kendini korursa.
İkincisi: Nefis ve onun Hava ve hevesinden kendini korursa.
Üçüncüsü: “Hubb-i dünya” Dünya sevgisine kendini kaptırmazsa.
Dördüncüsü: “İttiba-i Heva” İstek ve arzularına teslim olmazsa.
Beşincisi: “Yaramaz akran” Yani insanı kötülüğe çeken arkadaştan uzaklaşırsa,
Altıncısı: Gençlik şiddeti, Gençliğin arzularından korunursa.
Yedincisi: Cehalet, Dini konularda kendini bilgisizlikten korursa.

On dördüncü Bahis, Kalb ve halleri:
Kalp yedi kısımdır. 1- Duman içindedir. 2- Sağırdır. 3- Kördür. 4- Yağmadadır. 5- Hastadır. 6- Debelenmiştir. 7- Tuçdur.
Kalb bazen ölür: Kalb iki şeyden ölür. Birisi: Haram lokma yemekten dolayı ölür. İkincisi: Fasıklar ile yani açıkça günah işleyenler ile görüşmek ve onlarla beraber olmaktan ölür.

Haset ikidir. Biri, “Şu güzel şey başkasında olmasın, sadece bende olsun” demek hasettir. Diğeri İse, ondakini daim eyle, bana da ihsan eyle demek ise gıptadır.

Kıyamet gününde dört göz vardır ki ağlamaz:
1- Kâfirler içinde esir olan Müslüman.
2- Allah korkusundan namaz içinde ağlayan.
3- Harama bakmaktan gözlerini koruyan.
4- İki Bayram gecelerinde uyumayıp, ibadetle sabahlayan.
Ve dahi kıyamette iki göz vardır ki ağlar:
1- Bir âlim vardır ki, kendi amel etmez amma başkalarına nasihat eder. Nasihatini dinleyip de amel edenlerin ahrette kazandıkları nimeti görünce O gözler ağlar.
2- İkincisi O gözdür ki; Hiç doğruyu aramamış, yaratıcıyı tanımamış veya hasbelkader İslam ile müşerref olsa bile, Şeriat-i araştırmamış, mucibince amel etmemiş. İşte bu kişi de Kendi arayışları ile doğru yolu bulup, yaptıkları ameller ile kurtuluşa erenleri görünce, bu gözde ağlar.

On dördüncü Bahis, kısa ilmihal bilgileri:
Farz iki bölümdür.
1- Farzı ayın: Müslüman onu işlemedikçe üzerinden düşmez. Beş vakit namazın farzları gibi.
2- Farzı kifaye: Bir veya birkaç kişinin yapması ile diğerlerinin üzerinden düşer, onlarında yapması gerekmez. Bir topluluğa selam verilince, O topluluktan bir veya iki kişinin selamı alması gibi.

Sünnette iki kısımdır:
1- Sünneti filiyye: Peygamber Efendimizin ara vermeden, daima işlediği adetleri ve ibadetleridir. Bu sünnetler terk olunmaz.
2- Sünneti Kavliyye: Peygamber Efendimizin sözü ile işlenen sünneti Şerifeye denir.

Mekruh iki kısımdır:
1- Tenzihen mekruh, Helale yakın mekruh demektir.
2- Tahrimen mekruh, Harama yakın mekruh demektir.

Hadisi Şerif. Mahşerde üç bölük insan getirilir.
1- Bir bölümünü yüzü güneş gibi parlar. Bunlar kimdir diye sorulur. Ezan okunmadan abdest alanlardır denilir.
2- İkinci bölümün yüzü Ay gibi parlar. Bunlar kimlerdir diye sorulur. Ezan okunurken abdest alanlardır denir.
3- Üçüncü bölüm ise Sabahyıldızı gibi parlar. Bunlar kimlerdir diye sorulur. Ezan okunduktan sonra abdest alanlardır denilir.

Abdest suyunun her bir katresinde sayısız sevap elde edilir. Azalarını yıkadıkça, günahları da yıkanır ve temizlenir.

– İmanın şartı altıdır: 1- Allaha iman. 2- Meleklere iman. 3- Peygamberlere iman. 4- Kitaplara iman. 5- Ahret gününe, öldükten sonra dirilmeye iman. 6- Kadere, hayrın ve şerrin Allahtan olduğuna inanmak.

– İslam’ın şartı beşdir: 1- Kelimeyi şahadet getirip, İslam’iyeti kabul etmek. 2- Beş vakit namaz kılmak. 3- Ramazan Orucunu tutmak. 4- Nisap miktarı mala sahip olunca zekat vermek. 5- Gücün yettiği zaman Hac’ca gitmek.

– Abdestin farzı dörttür: 1- Tüy bitiminden yüzleri yıkamak. 2- Elleri dirseklere kadar yıkamak. 3- Başın üstüne mesh etmek. 4- Ve ayakları topuk kemiklerine kadar yıkamak.
– Guslün farzı üçtür İmanın rüknü ikidir:

– Namazın farzları on ikidir, altısı içinden ve altısı dışındandır. Dışından olanlar: 1- Boy abdesti gerekiyorsa, O temizliği yapmak. 2- Namaz kıldığımız yeri ve elbiselerimizi temizlemek. 3- Avret yerlerini kapatmak. 4- Namaz kılmak için kıbleye yönelmek. 5- Namaz vaktini beklemek. 6- Hangi namazı kılıyorsak ona göre niyet etmek.

– İçinden olanlar: 1- Namaza girmek için ilk tekbiri almak. 2- Kıyam, ayakta durmak. 3- Kıraat, Kur’andan sure ve ayet okumak. 4- Rüku’a eğilmek. 5- Secdeye kapanmak. 6- Namazın sonunda Ettehiyyatü-yü okuyacak kadar oturmak.

Hadis: “Pahıllığı terkeyle, çünkü pahılların yeri narı cehımdir.

On beşinci Bahis, İyilik yapmak:
Zi Mahşeri Hazretleri buyurmuş ki, “Kurt yırtıcı bir hayvan olmasına rağmen, bayılmış veya yaralanmış halde yatarken bir insan ona yardım etse, karnını doyursa, Rabbi Teâlâ onu da zayi etmez ve onun mükâfatını verir.”

Bir Mümin, muhtaç bir Mümini doyursa veya ihtiyaçlarını giderse, hayrı yapan Mümin ile cehennem arasında yedi tane mânia oluşur.

Bir insan borcunu vermeye gitse, o kişiye yerde, gökte ve
Deryada olanlar dua eder, her adımında bir küçük günahı af olur.

Hadis-i Şerif: Sultanı Enbiya, Miraç saadetini yaşarken, cennetin üzerinde bir satır yazı gördü. Orada şöyle yazıyordu: “Sadaka verene on sevap, ödünç verene on sekiz sevap vardır. Peygamberimiz,
“Ey kardeşim Cebrail bunun hikmeti nedir” diye sordu. Cebrail Aleyhisselam buyurdu ki, “Sadaka bir veya iki günlük ihtiyacı giderir.
Hâlbuki ödünç verilen para ise, daha ziyade ihtiyaç görmeye sebep olur.”

Bir kişi şu beş şeyi hatırında tutsa gerçek ahlaka sahip olur ve Sıratı Müstakim üzerinde olur.
1- Nereden geldin?
2- Aslın nedir ve ne için geldin?
3- Kim yarattı ve ne için yarattı?
4- Nereye gideceksin, bir hazırlık gerekiyor mu?
5- Gittiğin yerde ne ile karşılaşacaksın? Cennet bahçesi ile mi, Cehennem çukuru ile mi?

Fahri kâinat Efendimiz buyurmuş ki, “Kadınların, Cehennem-e yağmur gibi döküldüğünü gördüm. Sebebinin şunlar olduğu bildirildi.
1- Yaptıkları iyilikleri birbirinin başına kakarlar.
2- Nankörlük edip, kocalarına senin neyini gördüm ki derler.
3- Birbirlerine lanet okurlar.
4- Başlarına gelen belaya sabretmezler.

Hazreti Davut-un zamanında öyle bir kıtlık oldu ki, bütün kavmi helak olacak hale geldi. Hazreti Davut bütün ulemayı topladı, içlerinden ilmiyle amil olan üç tane âlim seçti. Kavminden kalabalık bir topluluğa buyurdu ki, bu üç ilim adamı dua etsin, sizde âmin deyin.

1- O üç âlimden biri şöyle dua etti:
“Ya Rabbi, sen Azimüşşan Zebur-da buyurdun ki,
“Kullarım birbirilerine iyilik etsinler ve başlarına
kakmasınlar. Dövmeye, sövmeye güçleri olsa bile af
etsinler.”
“Ya Rabbi bizde senin aciz ve hakir kullarındanız,
bizlerinde suçlarını af edip, bizi bu beladan halas eyle.
Fazlından ve kereminden ihsan eyle” Âmin.
2- İkincisi, şöyle dua etti:
3- Ya Rabbi, sen Azimüşşan Zebur-u Şerif-de buyurmuşsun ki, “Bir kimse sizin kapınıza gelirde bir şey isterse, onu boş çevirmeyin.”
Ya Rabbi sen cümleden merhametli ve cümleden
zenginsin, kapına geldik bizleri boş çevirme Ya Rabbi”
Âmin.
4- Üçüncü âlim ise şöyle dua etti:
“Ya Rabbi, sen Azimüşşan Zebur-u Şerif-de buyurmuşsun
ki, “Kullarım ellerinde bulunan esirleri azat etsinler.”
“Ya Rabbi bizde senin miskin ve aciz kullarınız, bizleri de
bu bela ve musibetlerden azat eyle, rızkımızı ihsan eyle”
Âmin. Bu dualar bittikten sonra nimete kavuştular ve
kıtlıktan kurtuldular.

On altıncı Bahis, Şeriat ilimleri:
Şeyh Şipli, Muaz bin Yahya, Sait bin Müzeyyep otururlarken, Ata Hazretleri geldi ve Şeyh Şipli’nin ağladığını gördü. Sebebini sorduğunda Şipli Hazretleri şöyle buyurdu: “Niçin ağlamayayım ki, üç gündür kimse gelip Şeriattan bir şey sormadı. Din çok garip kaldı. Bir insan üç gün şeriattan bahsetmese, kalbi ölür” dedi.

Muaz Oğlu Yahya Hazretlerine, Anadan, Babadan daha merhametli olan kimdir diye sordular. Oda şöyle cevap verdi: Din ve şeriat bilgilerin hiçbir karşılık beklemeden, hasbeten Lillah öğretendir buyurdu.

Cabir Hazretleri buyurmuş ki: Nasihat almak için her âlimin önüne oturmayın. Öyle bir âlimden nasihat alın ki;
1- Şüpheyi kaldırıp, iman ile mamur eylesin.
2- Dünya sevgisinden koparıp seni ahret ile mamur eylesin.
3- Riyadan ve gösterişten seni alıp, ihlâs ile mamur eylesin.
4- Kibirden, büyüklenmeden seni kurtarıp, tevazu ile mamur eylesin.
5- Müminleri birbiri aleyhine buza sevk etmeden nasihat eylesin.

Yaptığı günahı unutmayıp hatırında tutanda şu güzel haller bulunur.
1- Geceleri yüzünü yerlere sürüp Rabbine yalvarır.
2- Kibir ve kendini beğenmişlikten kurtarır. Kendini meth etseler, iç durumunu bildiği için sevinmez.
3- Haramlardan sakınmaya sebep olur.
4- Daima mahzun gezer.

Bir kimse kendini meth eden olunca sevinmemelidir. Sevinirse iki belaya duçar olur.
1- Kalp gözü kör olur. Kalp gözü kör olunca da her günaha batar.
2- Kalp kulağı sağır olur. Kalp kulağı sağır olunca da, Hakkı batıl, batılı Hak olarak anlar.

Bir kimse Şer’i Şerife doğru yürürse, kalbinde ne kadar hüznü varsa yok olur. Bir insan şeriata yürüdükte her adımına nafile Hac ve Umre sevabı verilir. Bir yıllık nafile ibadet elde edilir.

Peygamber Efendimiz Ashabı-na buyurmuşlar: Hazreti Musa kavine beş şeyi emretti, Hazreti İsa Ümmetine beş şeyi emretti. Bende size beş şeyle emrediyorum.
1- Semiı: Seman demek, bir mesele söylenirken ne işi varsa bırakıp, kalbiyle razı olmak, Rabbim emretmiş ise canla, başla deyip kabullenmektir.
2- İtaat: Söylenen meseleyi tutup, yerine getirmek, icabınca amel etmektir.
3- Hicret: Fasıklardan, günah işleyenlerden uzaklaşmak, mümkün ise hiç görüşmemektir.
4- Cemaat: Eshabın, Cemaatin itikadına, yani çoğunluğun inancına tabi olmaktır.
5- Cihat: Zamanın ve zeminin bütün imkânlarını kullanarak maddi ve manevi cihatta bulunmaktır.

Üç kimse Şeriatı anlamaz:
1- Kibir sahibi, kendini herkesten üstün gören kimse.
2- Gazap sahibi, azgınlaşan, başkalarına kin ve husumet besleyen.
3- İnat sahibi, çünkü O, doğru bildiğinden şaşmaz ve ikna olmaz.
İnsanı dört şey azdırır:
1- Şeytan: Zaten onu görevi budur.
2- Nefis: nefsin aşırı istek ve arzuları.
3- İttiba-i Heva: Yani Heva ve heveslerine teslim olmak,
4- Yaramaz akran: Yani seni kötü yola götüren arkadaş.

Cennete girmeğe sebep ikidir:
1- Kitap ve sünnette anlatıldığı gibi doğru ve kâmil bir imana sahip olmak.
2- İslam’n dört temel ibadeti olan Namazı, Orucu, Haccı ve Zekâtı şeriata uygun halde yapmak.

Hadisi Kutside Yüce Allah şöyle buyurmuş: Resulüm, Fasık ve günahkâr kullarımı yere geçirirdim. Üç şeye duyduğum merhametten dolayı onlarda korunur.
1- Henüz süt emen masumlar yüzünden.
2- Ot otlayan hayvanlar yüzünden.
3- Dini Azimüşşan’ıma yürüyen, Şer-i Şerife hizmet edenler yüzünden, merhamet ederim.

— Kullarım, zenginlik hallerinde beni unutmasınlar ki, fakirliğe düşünce bende onlara imdat edeyim.
— Sağlığı, sıhhatli halineyken beni unutmasınlar ki, hastalıklarında onlara imdat edeyim.
— Hoşça yaşadığı zamanlarda beni unutmasınlar ki, ölüm anlarında onlara imdat edeyim.
— Evlerinde beni unutmasınlar ki, kabirlerinde onlara imdat edeyim.

Hadisi Şerif. Arasat gününde hesap, sual olunmadan Arşın gölgesi altına gidecekler yedi tanedir.
1- Allah rızası için cömertlik yapanlar. Sağ eliyle verdiğini sol eli duymayan ihlâslı Müslümanlar.
2- Din kardeşliği sebebiyle birbirini sevenler.
3- Dini konularda birbirilerine yardım edenler.
4- Genç yaşta ibadet yapıp, günahlardan kendilerini koruyanlar.
5- Günah işleme ortamına girmişken, sadece Allah korkusuyla O günahı işlemekten sakınanlar.
6- Adaletli idareciler, Padişahlar.
7- Allah yolunda, sadece onun rızası için şehit olanlar.

Hesapsız, Sualsiz Cehenneme gidecekler ise şunlardır.
1- Dünyada cahil kalıp ve öylece yaşayanlardır.
2- Kibir sahibi olup, kendini üstün görenlerdir.
3- İnat sahibi olup, Dini doğruları bir türlü kabul etmeyenlerdir.
4- Emanete hıyanet edenler. Buradaki emanetten maksat Kur’an-ı Kerimde ki, “İnna araznel emanete Alessemavati vel arzı vel Cibali” ila ahır. Yani, (Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de Onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Onu insan yüklendi. Doğrusu O çok zalim, çok cahildir.) ayetinde geçen emanettir.

Hazreti İsa derki: Bir insan bir meseleyi öğrense, onunla amel etse ve başkasına öğretse, O kimseye Melekler tazim ederler.

On yedinci Bahis, Haram yemek:
Haram lokma yiyeni altı bela takip eder.
1- O kişiye ibadet yapmak ağır gelir.
2- Öğrendikleri ile amel etmez.
3- Bir mesele anlatsa dinleyenlere tesir etmez.
4- Kalbi bir konuda karar kılmaz ve kararır.
5- İbadetin halâvetini, lezzetini bulamaz.
6- Allah-ü Teâlâ’nın korkusu kalbine gâh gelir, gâh gelmez.

Rabbi Teâlâ’nın korkusu şu iki kişinin kalbine gelmez.
1- Cahillerin ve cahilliği kendine mazeret edinenlerin.
2- Haram yiyenlerin.

Kötü huyların başı ikidir: Birisi, Kibir. Diğeri de Gazap tır.
İyi huyların serdarı ikidir. Biri Sabır, Diğeri Halimdir.

Kötü huylardan kurtulmak için beş yerden yardım istenir.
1- Kamil bir üstat veya Hocadan bilgi alınır.
2- Hakikatli dost, eş veya ortaktan.
3- Kalpten yapılan samimi bir niyetle vazgeçilir.
4- Şeriat bilgilerini nefsinde tatbik ederek kurtulur.
5- Kötü huylardan kurtulup, ahlaki Hamide ye sahip olmak için Allaha yalvarır ve inayet ister.

On sekizinci Bahis, Nasihat şiirleri:
—KASİDE’İ NASIHA-

Gelirsin meclisi fısk-ı, fücur-e nice Epter’le
Buna razımıdır Mevla’ki, geçer vaktin gafletle
Kelamı, Halik-i guş-a meclisi manaya gelmezsin
Hava’yı nefse meyleyleyüp Aala’ya gelmezsin
Edüp tövbe günahından Dar’ı Mevla-ya gelmezsin
Bugün tahsili ilme say’edüp, feryada gelmezsin
Havaya düştün ey dil meclisi takvaya gelmezsin
Gözün aç gafil olma bir dahi dünyaya gelmezsin.

Yazıktır geçmesin ömrün, yok yelere ger nümaya
Ele girmez, Huda hakkiyçün, böyle sermaye
Eğer ikbal ederse, pek sakın aldanma dünyaya
Gece, gündüz kemali ilimle say eyle takvaya
Havaya düştün ey dil meclisi takvaya gelmezsin
Gözün aç, gafil olma bir dahi dünyaya gelmezsin.

Ne tahsili ilme say eyleyip himmet eylersin
Ne bir ehli kemale hem dem olup sohbet eylersin
Serabı pür haraba aldanıp gaflet eylersin
Havaya düştün ey dil meclisi takvaya gelmezsin
Gözün aç gafil olma bir dahi dünyaya gelmezsin.
—————-

-CİHAN SÖYLER-

Sana her dem haliyle Cihan söyler, fenayım der
Ne umarsın vefa benden ki, bir cevri- cefayım der.
* * *
Benim rengimi görenler sanırlar Lal’i Yakut’um
Sakın aldanma alım-a, be gayet hilekârım der.
* * *
Ben ol zenneyim ki, doymadı benden dahi
Yutar gözün, zerrece gelmez dahi belkim Gedayım der.
* * *
Ne idraki var Avamın ki, özünü kurtara benden
Halas olur mu gör şonlar ki, Evliyayım der.
* * *
Ata Oğluna kast eyler ve yar-ü Kardeşe- kardeş
Benim içün olur düşman, Şonlar kim Esdika’yım der.
* * *
Bilirken Arifi dünya, yine elden koymaz daim
Beni terk eyleme zinhar ki, her derde devayım der.
**********
-ÖLÜM VE SONRASI-
SERENCAMI İNSAN

Bir gün gülüp ecel erişe bize
Gel deyu bekaya, oluna ferman
Can ile guş eyle söyleyem size
Nicedir ölürken ahvali insan.
Ecel yastığına koyunca başı
Almaz olur artık etmeği, aşı
Cem olur yanına kavmi, kardeşi
Ararlar derdine bulmağa derman.
Hakkın Emri ile gele Azrail
Cümle mahlûkatı eyleyen zail
Olamaz önüne kimseler hail
Kurtulmaz elinden insan-ü hayvan.
Olacak bir gün, ol emri Rahman
Yatar döşeğine, İbni filan
Tırnaktan dizecek çekilince can
Tutuşa vücudu misali Külhan.
Fırsat bulup gele ol İblis’i Aduv (Düşman)
Merdud-i ezeli ol asi bet huy
Diye ver imanın sana verem su
Ey garip ziyade olmuşsun aştan (Ateşli)
İlahi af eyle isyanımızı
Bozmayız ebedi peymanımızı
Ol mahal Ya Rabbi imanımızı
Sen emin eyle Min şerr-iş Şeytan.
Can tulu eyleye, hulkum-a gele
Makbuldür tevbemiz, ol mahal bile
Hamd eyle Huda-ya paki kalp ile
Kendi keremidir, bu lütfü ihsan.
Bir dahi dest vurup, edince zoru
Canı verir,teni kalır kup- kuru
Nicesi zorundan, du çeşmi nuru
Döküle Ruy üzre, misali Baran.
Uzatırlar gayri dest ile Pay-ı
Terk eyledin ahır, darı dünyayı
Kor gidersin bunda cümle eşyayı
Gerek senin olsun İran-u, Turan.
Salât-u, savm’ile olmayın medyun (borçlu)
Çıkınca tahtaya cesedi mevzun
Gözünden akıtmaz baranı Ceyhun
Soyalar kametin olasın üryan.
Dökeler üstüne Ab’ı Revanı
Ne ise ederler guslün erkânı
Çekeler altına tahtı revanı
Rahi musallaya olasın revan.
Getürüp senk üzre koya cemaat
El bağlayıp dura karşına kat-kat
Çağıra Müezzin “Er kişi-ye niyet
El bağlayıp dura karşına ihvan.
Çar kişi getüre döşünde seni
İletüp kabrine yetire seni
İndirüp kabrine koyalar seni
Örterler turabi üstüne ol an.
Cem olup gele eş, dost ol hin
Başlayup okuna Sure’i Yasin
İla ahirihi Kur’an-ı Mübin
Okuyup Fatiha dağıla yaran.
Tekü, tenha koyup seni gideler
Filan Oğlu, filan ölmüş diyeler
İsmini gönüllerden ihraç ederler
Böyledir ta ezel adetü devran.
Miyanından yukarı can vere Allah
Sıdkımız böyledir Amentü billâh
Vurunca başın yere, diye kim Allah
Bile öldüğünü ol mahal insan.
Akabinde gele Münkir ve Nekir
Havfinden vücudun titreye tir-tir
Diye “Men Rabbüke” tez ol haber ver
Tutmuş elinde bir gürzü giran.
Sonra Peygamberin, Mezhebin, Dinin
Kıbleni, Milletin, cümle ayanın
Verirsen nur ile pür ola sinin
Bila havfin eğer, cevabın asan.
Eğer aksi verir isen cevabı
Edeler can-ü, ten-e türlü azabı
Niçin guş etmedin diye kitabı
Eyledin cilve’i, sohbet’i, seyran
Kendün’i Cihanda ölmez mi derdin
Yokluk iklimine gelmez mi derdin
Kişi ettiğini bulmaz mı derdin
Ey asi ederdin Ruzi, şep isyan.
Mülkü beka içun yapış bir kara
Yanmaya dersen vücudun nara
Çalıştı ahır bulmadı çara
Marazı mevte Hazreti Lokman
Bir zaman Şah iken, Şah’ı Tayyura
Ferman buyururken Mar ile Mur-a
Ecel camın içüp girdi Kabure
Hükmederken İns’ü, Cin’ne Süleyman
Yatur zemin içre Nuh, Yakub-u zar
Hem Yusuf gibi nale’u uzar
Habibi Ekrem ile hem Cihar’ı yar
Ebubekir, Ömer, Ali ve Osman.
Cihana geluben oldular gaip
Kodular yerine bir adet naip
Sütun’u din olan sahib-ü Mezahip
Hanbelî, Şafii, Maliki, Numan.
Cihana gelenler bu yoldan geçer
Ecel peymanesin lep vurup içer
Hani gâh misali konutlar göçer
Yükledüp metaın manen de kervan.
Sürünce merciine bunca ricalı
Erişe dünyan ahır zevalı
Bir nice zaman ahter’i hali
Nice kalırsa bu köhne viran.
Penpe veş atıla dağ ile sahra
Ebru veş döküle zemine sema
İkinci surda oluna peyda
Kurula Mahşer, Sıratu, Mizan.
Bir melceye Şems ola hem nazil
Beyinler kaynaya serde velhasıl
Fikreyle halini gözün aç gafil
Sonra olursun gayet’ü pişman.
Elli bin yıl durula aala, bek ba
Dideler ayrılmaz semadan kat’a
Yemini, Şimalinden Nisa’yı asla
Bilmeye havfinden biçare insan.
Varalar Musa-ya, kimi İsa-ya
Diyeler şefaat et bu Geda-ya
Anlarda diyeler var Mustafa-ya
Ki oldur şefaat sahibi Sultan.

On dokuzuncu Bahis, İmanı koruma Hakkındadır.
Hadimi Resulüllah olan Ebu Hüreyre ve Enes hazretleri buyurdular ki, Yedi amel vardır ki ahir nefeste (Ölüm anında) iman ile gitmeğe sebep olur.
1- Her işin başında “Bismillah-ir Rahman-r Rahim” demek.
2- İşi bitirince El Hamd-ü Lillah demek.
3- Hoşlanmadığı bir şey görünce “Ve la Havle ve la kuvvete illa billâh-il Aliyyil Azim” demek.
4- Bir musibete uğradıkta, “İnna Lillah-i ve inna ileyhi Raciun” demek.
5- Günün her saatinde çokça “La ilah-e illellah” demek.
6- Bir işe başladığı zaman “ben bu işi muhakkak yaparım” demeyip, “İnşallah” yaparım demek.
7- Yüce Allah’dan devamlı yardım talep dilemek.

Bazı Müslümanlar vardır ki, onlar kabirlerinde de ibadet ederler.
—Dünyada ki hayatlarında çokça Kur’an-ı Kerim okuyanlar.
—Namaz kılmayı sevenler.
—Dünyada çokça zikir yapanlar.

Hasan-ı Basr-i hazretleri ehline ve evladına buyurdu ki, Ben yemek yerken bana dünya kelamın söyletmeyin. Niçin söylemeyelim denildikte, çünkü dedi:
1- Çünkü ben düşünürüm ki, Acaba Rabbim bana Cennet yemeklerimi yedirir mi, yoksa Cehennemde zakkum mu yedirir?
2- Acaba kabrim Cennet bahçelerinden bir bahçemi olur, yoksa Cehennem çukurlarından bir çukur mu olur?
3- Namazımı bitirdikte, Acaba Rabbim kıldığım namazı kabul eyleyip, namazın şefaati ile Cennete girip hülleler giyip Rabbimin huzuruna öylemi çıkarım, Yoksa bir kirli çamaşır gibi amelim yüzüme mi çarpılır? Ben bunları düşünürüm der.

Dahhak hazretleri Peygamber Efendimize sormuş. “Allah-ü Teâlâ’nın sevdiği kullar kimlerdir? Peygamber Efendimiz şunlardır buyurmuş:
1- Evvela öleceğini hiç unutmayan kişidir. Çünkü en iyi nasihat odur.
2- Kabre gireceğini ve orada uzun zaman kalacağını bilen insan.
3- Kabirde tenini kurtların, böceklerin yiyeceğini bilen ve unutmayan insanlar.
4- Dünya işi ile ahret işi bir araya geldikte, dünya işini terk edip ahret işini öne alan kişidir.
5- Yarınki gün benimdir deyi saymayan ve ölümü yakın görendir.
6- Kendini ölülerden bilendir.

Yirminci Bahis, İlim öğrenmenin fazileti:
Hazreti Musa, mekândan münezzeh olan Yüce Allah ile Turi Sina da Konuşurken, Allah Azimüşşan, Hz. Musa-ya yukarı bak dedi. Hazreti Musa yukarı baktığı zaman Arşı Rahmanın direğinde bir ruh gördü. Ya Rabbi bu kimdir, ne amel işlemişte bu makama ermiş diye sordu. Yüce Mevla buyurmuş ki:
—Bu kulumun kimseye hasedi yoktur.
—Üstadına, Hocasına hizmet etmiştir.
—İmanı ve akaidi doğrudur ve pak’dır.

Bir insan dini ilimler öğrenmek uzaklara gitse ve öğrenmeden dönmemeye azmetse, Rabbi Teâlâ Hazretleri O kuluna şu devletleri ihsan eder.
1- Geçen günahlarını af eder.
2- Seker atı mevtinde, Kabirde, Mahşerde, Sıratta, Arasat ta asla zahmet çektirmez.
3- Ahretteki makamını görmeden ruhunu teslim etmez.
4- Başına kızıl Yakuttan keramet tacı giydirilir.
5- Cennette nurdan binekler ikram edilir.
6- Sayısız Huri, Gılman ve Vildan verilir.
7- Yakınlarından yetmiş kişiye şefaat eder.

Denilmiştir ki, Hazreti Musa-ya inen Tevrat bin Suredir ve on bin ayettir. Kur’an-ı Azimüşşan altı bin iki yüz ayettir.

İnsan Oğlu için iki büyük bela vardır. Biri, Kabir karanlığıdır. İkincisi, Mahşer karanlığıdır. Bu iki beladan ancak Ramazan Şerif orucu tutmak ve Kur’an-ı Kerim okumakla kurtulmak mümkün olur.

Rabbi Teâlâ’nın muhabbet ettiği kullar iki tanedir.
1- Allah’tan korkup gençliğinde ibadet eden kullardır.
2- Çok malı olup Allah rızası için harcayan kullardır.

İlim tahsili için dört şey gereklidir.
1- İyi bir üstat bulup ona güvenmek, umurunu ona ısmarlamak.
2- Üstadının dur dediği yerde durmak, yani sözünü dinlemek.
3- Haram lokmadan sakınmak.
4- Annesinin, Babasının ve üstadının hayır duasını almak.

Yirmi ikinci Bahis, Akait ve Esma-ül Hüsna hakkındadır:

Ebulleys Semerkandi Hazretleri buyurmuştur ki, cümle Ulemanın akaidi budur.
—Yüce Allah-ı bilmek ve inanmaktır.
—Yüce Allah-ın Zatında bir olduğunu bile.
—Yüce Allahın Efalin de bir olduğunu bile.
—Cümlenin Halikı olduğunu bile.
—Cümlenin Razzakı olduğunu bile.
—Cümleyi hıfzedici olduğunu bile.
—Ve cümleyi durdurucu olduğunu bile.
—Cümleyi halden hale döndürücü olduğunu bile.
—Ve Zatı pak’ına bir şey benzemez, Bir şeyde Zatı pak’ına benzemez.
—Ma siva Allah (Kendi haricinde) her ne yarattı ise, yarattığı haller Zatı pak’ında olmaz ve bulunmaz.
—Bin Esmasını Meleklere bildirmiştir.
—Bin Esmasını da Peygamberlerine bildirmiştir.
—Üç yüz Esması Tevrat ta, üç yüz Esması Zebur da, üç yüz Esması da İncil de ve yüz tane Esması da Kur’an-ı Kerimde beyan olmuştur.

Müslüman bir kişi her an şu dua ve niyaz halinde olmalı.
1- Rabbime şükürler olsun, beni yokluk ve karanlık âleminden, varlık ve nur âlemine çıkardı.
2- Rabbime çok şükür, bizi taş gibi, toprak gibi cansızlar âleminden değil de canlılar âleminden yarattı.
3- Çok şükür Rabbime, bizi hayvan olarak değil de, insan olarak yarattı.
4- Çok şükür Rabbime, bizi kâfirlerden yaratmayıp, Müslüman olarak yarattı.
5- Çok şükür Rabbime, geçmiş peygamberlerin helak olan kavminden değil de, Ahır zaman Peygamberinin Ümmetinden yarattı.

Abdullah Hazretlerine, Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki: “Ya Abdullah,
—İbadetini biri beni medh etsin veya kötülesin diye yapma.
—Dünyalık için kimsenin kapısına varma.
—Bütün dünya insanı bir araya gelse, Cenabı Allah istemedikçe sana ne menfaatleri olur, ne de zararları dokunur. İtikadın böyle olsun Ya Abdullah”

Beyit: Her kişinin sorma halin vadesinden bellidir.
Mektebi irfan olanlar sohbetinden bellidir.

Beyit: Cahile açmaz yüzünü, nadana hiç söylemez.
Şive karım hayli bir âli cenabımdır kitap.

Beyit: Suleha ile ola gör Refik.
Ta ki bulasın Huda’dan Tevfik.

Beyit: Hayrı şerrin Halik-ı Hak’tır, kul elinden ne gelir.
Sanma ansız ilmiya, âlemde bir çöp deprenir.

Beyit: Hor bakma fukara fırkasının hırkasına,
Her biri bir dağı delip geçer arkasına.

Bu defterin ortasında ve sonunda şu not vardı.

Ketebe, Abdül Maruf Ali, bin Maruf Muhammed, bin Maruf Ahmed, bin Hacı Süleyman, bin Ahmed Ağa gaferallah-ü lena. Sene: hicri- 1282

Bu günden tam yüz kırk dokuz sene önce yazılan bu kısa ve faideli Nasihatnameyi, günümüz dili ve yazısına çevirerek Müslüman kardeşlerimin istifadesine sundum. İnşallah okuyan kardeşlerim tesirini görür, amel ve istikametini düzelterek, İslam dinini daha güzel yaşama imkânına kavuşur. Gazetede yayınlanıp, İnternet sitelerinde okunan bu yazıları İnşallah kitap olarak ta yayınlayıp dağıtmak nasip olur. Bekir ÇÖL

GEÇMİŞTEN DİNİ VE EDEBİ ESİNTİLER!

Sene 1963, Temmuz ayı. Arkadaşım Ömer Hoca ile Hafızlığımızı yeni tamamlamışız. Rahmetli Dedem, Zamanın büyüğü İhramcı Zade İsmail Efendinin telkini ile bizi alıp Tokat’ın Gazova’sın da, Büyük Yıldız (Birep) Köyüne götürüyor. Üç günlük yalvarıp, yakarmanın sonunda bizi Kur’an Kursuna kabul ediyorlar ve orada Arapça okumaya başlıyoruz.

Orada geçirdiğim günler benim için en güzel, ilim açısından en kazanımlı, manevi yönden en faziletli zamanlardı. Bir şeyler yazma alışkanlığım o günlerde başlamış olmalı ki, önemli bulduğum duaları, sözleri, Beyit ve şiirleri yazmaya başlamışım. Sanki bir tür kitap yazıyorum edasıyla deftere Hamdele ve Salvele ile başlamış ve defterin ismini de “Ravza’tün Nur” (Nur Bahçesi) koymuşum.

Nur Bahçesi isimli defterden alıntılar: Bedbahtlığın alameti üçtür.
1- İlmi ile amil olmaz. Yani bildiklerini yerine getirmez.
2- Bildikleri ile amel etse bile İhlâs ile yapmaz, Riya ile amel eder.
3- İyi insanların yanında bulunup ta, onlara hizmet edip, saygı göstermez. (Termeli İbrahim Hocadan)

Beyit:
İlim, İrfan meclisinde aradım kıldım talep,
İlim en geride imiş, en ileride Edep. (Hikmet Hocadan)

Beyit:
Âlim ile eyle kelam, Cahile söz mü yeter?
Âlim insan hem gül olur, hem çiçek,
Cahil insan ya şeyh olur, ya Eşek. (Hikmet Hocadan)

Hadis: “Münafığın alameti üçtür.
1- Konuştuğu zaman yalan söyler.
2- Söz verdiği zaman, sözünden döner.
3- Emanete Hıyanet eder.”

Arapça Beyit:
Şeref-ül İnsani bil ilmi vel Edep,
La bil mali vela bin Nesep.
(İnsanın şerefi, mal ve neseple değil,
İlim ve edep iledir.

Arapça Beyit:
Manalen, Men nalen illa bil Edep
Ma sekata, men sekata illa bi terkil Edep.
( Her türlü güzelliğe nail olanlar, edep ile oldular. Her türlü nimeti kaybedip, yüksekten düşenler edebi terk etmeleri İle düştüler.) (Hikmet Hocadan)

Beyit:
Hakkın sillesinin sedası yoktur,
Vurduğu zaman devası yoktur. (İbrahim Hocadan)

Beyit:
Sırrını sır eden, sırrına sultan olur.
Sırrını ifşa eden sırrına kurban olur.

Peygamber Efendimizden Dualar:
“Allah’ım, fayda vermeyen İlimden,
Senden korkmayan kalpten, halis olmayan amelden, kabul olmayan duadan ve doymayan nefisten sana sığınırım.”

“Allah’ım, ilim ile zengin et, Hilm ile tezyin et, Takva ile ikram et, afiyetle mücehhez et.”

“Allah’ım, bütün hatalarımı affet, beni güzel amellere sevk et, güzel ahlaka hidayet et, kötü amellerden beni koru. Beni başka koruyacak yoktur.

Güzel söz:
“El ilm-ü evvelühu mürrun minel basali ve ahi ruhu ehla Minel asel.”
( İlmin evveli soğandan acıdır. Sonu ise
baldan tatlıdır.)

Men tevazaa rafeahüllah ve men tekebbera vazaa hüllah.
(Kim alçak gönüllü olursa, Allah onu yükseltir,
Kim de kibirli olursa, Allah onu alçaltır.)

Kelam-ı kibar:
Gel etme şu dünyaya heves,
Dünya dediğin bir kafes.
Kuş misalidir bu nefes,
Uçar kafesten bir gün.

Âdemoğlunun eğer edepten nasibi yoksa insan değildir.
Zira âdemoğlu ile hayvan arasında ki fark edeptir.
Gözün iyice açta bak, cümle Kelam-üllah edepten ibarettir. (İbrahim Hocadan)

Bana benden olur her ne olursa,
Başım rahat bulur dilim durursa.
“Söylersen bir söz söyle, âlem ibret alsın,
Söyleyemezsen sükût eyle, âlem insan sansın.”

“Sözümü altın ile yazsın, yazan,
Akıbet kendi düşer, el için kuyu kazan. (Suşehir’li Hikmet Aydın Hocadan)

“Ey insan, doğarken sen ağladın, etrafındakiler güldüler,
Öyle yaşa ki, ölürken de, sen gül, etrafındakiler ağlasın.”

İmam-ı Azam’ın sözü:
“Kibirli birine, kibir yapmak sadakadır.”

Hazreti “Ali’nin sözü:
Kim bana bir öğretirse, beni kendine köle kılsın.” (Gürcü Köylü Hüseyin Türk’ten)

Güzel söz:
Kaderde ne var ise O, olur etme firak,
Uyma nefsine Hakkın emrine bırak.

Beyit:
Altından ağacın olsa, Zümrütten yaprak
Akıbet gözünü doyurur, bir avuç toprak.

Arapça Beyit:
Cerahat-üs Siyamü lehel tiyam,
Vela yeltamü ma cerahallisan.
(Kılıç yarasına ilaç bulunur da,
Dil yarasına ilaç bulunmaz.)

Arapça beyit:
Ehaztü naran biyedi vazatüha fi kebedi,
Men eşkeytü ya seyyidi, ahraktü kalbi biyedi.
Kendi elimle ateşi aldım, Onu göksüme koydum,
Kime şikâyet edeyim Ey Efendim.
Kendi elimle yaktım, kendi kalbimi”
(Termeli İbrahim Çelik Hocadan)

Mübarek söz:
“Büyük masiyet (günah) faidesiz geçen zamandır.”
Güzel söz:
Hakkın na mütenahi adı var, en başı Hak
İnsan için ne büyük şereftir, Hakkı tutup kaldırmak.”

Hadis:
“Sabreden fakirler, şükreden zenginlerden evvel cennete girerler.”
Hadis:
“Her şeyin bir yolu vardır, Cennetin yolu da ilimdir.”
Hadis:
“Her derdin bir devası vardır. Kalp hastalığının şifası da Allah-ı zikretmektir. (Yusuf Türk’ten)

Güzel söz:
“Karışma milletin işine, Düşme asla peşine.
Duadan eksik kalma, Devam et kendi işine.”

Kelamı hasen:
Edep bir taç dır emri Huda’dan,
Gey ol tacı emin ol her beladan.
Edep ehli ilimden hali kalmaz,
Edepsiz okusa da adam olmaz.”

Hadis:
Miftahul cenneh, Lailahe illellah
(Cennetin anahtarı kelimeyi tevhittir.
Yani Lailahe illellah’tır.)
Bu hadisi anlatırken Enes İbn Malik buyurmuş ki, “Her anahtarda diş olur. Bu anahtarında dişi dörttür.
1-Yalandan, gıybetten temiz lisan.
2- Hıyanetten, hasetten temizlenmiş bir kalp.
3- Şüphe ve haramdan temizlenmiş karın.
4- Masıyetten temizlenmiş Aaza.

Kibar Kelam.
Kişi ki gitmedi mektep. Ne din bilir, nede Mezhep
Eşeğe altun külah giydirsen. Yine Eşek, yine Eşek.

Güzel söz:
Arabî, Farisi dilin olmazsa,
Eğer bir meslekte elin olmazsa,
Bülbül-e münasip gülün olmazsa
Darı Dünya senin olsa ne fayda.
(İbrahim Hocadan)

Hazreti Ali’den:
Men hasüne siyasetühu, Damet riyasetüh.
(Kim Siyasetini güzel yaparsa, Reisliği, “Başkanlığı” devam eder.)

Hadis:
Bir kimse ki, göksünde Kur’an’dan bir şey yoktur; O kişi harap olmuş ev gibidir.

Kibar kelam:
Kelamın gümüş ise, sükût et olsun zehep,(altın)
Kemal ehli, kemalatı sükût ile buldular hep.

Arapça şiir:
İnneş Şehvete tesırül Müluke abida,
Vessabru Tüsayyirul abde malika.
Ela tera ila kıssatı Yusuf ve Züleyha.
(Şehvet ile Padişah köle olur. Sabır ile de köle Padişah olur.
Bakmaz mısınız, Yusuf ve Züleyha kıssasına.

Tuba limen kane aklühu emiran ve hevahü Esira
Veveylün limen kane Hevahü Emiran ve aklühu Esira.
(Müjde O kimseye ki, aklı emir, hevası esir olmuştur.
Yazıklar olsun O kişiye ki, Hevası Emir, aklı Esir olmuştur.)

Marifet Name’den:
Helak olanlar şu üç nedenle helak oldular.
1-Bi füzulil kelam: Çok konuşma yüzünden.
2-Ve Füzulü Taam: Çok yemek yüzünden.
3-Ve füzulül Menam: Çok uyumak yüzünden.

Güzel Sözler:
Duanın tesiri manasını bilmektedir.
Kıldığı namazdan lezzet almak isteyen, namaz da okuduklarının manasını düşünsün.

Cuma günü edilen vaiz, dinleyen için diğer Cumaya kadar Onu menziline götürecek yakıttır.

İnsanların seni sevmesini istersen gıybet etmekten kaçın.

Beyit:
Ey Müslüman Çobansın, Çoban, Ehlini, ayalini etme kurban
Eğer sende var ise imanla, izan,
Birazda Allah’tan utan.

Marifet Name den:
İnsan Oğlunu dört tane gözü vardır.
İkisi başındadır, bunlarla dünya ve içindekileri görür.
İkisi de kalbindedir. İnsan hayrı murat ettiği zaman, Allah-ü Teâlâ kalp gözünü açar ve gaip âlemini görür.

Beyit:
İnsanoğlu hilebazdır, kimse bilmez fendini,
Her kime iyilik edersen sakın ondan kendini. (Y. Türk)

Şiir:
Fakir halin etme izhar, Halik’ın bilmez mi hiç.
Âleme ihsan eden Allah, Sana da vermez mi hiç.
Gönülden Allah diye ağlarsan,
Gözyaşını silmez mi hiç.
Ta ciğerden ah edersen,
Matlubunu vermez mi hiç.

Kibar kelam:
Ey birader oku ilmi etme şek,
Yedi cahilden iyidir bir Eşek
Eşeğe yüklersin kitap,
Cahile ne söz kar eder, ne hitap.

Kibar kelam:
Âlim ile sohbet, dürü mercan İncidir.
Cahil ile sohbet tende canı incitir.
(Selami Kaynar)

Güzel söz:
Zahiri gözü kör olana, zahiri pislik bulaşır.
O, ise su ile temizlenir.
Manevi gözü kör olana, öyle pislikler bulaşır ki, hiçbir şeyle temizlenmez. (İbrahim Hoca)

Kibar kelam:
Kuluna azap etmez Mevla-sı,
Kulunu çektiği kendi cezası.

Hak ile ilgili sözler:
Hak deyince akan sular durulu,
Hakkın huzuruna ancak Hak ile varılır.

Hak deyince Haksızlar darılır,
Hakkı bilenler, Hak yolunda Hak’ka sarılır.

Hakkı bilen, Haklı olur.
Onun kalbi pak olur.
Kalbi pak olmayanlar.
Sonunda helak olur.

Hakkı tanıyan Hak’ka tapar.
Hakkı tanımayan ise, ters yola sapar.

Kibriya-i azamet Hakka yarar.
Kul olanda bu sıfatlar ne arar.

Güzel sözler:
Sevgi, Allah’ın İnsanoğlunun kalbine koyduğu en büyük nimettir.

En büyük mücahit, nefsini yenen,
En büyük katil kendini öldürendir.

İslamiyet, ifrat ve tefritten hali, bir dini mübin-i âlidir.

Bilirken susmak, bilmezken söylemekten çirkindir.
İnsan için, bildiğini söylememek korkaklık, Bilmediğini söylemekse küstahlıktır.

İnsanın, sözü hikmet, bakışı ibret ve sükûtu ders olmalıdır.

Bu Beyit, eski Paşa Camiinin kapısında yazılı idi:
Camiye her giren vaiz değildir.
Camide konuşmak caiz değildir.
Camide konuşmak kötü bir adet.
Konuşmakla sakat olur ibadet.

Tokat’ta Kur’an Kurslarında okuduğum yıllarda, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin meşhur eseri Marifetname’nin Osmanlıcası elime geçti. İki ay gece uykusundan fedakârlık ederek ve Marifetname’yi geceleri okuyarak bitirdim. Kendime göre önemli gördüğüm yerleri defterime not ettim. Bunların çoğu güzel nasihatler içeren şiirlerdi. İşte örnekler:

Habib-ullah mübarek karnına taş bağladı, yani
Taam isterse karnın, ver ana taşı, verme nan-ı. (ekmek)
Bulan açlıkta bulmuştur, fenadan devleti fakri
Duyan açlıkta duymuştur, rumuzu sırrı Sübhani.
Eren açlıkta ermiştir, huzuru Hazreti Hak’ka
Bilen açlıkta bilmiştir, ilmi bahri İrfanı.
Zayıf et nefsini ta kim, kuvvet kutsi bula ruhun
Hayatı candır açlık, hem memati nefsi şehvani.
Hem açlıktadır, devlet, saadet, izzet ve lezzet
Olur, açlık ehli, halim, selim ve hem siması nurani.

Beyit:
Hikmeti dünya ve ma fiha bilen arif değildir.
Arif Odur ki, bilmeye dünya ve ma fiha nedir.

Her azanın aldığı bir lezzet vardır. Kulağın lezzeti, güzel ses duymaktır.
Gözün lezzeti, latif nesneler temaşa etmektir.
Dimağın lezzeti, çeşitli güzel kokular koklamaktır.
Zevkin lezzeti, tatlı şeyler yemek, içmek, uyumak ve cinsi münasebettir.
Gazabın lezzeti, vurmak, kırmaktır.
Aklın lezzeti, eşyayı anlamak ve manayı tetkik etmektir.
Gönlün lezzeti, kişinin sevdiğine Kavuşmasıdır. Kalbin lezzeti, marifetullah’dır.
Devlet ve saadet Muhabbetullah’dır.

İnsan üç kısımdır:
1- Bu âleme niçin geldiğini ve ne istediğini bilmeyenler. Bu kişilerin üç tane putu vardır, O putlara taparlar. Putlar şunlardır. Yemek, içmek; Uyumak: Cima etmek, yani kadın erkek beraberliğidir. Bu insan ulvi makamlara çıkamazlar. Çünkü bunlar hayvani sıfatlar taşırlar.
2- Bu dünyada ancak kesbi kemalini bilirler. Yani menfaatlerini ararlar. Bu ikinci sınıfında dört tane putu vardır. Bunlardan murat: Hubb-ü dünya, (Dünya sevgisi) Hubb-ü veled, (Evlat sevgisi) Hubb-ü mal, (Mal sevgisi) Hubb-ü cah. (Makam, mevki sevgisidir) Bunlarda ulvi makama rücu etseler de nerde olduklarını bilemezler, gafillerdir.
3- Bu âlemi süfliye tahsili kemal için geldiğini bilenlerdir. Hidayet yolunda olduklarından kendilerini burada misafir kabul ederler. Bu sınıf asli makamlarına nail olurlar.

Üç çeşit yaratılış:
1- Allah-ü Teâlâ Melaikeyi kiramı sırf akıldan yarattı.
2- İnsanları akıl ve şehvetten yarattı.
3- Hayvanatı sırf şehvetten yarattı. Eğer insan aklını şehvetine galip kılarsa, Melaike makamına çıkar, hatta onların makamını da geçer. Eğer şehveti aklına galip gelirse, hayvanat seviyesine iner, hatta “Belhüm edal” hükmünce, belki daha aşağılara iner.

Ehlüllah demişler ki:
O kadar yemek yeki O, seni taşısın.
O kadar yeme ki, sen onu taşıyasın

Öyle yemek ye ki sen onu yemiş olasın.
Öyle yeme ki O, seni yemiş ola.

Çok yemenin zararları on tanedir:
1- Çok yemekle kalp katılaşır ve nurdan uzaklaşır. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Çok yemek yiyerek ve çok su içerek kalbini öldürmeyin. Çünkü kalplerde ölür, tıpkı çok yağmurun ziraatı öldürmesi gibi.
2- Çok yemekte, uzuvların fitne, fesadı ve heyecanı vardır. Zira insanın kalbi tok olunca gözü malayani ye bakar. Kulakları onu işitir. Lisanı malayani söyler ve elleri onu tutar ve avret mahalli cinsi münasebet ister. İşte karın öyle bir şeydir ki, O tok olunca beden aç; Karın aç olunca, beden tok olur. Eğer karnına haram yiyecek girerse, bedenden haram söz ve haram iş çıkar. Eğer helal yerse, işi ve sözü malayani den uzak olur.
3- Çok yemekte, anlayış kıtlığı vardır. Yani okuduğunu anlayamaz. Çünkü “Feinnel batana tezhebül fetana” Yani(Karın tokluğu anlayışı giderir) denmiştir.
4- Çok yemek yiyen az ibadet eder. Zira insanın yediği çok oldukça, bedeni ağırlaşır ve uykusu galebe eder.
5- Çok yemek yiyen, ibadetinin lezzetini alamaz. Hazreti Ebu Bekir demiştir ki: “İslam ile müşerref olduğum günden beri karnım doyası yemek yemedim ki, ibadetin lezzet ve halâvetini alayım diye.
6- Çok yemekte harama düşmek vardır. Zira helal şeyler az-az gelir. Haram ise her cihetten çok gelir.
7- Çok yemekte kalbe ağırlık ve bedene meşakkat vardır. Nitekim “Her derdin aslı lokma, her derdin devası açlıktır” denilmiştir.
8- Çok yemekte, şiddeti sekerat, yani ölüm anında zorluk vardır. Hadiste varit olmuştur ki, “Ölüm anının şiddeti dünya lezzeti üzerinedir. Dünya lezzeti de yemek ve içmektir.”
9- Çok yemekte, ahret lezzetinin azalması vardır. Zira dünyadan alınan lezzet kadar, ahret lezzeti azaltılır. Çok yemekte dünya lezzeti olarak kabul edilir.
10- Çok yemekte, ar ve melâmet vardır. Böylece şehvet istenir ve fazilet terk edilir.

Beyit:
Açlık ki, tok eyler kamu azayı,
Açlıkta nefis terk eder dünyayı.
Hem açlık açar rumuzu manayı,
Açlıkta bulur bu can Mevla-yı.

Beyit:
Nefis ehline gerçi açlık olmuştur zindan.
Amma gönül ehlinedir hoş seyran.
Hakkâki taamı dünyadır açlık.
Hem hal ve makamı evliyadır açlık.

Ariflerin yolunun erkânı altıdır.
Az yemek, az uyumak, az konuşmak, Yaşayanlardan uzlet, devamlı zikir ve fikri tamdır.

Beyit:
Bir gece sabreyle, yere koyma başı,
Saadet tacı kona ta başına.
Halk varıp uykuda düşler görür,
Bulmuş uyanık olan keremi Kibriya.
Hak dedi Davud’a benim aşıkım,
Gece uyumaz, bana eyler sena.
Halka erer her gece Haktan hitap,
Kalk ve teveccüh kıl bana bul Huda.

Gecenin son yarısında Mevla şöyle hitap eder: Dua eden yok mu? Kabul edeyim.
İsteyen yok mu? İsteğini vereyim.
Mağfiret dileyen yok mu? Onu bağışlayayım.

Güzel sözler:
Rüyasına ilave yaparak anlatan, Allah-a iftira etmiş olur.
Bir şeyi ayıplayan O ayıba müptela olmadan ölmez.

Lisanı leziz olan, gönüllerde aziz olur.

Çok gülenin kalbi ölür.

Kişi lisanı ile insandır. Fakat lisanı ona düşmandır.

Günümüzde Cuma saatinden önce verilen sala gibi Bayram günlerinde namazdan önce şöyle sala verilirmiş. Bu Salanın yazarının Pehlül dana, olduğu ve Padişah olan kardeşi Harun Reşit-e karşı yazdığı söylenir.

Leysel ıydü limen lebisel cedid,
(Bayram yeni elbise giyenler için olmadı.)

Ve innemel ıydü limen emine minel va’ah, (Bayram ancak Allah’ın azabından emin olanlar içindir.)

Leysel ıydü limen tecezza bil udud,
(Bayram, üzerine koku Dökülenler için olmadı.)

Ve innemel ıydü limen tabe lem yeud,
(Bayram, Tövbesinden dönmeyenler içindir.)

Leysel ıydü limen celese alel bestı,
( Bayram, köşklerde Oturanlar için olmadı.)

Ve innemel ıydü limen caveze alessırat,
( Bayram, sıratı Geçenler için oldu.)

Elem yalem ennellah-e ya Harun-ü reşid, bilmiyor musun?
Ey Harun-u reşit, Muhakkak ki Allah,)

İnnellah-e Ala külli şey’in şehid.
( Allah her şeye şahittir.)

O günlerde çokça söylediğim ilahilerden biri:
Mevla-m senin cehennemin narına,
Birliğini bilen kullar yanar mı?

Fakir esirgeyip merhamet eden,
Hakkiçun verilen mallar yanar mı?

Isıtırlar cehennemin odunu,
Nasip etme lezzetini tadını,
Zikrullah eyleyip bin bir adını,
Tesbih, tehlil eden diller yanar mı?

Üzerinden hevasını kaldıran,
Kendin zapt eyleyip, nefsi öldüren,
Hu Allah dedikçe aklın gideren,
Aşkınla bükülen beller yanar mı?

Süleyman’ım pervan oldum dönerem,
Ecel şarabına bir gün kanaram,
Ben aşk ateşine çoktan yanaram,
Bir kere kül olan yine yanar mı?

Marifet name’den bir Gazel:
Ey gönül kendini vezn etmeğe bir kantar ara bul,
Yürü kantarına halis olan ol ayyar-ı ara bul.
*** ***
Ne kazandın şu Cihan-ı fahri, fenaya geleli,
Serseri gezme boşa, zikreyle Settar-ı ara bul.
*** ***
Saltanat, mülk, konak, bir gün elden gidecek,
Sana bir ev yapacak bakide, Mimarı ara bul.
*** ***
Seni bir gün bu nefis, dost ile düşman edecek,
Yürü dil mülküne bir kumandan ara bul.
*** ***
Koyacaklar seni de bir gün Musalla taşına,
Vakit var iken, başına bir taç-ı kalender ara bul.
*** ***
Kapatırlar seni de haki haraba yalınız,
O, karanlık gecelerde yanına bir yar ara bul.
*** ***
Ümmete farz olan Savm-i, Salât, Haccı Zekât,
O, şefaat şerefi Ahmed-i, Muhtarı ara bul.
*** ***
Ey nesimi ara gör âlemde derdine ilaç,
Saki-i Kevser olan, ol Haydarı ara bul.

İkinci Gazel:
Behey insan şu dünyada, elinde defterin olsun.
O, defter Ruz-i mahşerde önünde rehberin olsun.
*** ***
Gece, gündüz Huda ismi dilinde ezberin olsun.
Seni nardan halas eyler, yükünde cevherin olsun.
*** ***
Behey insan şu dünyada günah işle, sevap işle, orada bellidir,
Kişinin yaptığı isyan, hemen kendine tecellidir,
*** ***
Gelen gider, giden gelmez, hemen orda temellidir,
Gerek tut, gerek tutma sözüm sana tesellidir.
*** ***
Ecel derdidir bu dert, neylesin Lokman-ı Hazik,
Ne mümkün ölmemek ya hu, ölüm demek bize layık,
*** ***
Seni Allah, yakar vallah, yükünde yok ise azık,
Zebanidir atar ara, yakar nara, demezler ki sana yazık.
*** ***
Behey insan şu dünyada, bu dur maksudu İns-ü, Cin,
Ne kimse senden incisin, ne de sen kimseden incin.

ALLAH’IN DİNİNE YARDIM ETMEK!

Kuran-ı Kerim’in Muhammed suresinde şu manada bir ayet vardır: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” Bu ayetin mealini okuyunca çok düşündüm. “Allaha yardım etmek” ne demek diye. Sonra aynı manayı taşıyan başka bir ayetin Ali İmran suresinde olduğunu gördüm. “Nitekim İsa onlardan küfrü sezince dedi ki, ‘Allah için bana yardım edecekler kim?’ Havariler ‘Allah’ın yardımcıları biziz biz Allah’a inandık, bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahit ol’ dedi.” (Ali İmran Suresi, 52. Ayet). Müfessirlerin bu iki ayete yaptıkları açıklamaya bakınca anladım ki “Allaha yardım etmek” demek, “onun dinini yüceltmek, dine yapılan tahribat ve tahrifatı korumak için can ile mal ile cihat etmek” demekmiş.
Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan eder, ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır. Zira o serbestlik alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul ettirmez. Bilakis nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları tavsiye ve nasihatler ile doğru yola ulaştırmak Allah’ın işi olduğundan Allah İslam’ı yaymak ve İslam’ın saffetini korumak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları, yardımcıları ve dostları olarak adlandırır. Gerçekte bu bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bunlar gibi diğer ibadetleri yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat insan Allah’ın dininin yayılmasına ve yaşanmasına çalıştığında “Allah’ın dostu ve yardımcısı” olmak gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu Dünyada ruhi yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır. Zaten Allah’ın dinine yardım eden, “emri maruf nehyi münker” yapan bir topluluğun olmasını yine Ali İmran Suresi 104. ayetinde açıkça emrediyor: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Böyle bir topluluğun oluşmasını müfessirler farz-ı kifaye kabul etmişlerdir. İyiliği emretmek Kuran-ı Kerim’de sekiz ayette geçer, münker (kötülük) kelimesi ise on altı ayette geçmektedir.
İslam ahlakına göre toplu yaşamak zorunda olan insanlık bu yaşayışı uyumlu olarak sürdürebilmesi için iyiliğin hâkim kılınması şarttır. İslam’da her fert iyiliğin hâkim olması, kötülüğün cemiyetten temizlenmesi için çalışmak mecburiyetindedir. Bu faaliyet yine Kuran-ı Kerim’de Allah’ın emrini yerine getirmek ve “yeryüzünde Salih kulların hakim olmasına”(Enbiya Suresi, 105. ayet) hizmet için yapılmalıdır. Hazreti peygamber bu görevin önemimi ve kapsamını şöyle anlatır. “Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder kötülüğe engel olursunuz ve zalimin iki elini tutup onu hakka çevirir doğru yola zorlarsınız veya (bunu yapmazsanız) Allah sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerin kine benzetir ve daha önce İsrail oğullarına olduğu gibi size de lanet eder.” (Ebu Davut) Yine peygamber efendimiz başka bir hadis-i şerif’te konu ile ilgili olarak normal şartlarda her Müslüman’a görev yüklemektedir.”Bir kötülük gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan kötülüğe kalbiyle buğz etsin ki artık o da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Tirmizi)
İyiliğe arka çıkıp kötülüğe karşı koymak ağır olduğu kadar da değerli bir görevdir. Ancak insanları iyiliğe çağırıp kötülükten men edenler evvela kendileri doğru bir yaşantı içinde olmalıdır ve bazı özelliklere sahip olmaları şarttır.
1.) Bu kimselerin her şeyden evvel güç ve kudret sahibi olmaları gerekir.
2.) İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt edebilecek derecede bilgi sahibi olmaları lazım.
3.) İyi ahlak sahibi olmaları şarttır.
4.) Cahil olmamaları elzemdir. Çünkü cahiller iyiliğe diye kötülüğe çağıra bilir, kötülükten men etmek için hayra mani olabilirler, yumuşak davranılması gereken yerde sert ve sert davranılması gerektiğinde yumuşak davranabilirler.
5.) Bu görevlerin tatlı bir üslup ile yapılması, görev yapılırken gönül kırmaktan ve fitne çıkarmaktan sakınılması gerekmektedir.

ALLAH’I BİLMEK!
Allah adın zikredelim evvela.
Vacip oldu cümle işte her kula.
(Süleyman Çelebi)

Bütün Mükevvenatı yoktan var eden, varlığından bizleri haberdar eden, kendisine inanmamızı dünyaya gelişimizin gayesi kılan, şanı büyük yüce Allah’ı ne kadar bilip tanıyoruz? Bir kimse Allah hakkında bildiklerini söyle veya yaz dese kaç cümle söyleriz? Kaç satır yazı yazarız? Allah hakkında bilmemiz elzem olanlar nelerdir? Akait âlimlerimiz bize Allah’ı nasıl tanıtmışlar? Yanlışa düşen tanımlar var mı? Bu sorulara ve daha birçok soruya cevap aramamız gerekiyor.
Evvela Allah lafzının kelime yapısını ve manasını anlayalım. Arap dili uzmanlarına göre Allah lafzı her hangi bir kökten gelmemiş gerçek Mabudun özel adı olarak kullanılmıştır. Bazılarına göre ise “İlah” kelimesinin önüne lamı tarif getirilmiş ”El İlah” olmuş Arapça dil kurallarına göre söylenmesi kolay olsun diye ortadaki “Elif” kaldırılmış iki lam birbirine idğam edilerek kalın sesli okunmuş ve bugünkü söylendiği gibi Allah lafzı oluşmuştur. İlah kökünden çıkış manası ise Tapınılan, Yüceliği karşısında hayrete düşülen, Gönülden bağlanılan, Sığınılan gibi manalar içerir. Ancak ilah lafzı hak olan Tanrı için kullanıldığı gibi batıl Tanrılar içinde kullanılmıştır. İlah kelimesinin çoğulu “Alihe”dir. Hâlbuki Allah lafzının çoğulu yoktur. Allah lafzının hiçbir dilde tam karşılığı da yoktur. Arapça İlah, Türkçe Tanrı, Farsça Huda, İngilizce God, Almanca Got Allah kelimesi gibi özel isim değildir. Bunlar İlah, Mabut, Rab gibi cins isimlerdir. Başka bir varlığa Allah ismi verilmez, Allahın adaşı yoktur.
Yüce yaratıcının ismi azamı olan Allah lafzının her harfi O’nu ifade eder. Allah lafzından birinci harf olan elifi kaldırsak “Lillah” olur yine yaratıcıyı ifade eder. Birinci lam’ı kaldırsak “Lehu” kalır yine O’na işaret eder. İkinci lam’ı da kaldırsak “Hu” olur zamir olarak Allah’ı gösterir.
İnsanlar Allahın zatını, Hakikat ve mahiyetini bilemezler. O’nu eserleri ve eserlerinin delalet ettiği sıfatları ve isimleri ile tanıyabilirler. Allah’ın eserleri isimlerine, isimleri sıfatlarına, sıfatları da zatına delalet eder. Allah’ın isim ve sıfatlar zatı gibi ezeli ve ebedidir. Zatı ile birlikte vardır. Sıfat ve isimleri zatının ne ayrıdır, ne de gayridir.
İslam bilginleri Allah ismini şöyle tarif etmişler;”Allah varlığı zorunlu olan, bütün övgülere layık bulunan zatın adıdır.” Tarif deki (Varlığı zorunlu olan ) cümlesi Allahın yokluğunun düşünülmeyeceğini, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç olmadığını, dolaylı olarak onun kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu ifade eder.

Allah inancı ilkel dinlerde ve diğer inanç sistemlerinin hepsinde vardır. Yaşanılan en düşük kültürü ve beşeri hayatın en kaba şekline rastlanan Avustralya’nın doğusundaki ilkel kabilelerde yapılan çalışmalar da gösteriyor ki, oralarda da yüce bir varlığa inanıyorlar. Varlığı kendinden olan, göklerde ikamet eden, lütuf kar ve ezeli bir tanrıyı kabul ediyorlar.

Asurlularda, Çin’de, eski Mısır dininde, eski Yunan’da, Hint dininin eski metinlerinde hep bir yaratıcı tanrı fikri mevcuttur. Bozkır Türk topluluğunun asıl dini gök tanrı inancı ve ona ibadettir. Bu inanç sisteminde “Tengri” yaratıcı ve mutlak kudret sahibi bir varlık olarak görülür. Yüceliğin belirtmek için “semavi” olarak nitelendirilmiş gök Tanrı diye anıla gelmiştir. İnsanların mukadderatını tayin eden, hayata doğrudan müdahale eden, emreden ve emrine uymayanı cezalandıran; Tanrı hayatın ilkesi olarak kabul edilmiş ölüm de onun iradesine bağlanmıştır. İnsanlar fani O ise ezeli ve ebedidir. Bütün bu vasıflarla beraber Tanrı tekdir. Nitekim Türklerin İslam dinini kısa zamanda ve kitleler halinde benimsemelerinde eski inançları ile İslam’da ki Tanrı birliği ilkesi de etkili olmuştur.

İslam öncesi Arap inancında birçok put olmasına rağmen onların üstünde bir yüce Tanrı inancı taşıdıkları bir gerçektir. İnandıkları yüce yaratıcıya Allah, Aziz, Âlim ismini veriyorlardı. Bu, kâinatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmuru yağdırdığına iman ediyorlardı. Fakat putları o gerçek yaratıcıya ortak koşuyorlardı. Allah adına yemin ediyorlar, sıkıntılarında ve tehlike anında ona sığınıyorlar ve onu Kâbe’nin Rabbi kabul ediyorlardı. Putların gerçek yaratıcı ile aralarında şefaati olacağına ve kendilerini Allah’a yaklaştıracağına kani idiler.

Temelde tek tanrı inancına dayanan Yahudilik ve Hıristiyanlık da önceleri Tevrat ve İncil’e dayanan tek Allah inancı üzerine kaim iken sonraları Yahudiler tahrif ettikleri Tevrat ile ırki bir Allah inancına kaymışlardır. Hıristiyanlar da eski Avrupa inancında var olan teslise inanmışlardır. Araplarda ki tek Tanrı inancı aslında Hz. İbrahim’den gelen Hanif dinine dayanır. Zaten peygamberimizin ve birçok Arap kabilesinin soyu Hz. İsmail ve Hz. İbrahim’e ulaşmaktadır. Kuran-ı Kerimde Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığı tek Allah inancı taşıyan Hanif inancı üzerine olduğu vurgulanır. Bütün semavi dinlerin değerlendirmesine göre peygamberler içinde önemli bir yeri olan Hz. İbrahim’in dinine sadık kalan tek din, son peygamber Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslamiyet’tir.

ALLAH’IN VARLIĞI VE İSBATI

İnsanlık âlemi en eski zamandan beri üstün bir kudrete inanmış ve ona tapınmıştır. Bu duygu yani Allah inancı insanlarda yaratılıştan vardır. İnsan kendisini anladığı, tanıdığı yani akıl baliğ olduğundan itibaren üstün ve her şeyi kuşatan bir yüce kudrete teslim olmak, ondan ilham almak, ondan yardım dilemek, hayır ve şer ne olursa ondan bilmek hissini, inancını içinde taşımış ve O yüce kudrete korku, ümit ile bağlanmıştır. Onun önünde diz çökmüş, secdeye kapanmış, yalvarmış, ibadet ve kurbanlar ile O’na yakınlaşmak istemiş, her türlü zarardan korunmak için O’na sığınmış ve iman etmiştir. Dağ başında doğan medeniyetten habersiz bir insan bile kendi aklıyla Allahın varlığını, birliğini bilmek zorundadır. Kâinattaki akıllara durgunluk veren düzeni gördükten sonra bu düzeni sağlayan bir ve eşsiz yaratıcıyı bilmesi ve inanması mecburidir. “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın varlığında şüphemi vardır?”(İbrahim 14 )
Allah inancı insanda doğuştan var olması nedeniyle İslam âlimleri Allahın varlığına dışarıdan delil aramayı gereksiz görmüşlerdir. İnsan iç ve dış âlemde Allahın varlığına delalet eden şeylere bakarak Allah’ın varlığını bunlardan anlayabilir demişlerdir. Zaten insanın kendi yaratılışı da bizzat Allah’ın varlığına en açık bir delil teşkil etmektedir.

Allah’ın varlığını tanımanın yolları ve O’nun varlığının delilleri pek çoktur. Şu kadar diye sınırlandırma yapılmaz. Gelişen Fen ve Teknik yeni-yeni delilleri önümüze koymaktadır. Şu ana kadar tespit edilen delilleri şöyle sıralaya biliriz.

1.)Kuran’ı kerim ile ispat:
Kuran-ı kerimde Allah tela’nın daha çok sıfatları zikredilir ve insan aklı şu noktalara dikkat çekilir.
a) Büyük bir kudret ilim ve hikmet eseri olarak yaratılan insan vücudu, organları, fonksiyonları göz önüne getirilerek Allah’ın varlığına ulaşmak.
b) Yürüyeni, sürüneni, iki ayaklısı, dört ayaklısı ile sonsuz bir kudretin eseri olarak hayvanlar âlemini gözleyerek Allah’ı tanımak.
c) Bozulması ve aksaması olmayan mükemmel bir düzende işleyen yer küresi, dağlar denizler, gökler ve yerin birbiriyle ahengi; Yerin mevsimden mevsime değişmesi, yer kürenin hayatı taşıması, insanın barınması için elverişli olması, yer küreyi koruyan atmosfer, acı ve tatlı suların denizlerde bulunması bunların hepsinin insanın hizmetine verilmesi yine Allah’ın varlığına işaret eden delillerdir.
d) Bütün canlıların özünü teşkil eden suyun müjdecisi bulutlar ve rüzgâr, ölmüş toprağın yağmurla dirilmesi, yiyecek ve içecek vermesi, insanların ihtiyacını karşılayan ateş vs. düşünerek Allah’ın varlığını bilmek.
e) Ay, güneş, yıldız ve gezegenlerin bağlı bulunduğu değişmez nizam, gündüzün insan geçimine gecenin istirahatına vesile olması, güneşin ayın ve gezegenlerin bağlı bulundukları ince kanunlara harfiyen uymaları bir yaratıcıya bir idareciye işaret eden delillerdir.
f.) İnsanların, yiyecek, giyecek ve her türlü eşyanın naklinde emrimize amade kılınan Gemiler, Yüce dağların arasındaki geçitler, Denizlerden çıkarılan gıdalar ve ziynetler düşünerek yaratıcıyı bulmak.

2.) Fıtrat delili:
İnsan normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde kudret sahibi bir yaratıcıyı kabul eder. Bu kabulleniş bazen gaflet, inat ve kibirle körelebilir. Fakat hiçbir zaman tamamen yok olmaz. İnsan her başı sıkıştığında ve üzüldüğünde bir İlah’a sığınır. O’na dua eder ve ondan niyazda bulunur. Bu davranışı fıtratının gereğidir. “İnsana bir sıkıntı eriştiği zaman yan üstü, yatarken, otururken, ayakta dururken bize dua eder fakat sıkıntısını giderdiğimiz zaman sanki sıkıntısının giderilmesi için bize dua etmemiş gibi çeker gider.” (Yunus 10 )

3.) Hudus delili:
Kelamcıların en meşhur delili şöyle ifade edilir. Âlem Hadistir ( Yoktan var edilmiştir.) Sonradan meydana gelmiştir. Yani varlığından önce yokluk vardır. Her Hadisin bir muhdisi (Her var olanın, bir var edicisi, meydana getiricisi) vardır. Âlemin Muhdisi yani yaratıcısı da Allah’tır. Hadis-i meydana getiren Muhdisin yani yoktan var edileni var edeninde bir başka Hadis varlık olması düşünülemez. Çünkü bu durumda sebep ve illetin sonsuza kadar uzayıp gitmesi gerekir. Akıl ise böyle bir şeyi kabul etmez.
4.) İmkân delili:
Âlem Mümkün’dür. Çünkü cüzlerden meydana gelmiştir, cüzlerden meydana gelen ( Mürekkep olan ) şey vacip olmaz zira vacip Mürekkep değildir. Mümkün varlığı ile yokluğu eşit olandır. Mümkün var olduğuna göre onun varlığını yokluğuna tercih eden bir Müessir mevcuttur bu Müessirde Mümkün olursa onunda bir müessiri olacaktır, Böylece Devir ve zincirleme oluşacaktır ki bunların olması da batıldır. Veya bir Vacib-ül vücuda varılacaktır. O’da Cenabı haktır. Öyle ise Mümkün olan âlemin yaratıcısı Allah’ü Teâlâ’dır.
5.) Nizam delili:
Tabiatta ve onda cereyan eden olaylarda büyük bir ahenk, şaşmaz bir düzen vardır. Biz bu nizamı duyularımızla idrak ediyoruz. Âlemdeki bu nizam tam akıl ve tam bir bilgi sahibi bir illetin eseridir. O halde Kâinat Âlim ve Akıl sahibi olan Allah’ü Teâlâ’nın eseridir. Bu delil hem avamı hem de İlim sahiplerini tatmin eder. Çünkü ulu yaratıcının bunca yaratıklarına herkesin görebileceği, sezebileceği hikmetler vermesi bunu gerektirir. Kâinata baktığımız zaman onun kanunlar ve gayeler manzumesi olduğunu görürüz. Bu ince kanunlara ve hesaplara kör tesadüf demek mümkün değildir. Onları düzenleyen ve varlıkların hizmetlerine sunan akıl, idrak ve hikmet sahibi bir yaratıcının bulunması zaruridir.”Gökte Burçlar var eden orada ışık saçan güneşi ve aydınlatan ayı yaratan Allah yücelerin yücesidir. (Furkan65) “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin, bizi ateşinden koru derler.(Ali İmran 191

6- Beşer tarihi delili:
İnsanlık tarihine baktığımızda görülür ki yeryüzünün Irkları, Memleketleri, Din ve Mezhepleri ayrı, ayrı olmasına rağmen bütün milletlerin ortak yönü bir yaratıcının eserlerini müşahede etmişler, ezeli ve kadim bir yaratıcının varlığını kabullenmişler ve o’na tapmışlardır. Nereye gidilirse gidilsin kaba ve basit bir şekilde de olsa bir Din ve Tanrı fikrine rastlamak mümkündür. Her devirde hurafeler, sapmalar olmuş ama insan da tanrı fikri hep var olmuştur. Hatta en Allah tanımazı bile darda kalınca taşa, toprağa, ağaca değil kendinden üstün bir varlığa sığınmıştır. İşte memleketleri, milletleri, kültürleri ayrı olmasına rağmen daima var olan Tanrı fikri ve Din duygusu Allah’ın varlığının delillerindendir.
7-Yaratma delili:
Çevremize baktığımızda bütün varlıkların yaratılmış olduğunu görüyoruz. Cisimler önce cansızken, sonra hayat, akıl ve şuur’un yaratıldığını görüyoruz. Her yaratılanın bir yaratıcısı olması icap eder öyleyse bu yaratılmışların da ezeli bir yaratıcısı vardır. O da cenabı hak tır. Kur’an-ı Kerimde ki birçok ayet yaratılmayı anlatır. Onlardan iki örnek; “Öyle ise insan neden yaratıldığına bir baksın. O erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atıla gelen bir sudan yaratılmıştır.”(Tarık 86)
“Ey insanlar bir misal verilmektedir. Şimdi onu iyi dinleyin. Sizlerin, Allah’ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar, sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyende, istenende, acizdir.” (Hac 22)
8-Hareket delili:
Bizler Kâinatta hareket eden şeyleri tecrübelerimizle görüyoruz, biliyoruz. Her hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır. Bu hareket ettiricinin kendisi de hareket halin de ise onu da hareket ettireni vardır. Çünkü hiçbir şey kendiliğinden hareket edemez. Böylece hareket edenler ve ettirenler zincirini geriye doğru nihayetsiz sürdürmek doğru değildir. O halde bir ilk hareket ettiren vardır. O’da varlığı gerekli olan yüce Allah’tır.
9-Kemal delili:
Dekart (1596–1650)’in benimsediği bir delil vardır. O şöyle der. “Bende bir kemal tasavvuru vardır. Bunda hiç şüphe yoktur. Bu tasavvur bana benden gelmez çünkü ben eksik varlığım. Bu düşünce bana yoktan da gelmez zira yok illet olmaz. hiçbir şeyi meydana getiremez. Bizi kuşatan âlem de eksik olduğundan bu kemali tasavvuru oda meydana getiremez. O halde kemal tasavvuru bana ancak en kâmil varlık olan yüce yaratıcıdan gelir.” Bu delili Dekart’tan yıllarca önce yaşamış olan ünlü İslam düşünürü Farab-i de dile getirmiş ve adına “Ekmel varlık delili” demiştir.
10-Sonsuzluk delili:
İnsanda bir sonsuzluk fikri vardır. İnsan daima sonu olmayan bir varlık tasavvur eder. Bu fikir insana kendinden gelmez çünkü kendisi sonludur. İnsanın dışındakilerden de gelmez zira onlarda sonludur. Sonsuzun illeti sonsuz bir varlık olur. Bu sonsuzluk fikrini insana telkin eden bir sonsuz varlık vardır O’da Allah’ü Teâlâ’dır.
11-Sufiyye delili:
Sofiler Allah’ın varlığı hakkında düşünmeyi uygun bulmazlar, bu noktada aklın insanı yanıltacağını söylerler. İrfan, Marifet ve Mükaşefe yoluyla ruhi bir tecrübe ile İlahi bilgileri elde ettiklerine inanırlar. Sofilere göre insan tarafından en açık vazıyette bilinen Allah’tır. Bunun için Allah’ın varlığını ispata gerek yoktur. Zira açık olan şey açıklanamaz. Diğer taraftan açık olarak varlığı kabul edilen Allah şüpheli deliller ile ispat edilemez. Onlara göre mukayyet, eksik ve sonradan yaratılmış bir varlığa dayanarak Mutlak, Kamil ve Ezeli varlık hakkında tam ve gerçek bilgiye sahip olunamaz.
Akait ve kelam kitaplarındaki geçmişte verilen delilleri böyle özetleye biliriz.

KÂİNAT NEDEN YARATILDI?
Soruyu anlamak için biraz açmak gerekiyor. Kâinatın niye, niçin yaratıldığını değil, neden, hangi şeyden yaratıldığı sorusuna cevap arıyorum. Bu soruya insanoğlu var olduğu günden beri cevap aramış fakat herkesin kabul edebileceği veya bilimsel deliller ile ispat edilmiş bir cevap bulamamıştır. İnsanlık tarihinden günümüze kadar en çok müntesibi bulunan Hinduizm’e göre bu sorunun cevabı şöyledir.
“Başlangıçta mutlak varlık olan Brahma vardır” ve şöyle anlatır: “Evet oğlum başlangıçta ikincisi olmayan tek varlık vardır. Bu tek varlık kendi kendine düşündü ( Çoğalayım, gelişeyim ) dedi. Böylece kendisinden evreni yarattı ve her varlığın içine girerek gizlendi, her şeyin özü oldu. Bazıları başlangıçta hiçbir şeyin olmadığını ve evrenin bu hiçlikten, yokluktan olduğunu söylerler. Fakat böyle bir şey nasıl olur var olmayan şeyden var olan şey nasıl meydana gelir?” Yaratılan bu âleme Hindular maya derler. Maya gerçekte olmayan, hayal olan demektir. Gerçek olan Brahma’dır. Ölümsüz ve gerçek ruhtur. Brahma’dan çıkan maya (evren) ateşten çıkan sıcaklığa benzer, sıcaklık ateş değildir ama ateşten çıkar ve ateşin olmadığı yerde sıcaklık ta olmaz. Bu husus Hinduizm’in geleneksel kitabı olan Upanişatlar da şiirsel olarak şöyle dile getirilir.
Gördüğümüz her şey tanrı ile doludur.
Görmediğimiz şeylerde tanrı ile doludur.
Var olan her şey tanrının tecellisidir.
Her şey ondandır, ancak o, daima aynıdır.

Anlaşıldığı gibi Hinduizm’in Kâinat tasavvuru yoktan yaratma olmadığı gibi ezelden var olan, kadim olan, varlıktan da türemiş değildir. Kâinatın meydana gelişi Tanrıdan yani mutlak varlık Brahma’dan sudur ile olmuştur. Bu Sudur sonucu tek-tek meydana gelen nesneler birer hayali görüntüden ibarettir. “Bu kâinat tasavvuruna Panteizm (Tüm tanrıcılık) denir. İslam da ki Tasavvuf anlayışına en çok tesir eden fikir akımı bu inanış olmuş İslam akaidine zıt olan vahdeti vücut fikri günümüze kadar böylece gelebilmiştir.” (B. Çöl)
Yunan düşüncesine göre “Yoktan yaratma “ mümkün değildir. Yunanlılara göre böyle düşünmek saçmadır. Zira yoktan hiçbir şey çıkmaz, ancak yine yok çıkar. Bu düşünce semavi dinlerin getirdiği yoktan yaratma inanışını kabul etmez. Yunan felsefe geleneğinin atası kabul edilen Tales’e göre ilk ve ana madde ( su) dur. Ona göre su meydana gelmemiş ve yok olmayacaktır. Her şey ondan meydana gelmiştir ve yine ona dönecektir. İlk madde (su) kadimdir.

Yine Yunan düşünürü Platon’a göre kadim olan ilk madde vardır ve tanrı belli belirsiz bu maddeye bakarak, tesir ederek nesneler dünyasını yaratır. Platon’un bu yaratma fikride yoktan yaratma değil tesir etmedir.

Aristo’ya göre ilk maddenin adı Hyle’dir. Yunan felsefecilerinin etkisinde kalan İslam düşünürlerine göre bu ilk maddenin ismi Heyula olmuştur ve Aristo’ya göre yaratma tesir etme iledir.
Daha sonraki Plotinos ise, “Mutlak olan bir varlık vardır. O birdir ve tanrıdır her şey ondan sudur etmiştir Yukardan aşağı varlıklar sıra düzeni meydana getirerek nesneler dünyasına kadar inmiştir” der.

İslam felsefecisi olarak ismi geçen bilinen şahıslar bu Yunan düşünürlerin tesirinde kalarak kadim varlığa, yani Heyula-ya inanmışlardır. Bu fikre tek karşı çıkan İslam düşünürü Eklindidir. O, yoktan yaratma fikrini savunmaya devam etmiştir. Türklerin kâinat anlayışında da yoktan yaratma yoktur. Fakat tek Tanrı inancı vardır. Günümüz semavi dinlerinin yaratılış anlayışına yakın bir inanışları vardır.

“Dünya bir deniz idi ne gök vardı ne bir yer…
Uçsuz, bucaksız, sonsuz sular içindeydi her yer
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak
Uçuyor arıyordu katı bir yer, bir bucak

Göklerden gelen bir ses Ülgene buyruk verdi.
Tut önündeki şeyi hemen yakala dedi
Denizden çıkan bir taş fırladı çıktı yüze
Hemence taşı tuttu bindi taşın üstüne”

Tarihi inanışlar yukarda anlatıldığı gibi günümüze gelinceye kadar Âlemin kaynağı ve oluşu konusunda iki tane inanç modeli oluşmuştur.

1-)Yaratılış modeli
2-)Evrim modeli

1.Modelin izahı şöyle yapılıyor. Şuurlu bir varlık tarafından yaratılan, sürekli genişleyen, mekân yönünden bizce sonu görülmeyen zaman yönünden sınırlı (Hadis) bir kâinat tasavvuru.
2.Madde ise yaratılışa dayanmayan mekân ve zaman yönünden sınırsız(kadim) sürekli genişleyen bir kâinat modelini savunan “evrim”(tekâmül) teorisi.

İnsanoğlu hiçbir şeyi anlamsız ve izahsız bırakmak istemez. Sınırsız araştırma, öğrenme, anlama merakı vardır. Bunun neticesi olan birikime ilim denir. Ancak ilme ulaşma yolları beş duyu ve o beş duyunun çeşitli cihazlarla donatılması ile görüntüye ulaşma neticesinde elde edilir. Hâlbuki kuran-ı kerimde Cenabı Allah insanoğlunun önüne sınır koymuştur. Ne kadar çabalasa son noktaya ulaşması pek mümkün görünmüyor. “Ben göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılmasında onları şahit kılmadım.(Kehif51)” “Onlar yaratılmalarına tanık mı oldular.(Zuhruf19)”

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşıldığı gibi kâinatın yaratılış ve oluş anı, insanın olmadığı bir dönemdir. Kesin olarak bilinen bir şey varsa oda kâinatın üzerinde canlıyı taşıyıp barındıracak durum hâsıl olduktan sonra insan yaratılmıştır. Yaratılışın aydınlatılması hususunda ele aldığım bu kısa yazı Allah kâinat ve insan arasındaki ilişkiyi ortaya koymak içindir. İnsan hafsalası’nın kavrayamadığı kadar uçsuz, bucaksız bir mükevvenatın tesadüf ve tekâmülün eseri olmayıp gerçek ve kâmil bir şuurun yaratması neticesinde olduğunu kavramak ve kabullenmek imanımızın gereğidir.
Bu araştırmalarla beyin jimnastiği yaptığımızda şu cümleyi kullanmaktan kendimi alamıyorum. “Ne kadar çok, az şey biliyoruz.

Not: Yukarıdaki yazı Prof. Dr. Hüseyin AYDIN’IN yaratılış ve gayelilik eserinden istifade edilerek yazılmıştır.

YARATILAN İLK MADDE NE İDİ?
Semavi dinler evveli olmayan “Kadim maddeyi” kabul etmez, felsefeciler ise ilk maddenin varlığını savunurlar. Kozmolojinin “ Kozmos” maddesi dediği temel bir maddenin varlığı varsa ne türden bir varlık ve neye sahip olduğu insanoğlunun çözemediği bir meseledir. Diğer yönden kâinatın “ Kadim” ( öncesiz ) veya “ Hadis” (sonradan meydana gelmiş) olduğu meselesini de çöze bilmek için ilk maddenin ne olduğunu bilmek gerekiyor.
Varlığın ilk maddesi olarak uzun zamandan beri kabul edilen atomun parçalara ayrıldığı, başka maddelerden mürekkep olduğu, atomun parçaları olan proton, nötron ve elektron’un atoma göre daha öncelikli, daha temel unsurlar olduğu bugün bilinen gerçeklerdir. Günümüz fizikçileri zerrecikler diye adlandırdıkları proton ve nötronun da bir başka zerrecik olan kuarklardan meydana geldiğini bildiriyorlar. Ama proton ve nötrondan sonra kuark’lara varana kadar mozon, pion ve muon’ların varlığı keşfedildi. Öbür taraftan varlığın içindeki faaliyet’in gerçekleştiricisi, ışığın ve elektromanyetik işlemlerin taşıyıcısı foton var ki bunun hızına ışık hızı deniyor. Saniyede yaklaşık üç yüz bin kilo metre olduğu kabul ediliyor. Buda taşıyıcı olarak kabul ediliyor. Yine maddedeki çekme itme işlemini yapan bir zerrecik var ki buna da graviton deniyor 1978 de bulunmuş.
Bugün etkileri sayesinde varlıklarına şahit olduğumuz kuarklar birer madde kütlesi midir? Yoksa birer enerji dalgası mıdır? Tam olarak bilinemiyor. Soruların her iki yönünün de doğru olduğunu söyleyenler vardır. Bugün fizik çalışmaları tabiat gerçeğini iki görünümde değerlendirmektedir.
Işık ve Madde: Işık dalgalardan, madde ise atomlardan meydana gelmiştir. Kuantum teorisine göre atom-altı dünyayı teşkil eden zerrecikler karşılıklı etkileşim içinde olan enerji kümeleridir. İzafiyet teorisine göre ise “ madde enerjinin çok yoğun halidir.” Bu teoride gösteriyor ki enerji her şeyin temelidir. Bu konuda Carl Sagan şöyle demektedir. “Atomlar genellikle boşluktan ibarettir, madde temelde hiçbir şeyden meydana gelmiş değildir.” Madde dediğimiz varlık elektrik enerjisinden ibaret olan atomların bir birleşime ulaşmasıdır. Şu halde inkârı mümkün olmayan gerçek şudur ki oda enerji madde dönüşümüdür. Varlığın temelinin enerji olduğu görüşü müspet ilmin tecrübe ve gözlem metotları ile desteklenmiş ve doğrulanmıştır.
Konumuz dışındaki bu bilgileri vermemin maksadı yoktan yaratılmaya yol aramak ve imanımıza mesnet bulmak içindir. Maddenin temeli enerji olunca temel varlığın manevi yanının da yokluk olduğu ortaya çıkıyor çünkü varlıklar maddi görünümden kuarklara geçince enerji ( manevi ) hal alıyor dolayısıyla kayıp, yokluk alanına geçiyor. Zaten günümüz fizik araştırmaları kuarkların varlığına ulaşmış ama mahiyetine inememiştir. Onların temelinde ne çıkacağı da meçhuldür. Şu sorular insanoğlunun önünde elan durmaktadır. “ acaba kuarklar varlığın en son yapı taşlarımıdır? Yoksa daha temel zerrecikler var mıdır?
İslam da yaratma: Gerek Kur’an- Kerimde, gerekse Hadisi Şeriflerde kâinatın neden ( hangi şeyden ) yaratıldığına dair açık bir ifade ve işaret yoktur. Yani İslam ilk madde ana madde diye bir varlıktan söz etmemiştir. Diğer yönden yaratmanın varlığa çıkmasını yüce Allah detaylı bir şekilde anlatmamış başlangıç süresi bilgisini insana vermemiştir. Çünkü yaratıcı insana zaman ve mekân kanunlarına tabi gerçek Dünyanın bilgisini hazır olarak vermemiştir. İnsanoğlu kıyamete kadar bu sırrı çözmek için gayret edecektir. Eğer bu bilgiler baştan insanoğluna verilmiş olsaydı ve sonradan tecrübe ile elde edilen bilgiler ile sabit olsaydı insanoğlunun Allaha inanmak gibi yükümlülüğü olmazdı ve Dünya hayatı bir imtihan yeri olmaktan çıkardı. Diğer taraftan varlığın yaratılışının bilgisi baştan hazır olarak insana verilseydi kendi tecrübe ve denemesi ile ilk gerçeğe ulaşması pek mümkün olmazdı. Vahyin aksini araştırması küfür olurdu. Hâlbuki yüce Mevla bu konuda insanları hür bırakmış, kâinat zaman ve mekân içindeki oluşumunun nasıl gerçekleştiğinin tasvirini yapmaya cevaz vermiştir.
İslam Dini Kur’an-ı Kerime dayanarak bu konudaki iman esaslarını şöyle özetler. “Allah kâinatı yoktan yaratmıştır.” Sade bir mümin Yüce Allah-a elini açıp yakarışında “ Ey âlemleri yoktan var eden Ulu Allah’ım” diye hitap ederek duasına başlar. Fakat Kur’an-ı Kerimde “yok” yani yoktan yaratma kavramları doğrudan geçmez, ancak Allahın fiilleri olarak kabul edilip yorumlanan “Halk, İbda, İnşa, İhdas, Fatr, İcat” gibi kavramların lügat anlamlarının tahlili ile “yoktan yaratma” düşüncesi İslam dinine bir iman esası olarak ortaya çıkmaktadır. Mesela “Halk” bir şeyi yoktan benzersiz ve modelsiz yaratmak olarak tarif edilir. Bu fiil Kur’an-ı Kerimde sadece Allah için kullanılmıştır. Yani yoktan yaratıcı sadece Allah’tır. Kur’an-ı Kerimde ki şu ayetler bu manaları ifade etmektedir. “Allah’tan başka yaratan mı var?” (fatr 3) Yaratma fiilinin sadece Allah’a ait olduğunu gösteren diğer bir ayette şöyledir. “ Haberiniz olsun ki yaratmak (Halk) ta, emir de O’na mahsustur.” (Araf 54) Allah her canlı varlığı sudan yaratmıştır.” ( En nur 45 )
Aynı anlamlara gelen “Bed, inşa, fatr, ihdas” gibi fiillerde Allah hakkında kullanılmaktadır. Bütün bunlardan Allah’ın kâinatı yoktan yarattığı sonucuna varılmakta ve bu İslam dininde iman esaslarından biri olarak kabul edilmektedir. “Bir şey murat ettiğinde onun buyruğu “ol” demekten ibarettir; hemen olu verir.(yasin82)”

Not: İstifade edilen eser “yaratılış ve gayelik” Prof. Dr. Hüseyin AYDIN

1931’DE DİN DERSLERİ
Başlıkta zikredilen tarihte Din de Reform ve Dini tahrif düşüncesiyle birçok yazı yazılmış ve birçok kitap kaleme alınmış olabilir. Şu anda elimde 1931 senesinde yazılmış akşam matbaasın da basılmış küçük bir Risale var. İçeriğindeki bilgiler ve kullanılan dilin sadeliği açısından bugün benzerini bulmak mümkün değil. Diyanet işleri Reisliği Müşavere azasından “Üryani zade Ali VAHİT” hoca tarafından Köy Hocası ismiyle hazırlanan bu hacmi küçük fakat faidesi büyük olan bu eserden istedim ki günümüz insanı da istifade etsin. Bu nedenle Akait bölümünü sizlere sunmak istiyorum.
“ Allah’ın lütfüne, keremine bin şükür ki biz Müslüman olmuşuz. Bir Müslüman baba ile, bir Müslüman anadan dünyaya gelmişiz. Bu büyük bir nimettir. Bunun için ne kadar hamd-ü senalar etsek yine azdır.
Lakin bilmiş olunki; sade böyle bir Peygamberin ümmetinden olmakla, sadece böyle Müslümanlar arasında doğup büyümekle iş bitmez,. Dini, diyaneti iyice bilmek ister. Müminliği, Müslümanlığı layıkıyla anlayıp ona göre çalışmak çabalamak icap eder. Sade bal-bal demekle ağız tatlanmaz! Sade “ Çok şükür Müslüman’ım. Elhamdülillah” demekle bir şey kazanılmış olmaz! Sade şahadet getirmekle, Allah bir, Peygamber hak demekle her şey olmuş bitmiş sayılmaz!
Evet, “La ilahe illallah” sözü pek büyüktür. Adeta Cennetin anahtarıdır. Allahtan başka Allah olmadığına iman edenlerin ilk söyleyeceği söz budur. Bunu inanarak söyleyen kimse Cennet anahtarını cebine koymuş demektir. Lakin pek uzaklarda olan bir yerin sade anahtarını cebe koymaktan ne çıkar? Asıl marifet o yere sağ salim gidip erişmektir.
Size sorarım bir adamın sıcak bir evi olsa o evin anahtarını cebine koysa sonrada o adam Kışta kıyamette evinin semtine uğramayıp dağ başların da dolaşsa, soğuktan donacak bir hale gelse hiç cebinde ki anahtar o adamı ısıtır mı? Hiç o anahtar o adamı gideceği yere at gibi, araba gibi alıp götürür mü? Yahu donacaksın evine git diyenlere karşı bu adam evinin anahtarını gösterse “ Bu bende oldukça bana bir şey olmaz” dese bu pek gülünç olmaz mı? İşte halimiz buna benzemektedir.
Biz sade la ilahe illallah demekle bütün mahlûkatı bize kul oldu sanırız. Cennet, Cemal hepsi senetle sepetle bize verildi zannederiz. Hâlbuki iş öyle değildir. Cennete gitmek için, sonunda selameti bulmak için mutlaka dünya dirliğini tertemiz geçirmek lazımdır. İyiyi, kötüyü seçerekten daima doğruluktan ayrılmamak, daima yoluyla yordamıyla çalışıp çabalamak gerektir.
La ilahe illallah diyerek anahtarı cebe koymak kolaydır ama gidip cenneti bulmak güçtür. Cennet yolunun hırsızı var, haramisi var, engeli var ve zahmeti de çoktur; Yürümek yorulmak, koşmak atılmak ister; Azık ister, ışık ister, silah ister; Hazırlıksız yola çıkarsanız ya bir çukura yuvarlanırsınız yahut kendinizi hırsıza haramiye kaptırırsınız; Sonra ne siz kalırsınız ne de koynunuzda ki anahtar.
Öyle ise fırsat elde iken güzelce selameti bulmanın çaresine bakalım. Buda dediğim gibi bilerek çalışmakla çabalamakla olur, kuru lafla olmaz; Bunun için her şeyden evvel dinimizi iyice bilmek lazımdır. Müslümanlığı layıkıyla anlayıp öğrenmek üstümüze elzemdir. Sonrada Müslümanlığın gösterdiği yolda güzel-güzel gitmek gerektir. İnsan dünyada da ahrette de böylelikle selamete erer. Yoksa sade öyle bir sözle kolayca kurtulup rahat huzur görmenin imkânı yoktur.
Şimdi biz dinimizi anlamak için evvela ne yapacağız? Apdest’ten, namazdan mı başlayacağız? Oruçtan, zekâttan mı işe gireceğiz? Hayır, hayır! İptida biz düşünmekten başlayacağız. Mükellef olunca tabi-î ki farzları da yerine getireceğiz. Ama her şeyden evvel düşüneceğiz, taşınacağız, böyle-böyle gerçek iman sahibi olmaya çalışacağız, asıl müminlik böyle olur.
Yoksa öyle anam babam Müslüman’ım derlerdi, herkes de öyle diyor, bende öyle diyorum, onlar başka türlü derlerse bende döner onlar gibi derim,, diyecek bir halde olan adamın imanı iman değildir. Öylesinin sade adı mümindir. Onun yüreğinde iman denilen şeyden eser yoktur. “Neuzibillâh” böyle olan kimse daima “La ilahe illallah dese, şahadet kelimesini dilinden düşürmese bunun ona hiçbir faidesi yoktur; işte biz böyle olmamak için işe düşünerek başlayacağız. Böylelikle sağlam bir imana sahip olacağız.
Gelin sizinle beraber düşünelim hep beraber kendimizi şöyle bir güzel düşündürelim, bakalım aklımızla gönlümüzle neler bulacağız, nerelere varacağız.

1931 DE DİN DERSLERİ (2)

Şimdi kendi kendimize sorarak düşünelim ki, biz neyiz, neyin-nesiyiz? Nerden gelmişiz, nereye gidiyoruz? Bu dünya dediğimiz nedir? Bu yerler, bu gökler, bütün gördüğümüz şeyler nasıl olmuştur. Nasıl bu kılığa girmiştir? Bunların bir yapanı, yaratanı var mıdır? Yoksa kendi başına böyle olup gidiyorlar mı?
İnsan nasıl olurda düşünmez, bunu herkes düşünür, bu herkesin aklına gelir; gelir ama çok kimseler aklına gelen bu suallere, sorgulara karşı “neme lazım” deyip hemen başka şey düşünmeğe başlayıverir. İşte kendini düşündürmek budur,. Buda insanın elinde bir şeydir. insan göz ile neye bakarsa onu gördüğü gibi, zihnine de neyi koyarsa onu düşünüyor.
İşte biz şimdi kendimizi, bütün gördüklerimizi düşünüyoruz; Nasıl olduk, ne olacağız diye kendimizi düşündürüyoruz; “Bütün bu dünyayı bir yapan, yaratan var mıdır, yok mudur? diye kendi kendimize soruyoruz. Eğer biz bunu anamıza, babamıza, komşumuza, hocamıza sorarsak “Seni de, beni de, bütün cihanı da yaratan Allah’tır!” cevabını alırız, bu cevap da “Amenna” deriz. İnanırız ama karşımıza biri çıksa da hâşâ “öyle değildir” dese, bu dünya kendi kendine olmuştur diyecek olsa biz ne yapacağız? “Eh öyle olsun” mu diyeceğiz, yoksa o adamın gırtlağına mı sarılacağız?
Hayır, hayır ne öyle diyeceğiz, ne de öyle yapacağız! Biz böyle bir şey olmadan yahut aklımıza böyle bir şey gelmeden evvel düşünüp taşınıp cevabını kendi kendimize vereceğiz. Peki, bu cevabı nasıl bulalım, nasıl verelim? İşte bu cevabı bulmak için ilk önce ben size bir şey soracağım, şu içinde bulunduğumuz cami nedir, nasıl yapılmıştır diyeceğim.

Bunun cevabı kolay değil mi? Vaktiyle buraya namaz kılmak için bir cami yapmak lazım gelmiş; Ustalar, Rençperler gelip temel kurmuşlar, duvar örmüşler, pencere açmışlar, kapı yapmışlar. Sıvamışlar, boyamışlar, sonra da ezan vermek için bir minare yapmışlar ve sözün kısası her şeyi yerli yerince yapıp çatıp bu kılığa koymuşlar, olmuş bir cami.

Şimdi bu böyle iken karşınıza biri çıksa da şöyle dese:
“Hayır-hayır! Bu cami öyle ustaların rençperlerin yapması ile, etmesi ile olmamıştır. Bunlar kendi kendine rastgele böyle oluvermiştir! Vakti ile burada çok yağmurlar yağmış, seller bir takım taş toprak getirmiş yığmış; sonra yağmurlar, rüzgârlar gire çıka o taş toprak yığıntısını delik deşik etmiş bu pencereler, bu kapılar, hep ondan olmuş. Yağmurdan, yağıştan çamur olan topraklar güneşin sıcağını görünce hep kurumuş, kiremit olmuş, nasılsa binanın üstünde öyle kalakalmış. Bu tavanlar, bu tabanlar da öyle hesapla, kitapla yapılmamış, hep o sellerin getirdiği taşlar, topraklar arasında ağaçlarda varmış; işte o ağaçlar kışın ıslanmış, yazın kurumuş, öyle böyle derken çatlamış, patlamış ince-ince, dilim-dilim ayrılmış, bir takımı altta kalmış taban olmuş, bir takımı da üstte kalmış tavan olmuş, bir takım taşlar, topraklar da nasılsa öyle üst üste kalarak minare olmuş. Bu pencerelerdeki camlar, şu tavana asılı kandiller rastgele olu vermiştir. Sellerin getirdiği toprak arasındaki madenler sıcaktan erimiş, kılıktan kılığa gire-gire böyle cam olmuş, kandil olmuş, çıkmış meydana. Yoksa onları ne öyle fabrikalar yapmış ne de camcılar takmış, bütün bunlar hep kendi kendine, körü körüne olu vermiştir.”

Şimdi size karşı söz temsili bir böyle diyen olsa ne dersiniz? Bu adamın dediğine inanır mısınız? Elbette inanmazsınız, hiç inanılacak şey midir ki bu cami kendi kendine olu versin?

Bu her taşı yonularak, şavullanarak konmuş duvarlar, bu her tahtası biçilerek, rendelenerek mıhlanmış döşemeler, tavanlar; bu her tarafı hesapla kitapla açılmış kapılar, pencereler; sonra bu camide bulunan kandiller, lambalar, camlar, çerçeveler, kilitler, menteşeler nasıl olur da yelin, selin atması ile bu hale gelir? Bu ince-ince işler nasıl olur da rastgele böylece kurulur düzülür? Hiç bu olacak, inanılacak şey midir? Küçücük çocuklar bile akıl ederler ki bunların mutlaka bir yapanı edeni olacaktır. Olmazsa olmaz; Elbet akıl böyle der, böyle cevap verir.

Şimdi bu camii bırakıp birde şu dünya’yı ele alalım! Kırları, bayırları, dağları taşları, dereleri denizleri bir gözden geçirelim! Günleri güneşleri, ayları yıldızları, karları yağmurları, rüzgârları bulutları, bir daha güzelce seyredelim! Otları ormanları, kurtları kuşları, ekinleri yemişleri, hayvanları insanları, çolukları, çocukları hep ilk defa görüşüyormuşuz gibi gözden geçirelim, bakın neler görürüz.

Sabah olur, güneş doğar, ortalık aydınlanır, herkes işine gücene gider, kurtlar kuşlar bile rızkını aramaya başlar. Akşam olur gün batar, ortalığa karanlık basar, kurt kuş yuvasına çekilir, herkes rahatına bakar. Ay doğar, yıldızlar çıkar, rüzgârlar eser, dünya bir zaman böyle kalır. Sonra seher başlar, şafak atar, sabah olur, akşam olur; günler geçer, her gün dünya başka bir kılığa girer.

Gün olur bulutlar yığılır, bardaklardan boşanırcasına yağmurlar yağar. Yahut gök gürler, şimşek çakar, yıldırımlar düşer. Kış gelir, karlar yağar, buzlar tutar, ortalık beyazlara bürünür. Güneşler açılınca karlar yavaş-yavaş erir, sular sine-sine dağların bağrına geçer, haznelerde toplanır. Sonra havalar düzelir, baharlar açmaya, ortalık ısınmaya başlar; Ekinler biter, ağaçlar çiçeklenir, otlar ormanlar yaşarır, dereler donanıp yeşillenir. Kuşlar ötüşür, kelebekler uçuşur, rüzgârlar eser, ırmaklar akar; Değirmenler döner, hayvanlar yavrular. Ekinler toplanır, harmanlar savrulur, aylar günler, yazlar kışlar birbirini kovalar. Böyle-böyle devirler döner, zamanlar geçer.

Şimdi acaba bütün bu döküp saydığım şeyler nasıl olmuş, nasıl kurulmuş bunları böyle kim yapmış, kim yaktırmış? Bir yaradan var mıdır, yoksa bunlar kendi kendine mi olmuştur? Bunu bir güzelce düşünün!

Bakın demin anladık, kestirip attık ki, şu cami, şu minare kendi kendine olmamıştır, mutlaka bir yapanı, çatanı vardır. İşte tıpkı buna inandığımız gibi dünyanın da kendi kendine olmadığına inanacağız, eni boyu meydanda olan bir cami, bir bina bile kendi kendine olmazsa bu koca dünya, o yerler gökler, o sabahlar akşamlar, o seherler şafaklar, mehtaplar; O güzelim şeyler hiç rastgele olur mu? O türlü-türlü, acayip-acayip hayvanlar; O akıl fikir sahibi sevimli-sevimli insanlar; o nur damlası gibi çocuklar; O canım güller, bülbüller, yaseminler sümbüller; O rengine kokusuna doyum olmaz bin bir çeşit çiçekler; Bütün bu ince-ince şeyler hiç kendi kendine olur mu? Hiç körü körüne rastgele meydana gelir mi? Bunu akıl nasıl kabul eder? Elbette bunların bir yapanı, yaratanı olacak!

Şu cami için “mutlaka bir yapan olacaktır diyen akıl elbette bu dünya içinde böyle der, bu cevabı verir! İşte biz hem aklımızın yardımı ile biliyoruz, buluyoruz, hem de Peygamber efendimizin güzelce bildirilmesi ile inanıp iman ediyoruz ki bu dünya’yı böylece yapıp yaratan Allah’tır. Yaratanımızın daha birçok isimleri vardır. Lakin biz Türkler; söz arasında en çok “Allah-ü Teâlâ Hazretleri” yahut “ Hak Teâlâ Hazretleri” deriz. Allah anıldıkça da “Celle şanü-hu” diye hürmet eyleriz.

1931 DE DİN DERSLERİ (3)

Günümüzün Müslümanlar açısından en büyük problemi, “inanması gereken şeylere nasıl inanacağını bilmemesidir.” Bugün köyde, şehirde abdestini alıp namazını kılan nice Müslüman var ki kelime-i şahadetin anlamını bilmiyor onun yerine salâvat getirmek diyor. Annesinden, babasından görüp öğrendiklerini yeterli kabul ettiği için Taklidi imandan Tahkiki imana bir türlü geçemiyor. Bu küçük risalede günümüz insanının nasıl inanması gerektiği sade bir dille anlatıldığı için üçüncü kısmını da yayınlıyorum.
Din dersleri -3- : Bu dünyayı Cenabı Allahın hikmetiyle, kudretiyle böylece yarattığına inandığımız gibi yine düşünüp taşınarak iman edeceğiz ki “Allah birdir, oğlu, kızı, eşi, ortağı yoktur olamaz!
Şimdi biri karşımıza çıksa da “bunun böyle olduğunu nerden anladın?” dese, yahut aklımıza böyle bir şey gelse ne diyeceğiz, nasıl cevap vereceğiz. Kendimizi nasıl inandıracağız? Sade sus, sus demekle kimse susturulamaz. Zorla adam karşısındakini susturabilse bile, kalbindekini susturamaz. Asıl marifet gönüllere gelen, gelebilecek olan şüphelere cevap vermektir. Asıl Müslümanlık zihinleri ilişip kaldığı yerden güzelce kurtarıp nura çıkarmaktır.
Bunun için bütün lazım gelen cevapları “Allah ta vermiştir, peygamber de vermiştir, arifler kâmiller d vermiştir, yer gök bütün dünya da vermiştir ve hala vermektedir. İşin doğrusu her şey daima yüzümüze karşı bağırarak söylemektedir. Lakin görecek göz, duyacak kulak, düşünecek kafa ister. Hamdolsun biz gözümüzü, gönlümüzü iyice açmak istiyoruz, zihinleri tırmalayan şeylere güzelce cevap vererek imanları sağlamlaştırmayı arzu ediyoruz.
Şimdi Allah tan başka Allah olmadığını aklımızla kolayca bulmak için bir kışlayı göz önüne getirelim. Pekâlâ, bilirsiniz ki kışlada barınan asker hepside bir tertip, bir nizam üzerine yatar, kalkar, talimini yapar, güzelce vazifesine bakar. Hiç karışıklık olmaz, her şey güzel, güzel yolun da gider. Şimdi sorarım size bu neden böyle oluyor?
Neden olacak, başta bir kumandan var. O ne derse öyle oluyor, herkes kendini onun kumandasına uyduruyor, onun için işler hep böyle bir tertipte gidiyor ve hiç karışıklık filan olmuyor.
Pekâlâ, bu askerin başında bir değil, birkaç kumandan olsa; hepsi de bir rütbede, hepsi de istediği gibi emredebilir, her emrini yaptırabilir bir halde bulunsa o zaman bu kışlada işler nasıl gider?
Nasıl gidecek, her biri bir türlü kumanda verir, biri “filan saatte asker yatsın! Der öbürü “hayır o saatte asker yatmasın da filan işi yapsın!” der. Öteki de daha başka türlü bir kumanda verir; Her biri de kendi dediğini yaptırabilir bir halde olduğundan o öyle ister, bu böyle ister, derken iş karmakarışık olur, kışlada da tertipten, nizamdan eser kalmaz değil mi?
Demek bir kışlada gördüğümüz tertibin, nizamın sebebi asıl baştakinin bir olması imiş. İşte bunun gibi bizde dünya da gördüğümüz tertipten, nizamdan anlamalıyız ki, bu dünyanın yaratanı da birdir. Hâşâ öyle iki, üç yahut daha fazla değildir, olamaz! İşte buna böyle inandığımız gibi yine inanacağız, iyice zihnimize koyacağız ki Allah-ü Teala Hazretleri diridir, görür, bilir, duyar, işitir, her şey ona aşinadır, kendisine gizli kapaklı bir şey yoktur.
Yine inanacağız ki Cenabı Allah diler dilediği gibi yapar, kimse onun işine karışamaz; kimse onun hükmüne karşı duramaz. Söyler gücü yeter, ona karşı büyüklük olmaz, ona karşı çalım satılmaz. Hiçbir işi boşuna değildir, her işinde, her yarattığında bir hikmet vardır.
Yine inanacağız ki Allah-ü Teâlâ Hazretleri asla bize benzemez. Aklımıza gelen şeylerin hiç birisini de andırmaz. Doğmamış, doğurmamış, bizim gibi sonradan olmamış, başkası tarafın dan yaratılmamıştır. Yemek, içmek, uyumak, ölmek; anaya, babaya, karıya, kocaya muhtaç olmak; bunların hepsi yaratılmışların şanındandır ve bunların hiç biri yaratan Allaha yarışmaz.
Ne kadar fenalık, çirkinlik, eksiklik varsa hâşâ bunların hiç biri yaratanımız da yoktur, olamaz. Ne kadar iyilikler, güzellikler varsa hepsi Rabbimizde vardır. Lakin bizimkilere benzemez. Varlığı bizim varlığımıza benzemediği gibi diriliği de bizim diriliğimize benzemez. Biz bugün varız yarın yokuz. Lakin Cenabı Hak daima vardır, geçmişte de, gelecekte de onun olmadığı olmaz. Bizim diriliğimiz canla, kanla, etle, kemikle, damarla, sinirle, yemekle, içmekledir. Amma Cenabı Hakkın diriliği böylelikle değildir.

Rabbimiz görür; bilir, işitir, diler, söyler, gücü yeter amma bizim gibi gözle, kulakla, dil ile dudakla, elle, ayakla, akıl ile gönül ile değil, nasıl olduğuna bizim de aklımız ermez. Her şeye akıl erdirdikte bir bu mu kaldı? Aklın erdiği şey vardır, beş okkalık, on okkalık, yirmi okkalık bir şey tartar, bir çeki odunu tartamaz, çünkü her şeyin bir kararı vardır.

Bakkalın terazisi bakkala lazım olduğu kadar tartar. Bizim aklımız da kendimize lazım olacak kadar erer, öteye geçemez. Bunun için Cenabı Allah’ın varlığına, birliğine, gücüne, kuvvetine, inanırız da acaba “Allah, ne imiş, nasılmış, ne ile yapıyor, nasıl oluyor da yaratıyor?” diye aklımızın eremeyeceği şeyleri anlamaya kalkışmayız. Üstümüze elzem olan işleri, aklımızın erebildiği şeyleri bırakıp ta üstümüze elzem olmayan şeylerle meşgul olmayız.

BİZ DÜNYAYA NİYE GELDİK?

Yukarıdaki soruyu akıl, baliğ olan her Müslüman’ın kendisine sorması ve cevabını bulması ve ona göre de yaşaması icap eder. Aslında bu soruların cevabı kuranı, kerim de açık olarak geçmektedir. “ Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (zariyat 56) “ Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (Duhan,38,39) “ Dünya ahretin ziraat tarlasıdır.” (hadisi şerif) Fakat her Müslüman kuranı kerimi ve hadisi şerifleri araştırıp sorularına cevap bulamayabilir, O zaman insan kendisine verilen en büyük nimetlerden birisi olan aklına müracaat edecektir. İşte günlerdir yazılarından istifade ederek sizlerin de istifadesine sunduğum 1931 yazılan Risalede bu soruların cevabının da akıl ve mantıkla bulunabileceği gösteriliyor, yine ondan devam edelim.
“ Şimdi birazda kendimizi düşünelim! Biz neyiz, neyin nesiyiz; nereden geldik, niye geldik; ne olacağız, nereye gideceğiz? Bunları sezip anlamağa çalışalım. Bir adam pazara gittiği vakit ne alıp ne satacağını, ne yapıp ne edeceğini; pazara niye ne için geldiğini bir düşünmez mi? İşte sizde bunun gibi düşünün! Bu dünyada necisiniz, ne olacaksınız? Bunu öğrenmeye çalışın.
Sadece ye, iç, otur kalk; Gez, toz, hoşuna gideni kop kopar, hoşuna gitmeyeni at fırlat, başın hiçbir buyruğa bağlı olmasın; Kimseyi tanıma, büyük küçük sayma; Hatır gönül bilme, keyfini kıran olursa hemen yere çal; Sağını solunu gözetme. Böylece baş belası olarak boy göster. Sonrada günün birinde düşüp ölüver, tutsunlar seni bir toprağa sokuversinler, işte o kadar.
Eğer dünyaya bunun için geldikse senin canavardan ne farkın kaldı? O da öyle yapar, hoşlandığını kapar, yutar, hoşlanmadığını teper, geçer. Günün birinde de ölür gider. Şimdi hâşâ sende onlarla bir mi olacaksın, kendini onlarla bir mi tutacaksın? Olamaz evladım, olamaz!. İyice düşün, kendini güzelce düşündür! Senin görüp göreceğin öyle iki günlük dünya ile bir avuç toprak mı olacak? Allah seni böyle tembellik sersemlik, ziyankârlık için mi dünya’ya getirdi? Sana bu boyu, bu posu, bu aklı bu fikri bunun için mi verdi? Hayır-hayır… Biz dünya’ya öyle kediler, kuzular, sinekler, kelebekler yahut öyle yırtıcı hayvanlar gibi sade yiyip içmeğe, sade koşup gezmeye ve sadece dönüp dolaşmaya gelmedik. İmtihan olmaya geldik. Dünya herkesin nasıl adam olduğunu meydana çıkaracak bir imtihan yeridir.

Sakın birden bire yanlış anlamayın! Bu imtihan hem herkesin kendisine, hem de birbirine karşıdır. Yoksa Allah’a karşı gizli kapaklı bir şey olmadığından herkesin ne mal olduğunu anlamak için insanları imtihan etmeye Cenabı Hakkın hâşâ ihtiyacı yoktur.

Herkesin dünya’ya çıktığında ne yapıp ne edeceğini Hak Teâlâ Hazretleri pekâlâ bilir. Allah istese idi dünya’ya getirmeden herkesi layığına göre cennete, cehenneme koyardı. Lakin o vakit cehennemlikler yahu biz ne yaptık ki bizi buraya attınız derlerdi. Onlara karşı “eğer siz dünya’ya çıksaydınız şöyle-şöyle fenalıklar yapacaktınız. Bunu Allah biliyordu da bunun için sizi cehenneme koydu!” denilse onlar o vakit “hâşâ biz hiç öyle şeyler yapmazdık, asla öyle fenalıklarda bulunmazdık. Bir fenalık kötülük yapmadan etmeden bize ne için azap ediyorsunuz?” derlerdi.

İşte sonra böyle denmemek için Hak Teala insanları bir defa dünya’ya çıkarıyor; iyiyi, kötüyü seçmek için de akıl, fikir veriyor. Herkesi bilir, anlar, sezer düşünür bir hala getiriyor. Sonra insanları yeryüzünde öyle büsbütün hayranda koymuyor. Her tarafı onların yüzüne karşı kapalı da bırakmıyor. Peygamber gönderiyor, kitap indiriyor, kendini göstermeksizin insanlara söz söylüyor, kelamını işittiriyor, nasihat veriyor.

“Ey insanlar Ben benim, Allah’ım! Siz bir takım aciz mahlûklarsınız! Ben hiçbir şeye muhtaç değilim. Siz her şeye muhtaçsınız, birbirinize bile muhtaçsınız! Bunun böyle olduğunu sakın unutmayın! Emrimi tutun, birbirinizle hoş geçinin! Kendinizi fenalıklara bulaştırmayın. Benim de ulular ulusu olduğumu hatırdan çıkarmayın. İyilere cennet, kötülere de Cehennem. İşte Cennet yolu budur, Cehennem yolu da bu” diyor.

İşte Cenabı hak insanlara hayrı, şerri böylece bildirip Cennet Cehennem yolunu gösterdikten sonra onları iki yol ağzında muhayyer bırakıyor, bunun üzerine artık herkes kendi dileği ile istediği yolu tutuyor, Cennet yolu ise Cennet, Cehennem yolu ise Cehennem… Bu böyle olursa, insanlar böylece bir imtihana çekilirse herkesin kaç paralık adam olduğunu kendi de anlar; o vakit kimsenin kimseye bir diyeceği kalmaz. “Kendim ettim, kendim buldum…” deyip herkes cezasına razı olur.

İşte şimdi biz yolun çatallandığı yerde duruyoruz, Cennet yolunun ayrıldığı yerde duruyoruz! Cenabı Hak bize hem akıl fikir vermiş, hem de peygamber, kitap göndererek buyuracağını buyurmuştur. Bizden evvelkilere de kitap gelmiş, peygamber gelmiş, herkes nöbetini savmış, şimdi sıra bize gelmiştir. Artık gemisini kurtaran kaptandır, biz de gözümüzü dört açalım, Allah’ın peygamberlerine inanalım, ne buyurmuşsa “Allah onu yapmaya çalışalım, böylelikle Cennet yolunu tutalım, dünyada da, ahrette de selameti bulalım!

PEYGAMBERLERİ TANIYALIM.

Herkesin bildiği gibi imanın şartlarından biri de Peygamberlere imandır, fakat Müslüman halkın çoğu peygamberleri hatta kendi peygamberini dahi tanımamaktadır. Birçok Müslüman-a Hz. Ebubekir Hz. Ömer kim diye sorsan “ bizim peygamberlerimiz değimli?” diye cevap verirler. Yapılması gereken Allahın emrine itaat edip okumak, öğrenmek, eksik bilgilerimizi tamamlamaktır. Bu maksatla Peygamberleri tanımak için meşhur Risalemize devam edelim.
“ Bu dersimizde de Peygamberler kimlerdir, nasıl adamlardır, onlara verilen kitaplar nedir, ne gibi şeylerdir? Bunları öğrenelim. Şimdi bilelim ki; peygamberler de sizin, bizim gibi birer insandırlar. Onlarda yerler, içerler, uyurlar, gezerler, evlenirler, çoluk çocuk sahibi olurlar ve vadeleri tamam olunca herkes gibi bu dünyadan çekilip giderler. Yaradılışça insanlardan hiç farkları yoktur. Onların vazifesi daima insanlara doğru yolu göstermek, daima insanların selametine çalışmaktan ibarettir.
Ekin ekmek, yemek pişirmek, dikiş dikmek, demircilik, gemicilik etmek gibi evvel zamanlarda daha kimsenin bilmediği sanatları ilk önce peygamberler ortaya koymuşlardır. Her şeyin yolunu izini vaktiyle hep onlar göstermişlerdir. Eğer insanlar muhtaç oldukları şeyler için ilk evvel böyle başka bir taraftan bilgi almamış olsalardı o acemilikleri ile kim bilir halleri nereye varırdı? Bunun için peygamberlerin vücudu âlemlere rahmet olmuştur.
Peygamberler sade bu kadarla kalmayıp insanlara Mevla’sını da tanıtmışlardır. Birbirimizle hoş geçinmenin, birbirimize karşı daima iyi muamelede bulunmanın yolunu göstermişlerdir. İnsanlara evvela: hak nedir, hukuk nedir, insaf nedir, merhamet nedir bütün bu gibi şeyleri öğreten hep peygamberler olmuştur. Yeryüzünde iyiliklerin temelini önce onlar atmışlardır.
Şunu da bilmiş olun ki, peygamberler bu işleri akılları ile bulup kendiliklerinden yapmamışlardır, hep Allahın emri ile yapmışlardır. Bir insan kendiliğinden ne kadar çalışsa ne kadar iyiliklerde bulunsa, derecesi o kadar artar, gitgide belki evliya sırasına bile geçer. Lakin kabil değil peygamber olamaz. Taş çatlasa o mertebeyi bulamaz. Peygamberlik Allah vergisidir, öyle çalışmakla çabalamakla ele geçecek bir şey değildir. O bir makamdır ki Allah onu zamanına göre istediği kurallarına vermiş ve o kapıyı artık kapamıştır. Bundan sonra yeniden peygamber gelmeyecektir. İnsanlara Mevla’sını tanıtıp eğriyi doğruyu gösterecek artık âlimlerdir. Bu vazife onlara kalmıştır. Çünkü bir kere çığır açılmış iş bir dereceye kadar kolaylaşmıştır. Gelelim şimdi peygamberlerin kimler olduğuna…
Peygamberlerin ilki Âdem Aleyhisselam’dır. Sonuncusu da Muhammet Mustafa (sav) efendimizdir. Bu ikisinin arasında gelip geçen peygamberlerin sayısını Allahtan başka kimse bilemez. Lakin meşhurları: İdris, Nuh, Hut, Salih, Şuayip, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Eyüp, Elyesa, Zülkifil, İlyas, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa Aleyhisselamlardır.
Peygamberlerin derecesi hep bir değildir. Her birinin kendisine göre Allah yanında bir mertebesi vardır. Bunların kiminin peygamberliği sade bir bölgeyedir. Kiminin birkaç bölgeyedir. Hele peygamber efendimizin peygamberliği bütün dünyayadır. Öyle sade birkaç bölgeye değildir.
Peygamberlerin kimine Hak Teala tarafından kitap verilmiştir, kimine verilmemiştir. Kendilerine ayrıca kitap verilmeyip de sade peygamberlik verilenlerin vazifesi; Kendilerinden evvel geçen peygamberlerin şeriatını halka öğretmek, nasihat ederek doğru yolu göstermektir.
Peygamberlere gelen kitapların bazısı büyük kitaplardır. Bazısı da bir takım sayfalardır. Büyük kitaplar: Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’andır. Bunlardan Tevrat Musa as, Zebur Davut as, İncil İsa as, Kuranı kerim de Peygamberimiz Sallellah-ü aleyhi vesellam efendimize gelmiştir. Âdem Aleyhisselam-a on sayfa, Şit Aleyhisselam-a elli sayfa, İdris Aleyhisselam-a otuz sayfa, İbrahim Aleyhisselam-a da on sayfa verilmiştir.
Kuranı kerim den maada bu saydığım kitapların, sayfaların her biri bir zamana ve bir takım kavimlere, kabilelere göre bulunduğundan artık onların zamanı geçmiştir. Asla hükümleri kalmamıştır. Fakat Kuranı Kerim öyle sade bir yere, bir zamana mahsus olmadığından onun hükmü kıyamete kadar sürecektir.
Nasıl ki her hastalığa tedavisine göre bir ilacı, bir perhizi varsa her devrin her zamanın da kendine göre bir kitabı, bir şeriatı vardır. Evvel zamanla ahır zaman hiçbir olur mu? Elbette Âdemoğlunun emeklediği devirler başkadır, yaşını başını alıp düşünmeğe başladığı devirler başkadır. Bunun için evvel zamanlarda peygamberlere gelen kitaplarla Peygamber efendimize gelen Kuranı Kerim bir değildir. Kuranı Kerim ahır zamana göre bir kitaptır.
O halde Allahın kelamını layıkıyla anlayıp insafla düşünen kimse iman eder ki Kur’an bir nurdur. Kararmış kalpler her zaman ona muhtaçtır. Kuran şifadır, insana insanlığını unutturacak hastalıkların, ahlaksızlıkların dermanı ancak ondadır. Kuran Âleme rahmettir. Dost düşman bilerek bilmeyerek onun yüzünden bin türlü hayır görmüştür. Hatta bu günkü günde dünyayı tutmuş olan ilimlerin, sanatların bile bu seviyeye gelmesine hep Kuranı Kerim sebep olmuştur.
Kuranı Kerim elde Mihenk taşıdır. İyi kötü daima onunla anlaşılır. Kuranı Kerim elde bir terazidir, kıyamete kadar gelip geçecek şeyler hep onunla tartılır. İşte “Kuranı Kerimin hükmü kıyamete kadar sürecektir.” Dediğimizin bir hikmeti de budur. Sade şu var ki asıl marifet öyle nazik bir mihenk, öyle bir teraziyi zamanına göre kullanmayı bilmektir. Sen ben bir altın parçasını mihenk-e vursak ne anlarız? Eczacının kimyacının kılı kırk yaracak kadar ince hesap veren terazisini nasıl kullanırız? Ona ehli ister, erbap ister…Biz anlayamazsak, kullanamazsak kusur mihenk-te, terazide midir; yoksa bizde midir?

Görmez misiniz, en kolay sandığımız bir sanat bile ince emek verilmedikçe elde edilmiyor, nerede kaldı ki Kuran kolayca elde edilebilsin. Kuran-ı Kerim’de herkesin anlayabileceği pek çok şeyler bulunduğu gibi sade ehlinin, erbabının anlayabileceği birçok şeylerde vardır. Ne yapalım “Allah beş parmağı bir yaratmamıştır, herkesin aklı bir olmaz, herkesin de mutlaka İmamı Azam olması lazım gelmez.

PEYGAMBER EFENDİMİZE MUHABBET

Bu sohbette size Peygamber Efendimizden, ne halde, ne tabiatta olduğundan, onun şanından, onun gayretinden bahsedeyim ki sizde ümmeti olduğunuz iki cihan Serveri-ni daha iyi bilesiniz ve kendisine daha iyi muhabbet edesiniz. Zira müminin imanı peygamberine muhabbetle temam olur. Neuzü billâh peygamberini sevmeyen kimsenin imanı iman değildir. Bu nedenle her Müslüman daima peygamber Efendimize muhabbetini artırmağa gayret etmelidir. Sakın “ Bir adam görmediği kimseye nasıl muhabbet edebilir?”diye hatırınıza bir şey gelmesin! Çünkü muhabbet sade görmekle olmaz, duymakla da olur. İnsan birinin methini, senasını işite, işite hiç görmeksizin o kimseye âşık olabilir. İşte bunun gibi Peygamber Efendimizin de milyonlarca aşığı vardır. Aradan bu kadar seneler geçmiş, ne yüzünü görmüş, nede bir şey iken Peygamber Efendimiz için yüreği yananların haddi hesabı yoktur. İşte bunlar hep Peygamber Efendimizin büyüklüğünü bilenler, hep onun nasıl sevgili bir peygamber olduğunu anlayıp, dinleyip gönül verenlerdir.

Şimdi siz Peygamber Efendimizi andığınız vakit acaba nasıl düşünüyorsunuz, gözünüzün önüne ne kılıkta, ne kıbal de bir zat getirirsiniz? Ben öyle anlıyorum ki çok kimseler Peygamber Efendimizi aksakalı göbeğinde bir piri fani sanıyorlar. Evliyalık taslayan bazı adamlara bakıyorlar da akıllarınca Peygamber Efendimizi de onlar gibi öyle gözlerini açmaz, dünyaya bakmaz; asla yüzü gülmez, dargın, hırçın bir zat zannediyorlar. Sakın siz böyle bilmeyin, böyle zannetmeyin!

Bir defa Peygamber Efendimiz öyle o kadar ihtiyar değildi. Bu dünyadan göçüp Mevla’sına kavuştuğu zaman altmış üç yaşında idi. Mübarek saçları henüz ağarmağa başlamıştı. Sakallarında da ancak yirmi tane kadar beyaz vardı. Piri fanilik şöyle dursun Peygamber Efendimiz zayıf, halsiz, çelimsiz değildi. Bilakis gücü, kuvveti yerinde bir erkek olup görmesi, işitmesi, hele cesareti herkesten ziyade idi. Değme babayiğidin yapamayacağı işleri üstlenir ve pekâlâ üstesinden gelirdi.

Sonra Peygamber Efendimiz hâşâ öyle içini temizlemekten dışını temizlemeye fırsat bulamayan erenler takımından da değildi. Kendini gayet temiz tutar, her şeyin de temizliğe son derece de dikkat ederdi. Bazı kimseler “Biz Allah adamıyız!” diyerek sakal, bıyık birbirine karışık olarak gezerler, bunu da bir marifet sanırlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz asla öyle perişan gezmezdi. Öyle gezenleri de beğenmezdi. Hatta yanlarına bir gün saçı sakalı birbirine karışmış perişan bir adam geldi Peygamberimiz onun halini hiç beğenmedi “Bu adamın başına sürecek bir şeyi yok mu ki saçlarını tarayıp yapıştırsın, insan böyle perişan gezer mi?” buyurdu.

Peygamber Efendimiz üst dudaklarının kırmızısı görünecek kadar bıyıklarını güzelce kısa kesip, saçlarını bazen tıraş ederler, bazen da kulaklarının yumuşağına kadar uzatırlardı. Lakin sakallarını bir tutamdan ziyade uzatmazlardı. Normal zamanlarda değil muharebeye gittikleri zamanda bile ibrik, tarak, makas, misvak gibi temizliğe ait şeyleri yanından ayırmazlardı. Saçlarını, sakalını tertemiz tutarlar aynaya bakıp güzel, güzel taranırlardı.

Hazreti Ayşe şöyle buyurur. “Bir gün kapıya bir takım kimseler gelmişlerdi. Hazreti Peygamber onlarla görüşmek için dışarıya çıkacağı sırada ayna bulamadı da ağzı geniş bir kaptaki suya bakarak saçını, sakalını düzeltti. Benim buna şaşırdığımı görünce de; evet ya! Kardeşleriyle görüşmeğe çıkan bir kulunun böyle süslenmesini Allah sever” buyurdu.

Peygamber Efendimiz hiçbir koku sürünmeseler bile mübarek tenleri de, terleri de mis gibi kokardı. Öyle iken yine de herkesin seveceği güzel kokulardan sürünürlerdi. “Dünyada en çok sevdiklerimden birisi de güzel kokudur” buyururlardı. Müslümanlar bunları düşünmelide ona göre hareket etmelidir.

Peygamber Efendimiz dünyada her cihetten eşi bulunmaz bir insan güzeli idi. Cenabı Hak onu övmüşte öyle yaratmıştı. Boy, bos, endam hep yerinde idi; hiçbir kusuru, hiçbir noksanı yoktu. Vücudu porsuk olmayıp sıkı etli idi, ipek gibi yumuşak bir derisi ve uzunca billur gibi beyaz bir boynu vardı. Mübarek elleri de gayet güzeldi, kolları iri, parmakları uzun ve etlice idi. Karnı göksü ile beraber düz idi, yani ne Göksu çıkıntılı, nede karnı şişkindi. Ayaklarının altıda çukurdu, yani tabanları dümdüz değildi. Hilal kaşlı, çekme burunlu idi. Şişman yüzlü yumru yanaklı olmayıp mübarek çehresi ne öyle pek uzun, nede öyle pek yuvarlak idi. Uzun kirpikli, kara gözlü olup gözlerinin akında da hafif tatlı bir kırmızılık vardı.

Peygamber efendimizin rengi pembe beyaz olup pek sevimli olan yüzünden nurlar akardı, mübarek dişleri de konuşurken, gülümserken şöyle bir elmas gibi parlardı. Bu bir Allah vergisidir ki vücudu ne kadar güzelse ahlakı da o derece güzeldi. Güzel yüzlü, tatlı sözlü olup ağzından fena söz çıkmaz, asla hırçınlık etmezdi, hizmet edenleri pek hoş tutardı. Asla kibir etmez, kurum satmazdı. Lakin daima vakarını muhafaza ederdi.

Peygamber Efendimizi birdenbire gören kimsenin içine bir korku düşerdi. Lakin görüşüp konuşunca da kendisine gönül vermemek elden gelmezdi. İşte Peygamber Efendimizin hali, şanı, ahlakı, tabiatı böyle idi. Ya düşüncesi ne idi? Ne yapar, ne eder, ömrünü ne ile geçirirdi? Biraz da bunu anlayalım.

Peygamber Efendimizin bütün derdi insanları cehaletten kurtarıp, dünyada da, ahrette de selamete çıkarmaktan ibaretti. Bunun için geceyi gündüze katarak çalışır, çabalardı, bu uğurda varını yoğunu sarf edip ne zahmetler çeker, nice sıkıntılara katlanırdı. Hiç kendi rahatını, huzurunu düşünmez, asla kendi faydasını hatıra getirmezdi. Din için, ahret için dünyayı bir tarafa atmazdı.

Zalimlerin vücudunu kaldırıp, mazlumlara göz açtırmak için zırh giyer, kılıç kuşanır; haftalarca hayvan sırtından da inmediği olurdu. Peygamber Efendimiz böylece bin türlü mihnete, meşakkate katlanarak Allahın emrini yerine getirirdi, İslamiyet-i yayıp, insanları selamete çıkardı. Lakin bilmiş olun ki bu öyle kolaylıkla az bir zaman da olmadı. Tam yirmi üç sene sürdü. Efendimizin bu yirmi üç seneyi nasıl geçirip nelere katlandığını bilmeyen kimse Peygamberinin kadrini layığı ile bilemez. Sadece şu kadarını söylemek lazımdır ki Allah diye taşa toprağa tapan, kızlarını diri, diri toprağa gömen bir topluluğu doğru yola getirmek kolay bir şey değildi. Peygamberimizin yaptıklarını öyle bir ve ya birkaç yazı ile anlatmak mümkün olmaz, onu gerçekten tanıyıp sevmek için hayatını okuyup, Hadisi Şeriflerini araştırmamız icap eder.

İşte bunun için sizde ümmeti olduğunuz bu yüce Peygamberinizle iftihar edin, onun güzel sözlerini daima hatırınızda tutun, mübarek cemalini gözünüzün önüne getirin! Kuranı anlayarak okuyun, salâvat getirin, Peygamberimizin ruhuna hediyeler gönderin! Böylece kendisine gitgide muhabbetiniz artar, tabiatınız, ahlakınız güzelleşir. Hep iyi şeyler düşünürsünüz. İçinizde bir ferahlık, bir sevinç oluşur. Ömrünüzü öyle bir lezzet ve neşe içinde geçirirsiniz.

PEYGAMBERİMİZİ ÖVMEDE İFRATA KAÇMAK

Peygamber efendimizi en iyi tanıtan kitap şüphesiz kuran-ı kerimdir. Bazıları katı hayallerinde canlandırdıkları peygamber tasavvurunu ayetlerde bulamayınca ifrata kaçmaya başlamışlardır. Bu tür aşırı yüceltmeci aklı araştırdığımız zaman şöyle bir sonuca varıyoruz. Sanki bunların inandıkları peygamber her yönüyle birinci olmalı; Beşer olması yetmez. İnsan üstü olmalı, oda yetmez, Nasranîlerin Hz. İsa’yı yücelttiklerinden daha fazla yüceltilmeli öyle ki kâinat onun hürmetine yaratılması dahi yetmez. Kâinat bizatihi ondan yaratılmış olmalıdır. İşte bu tasavvur neticesinde tasavvufçular Nuri Muhammed’i, hakikati Muhammed’i inancını icat etmişlerdir. Geleceği peygamberlere mahsus ferasetiyle tahmin eden Resulüllah Efendimiz sağlığında ümmetini ikaz ederek şöyle buyurmuştur.”Beni Hıristiyanların Meryem’in oğlunu yücelttikleri gibi yüceltmeye kalkmayın. Ben yalnızca bir kulum. Benim için şöyle deyin; “O, Allah’ın kulu ve elçisidir.” Bu sahih hadise karşılık peygamberimizin reddettiği şekilde yüceltmek için yüzlerce hadis uydurulmuş, birçok tasavvur icat edilmiştir. İşte örnekler;

Uhud’a vardığımızda şeyh efendimiz dedi ki “Sizden Resulüllah Efendimizin gezip dolaştığı bu mekânda sol ellerini gizlemenizi rica ediyorum.” Kendiside sol kolunu gömleğinin içine sakladı, bizlerde öyle yaptık.(Üç Muhammed say:9)

Suyuti’nin görüşü; “Peygamber(SAS) ruh ve ceset olarak diridir. O aynen vefatından önceki şekil ve şemailiyle hiç değişmemiş bir halde yeryüzünü her tarafında ve semavi âlemde tasarrufta bulunmakta, istediği gibi gezip dolaşmaktadır. Ne ki o cesediyle diri ve hayatta olmasına rağmen tıpkı melekler gibi göze görünmemektedir. Allah onu görmeyi ikram ettiği kullarına onu göstermek istediği zaman perdeyi kaldırır, oda gerçek kimliğini görür; “Buna herhangi bir engel yoktur.” (Suyuti Tenvir 35)

Yine Suyuti den bir rivayet: Ahmet Taberaniden rivayet ediliyor. “Resulüllah sahabelerin den bir adamdan. “Bir sabah Resulüllah güzel kokulu nefesi ve apak bir yüz ile yanımıza geldi. Sebebini sorduk oda şöyle dedi; Rabbim bu gece yanıma geldi ve dedi ki “Ya Muhammed” bende başım gözüm üstüne buyur ya Rab dedim. Buyurdu ki;
“Mele’i Ala neden birbiri ile çekişiyor? Bilmiyorum dedim. Elini iki kürek kemiğimin arasına koydu, hatta onun serinliğini göğüslerimin arasında hissettim. Ta ki göklerde ve yerde olan şeyler bende tecelli etti. Ardından şu ayeti okudu “İşte biz böylece İbrahim’e kalbi yatışarak inananlardan olsun için göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk” (Suyuti el Hasa is 2.28)”

İbni Sebin el hasa isinde der ki; Onun gölgesi yere düşmezdi çünkü o nur idi. Güneş ve ay ışığının da yürüdüğü zaman onun gölgesi görülmezdi.(Suyuti el Hasa is)

Muhammed Bahaeddin El Baytar ise daha ileri gidiyor; “Bütün tasarruflarında, Muhammed(SAS) durumu Allah’ın durumu gibidir. Âlemde Muhammed(SAS)’den başka yoktur… Hakikatinin sonu idrak edilmez ve nihayetine vakıf olunamaz. O, iman ettiğimiz gaybettendir… Beşeriyeti nur olduğu için onun tüm ifrazat ve artıkları(Teri, Tükürüğü, Bevli, Gaytası) tertemiz ve mukaddestir. Vücudunun diğer cisimleri gibi gölgesi yoktur. Âdeme üfürüldüğü buyrulan nur işte bu Muhammed’i nurdur.”(Nefahatül akdesiye s.77)

Yüceltmelere kısa örnekler: Resulüllah güreşte bir numaraydı, (şifa 1/69) koşuda bir numaraydı. Gözleri herkesten ayrı olarak geceyi de gündüz gibi görürdü.(Hasais1/61) Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omzundan yüksekte olurdu, gölgesi yoktu yere düşmezdi. Bin tane ismi vardı, üzerine sinek konmazdı.

“Âlimler dediler ki; Her peygamber verilen mucize ve üstün özelliklerin ya benzeri yâda daha üstünü kesinlikle peygamberimize verilmiştir.”(Şifa 1/369 Suyuti)

“Ebu Nuaym’den: Yusuf’a tüm nebi ve resullerin ve hatta tüm varlığın güzelliğinin toplamından daha fazla güzellik verilmiştir. Bizim peygamberimize (S.A.S) Yusuf da dâhil hiçbir kimseye verilmeyen güzellik verildi.”(Hasa is 2/181)

Hz. İsa’ya nazıra olsun diye; “İbni Sebin, Hz. Peygamberin beşikteyken melekler tarafından sallandığını ilk konuştuğu sözlerinde “Allah-u ekber kebiran vel hamdü lillahi kesira” oysa bu söz seneler sonra bir bedevinin söylediği rivayet ediliyor. Yine aynı kaynakta Hz. İsa’ya karşılık olsun diye Rasullah’ın ölüyü dirilttiği konusunda rivayetler naklediliyor ve Hz. Meryem’e gelen yiyeceğin bir benzerinin Hz. Peygambere geldiği bildiriliyor.”(Hasa is 2/67)

Son olarak Hasan Basri ÇANTAY’IN şiiri olduğunu öğrendiğim güzel bir ilahi olarak söylenen şu iki mısrası da abartılı bulunmuştur.

Mahşerde nebiler bile senden medet ister.
Didarına müştak olan Yezdan diye sevdim.

Aşırı yüceltmecilerin bu tasavvurlarına çok çeşitler bulabiliriz. Bu yazımda bu kadarla yetinip bir sonra ki yazımı bu yüceltmeyi ret eden görüşlere ayırmak istiyorum ve en iyisi peygamberi de kuran-ı kerimden tanımak gerekir diyorum.

PEYGAMBERİMİZİ ÖVMENİN ORTA YOLU

Bir evvelki yazımda birkaç örnek ile gösterdiğim gibi, Peygamber efendimizi övmede ifrata kaçanlar çok olmuştur. Bu yüceltmeci tasavvuru savunanlar. Peygamberi insanüstü yarı ilah konumuna çıkarıp dini içerden bozmaya, şirke bulaştırmaya çalışan münafıklar, samimi Müslüman olmayan Yahudi dönmeleri olduğu gibi, geçmişte mensup olduğu şirke bulaşmış dinlerinin ve milletlerinin İslam’ın karşısında ki yenilgilerinin intikamını almaya kalkan fanatik Mecusiler veya Hindular olmuştur.
Diğer taraftan Hz. Musa’yı ve Hz. İsa’yı sınır tanımayan hatta Hz. İsa’yı ilahlaştıran Hıristiyanların aşırı övmelerine cevap yetiştirme ve bizim peygamberimiz onlardan niye aşağıda kalsın kaygısından kaynaklanan yüceltmelerde az değildir. Birde bu duygulardan azade hiçbir menfi kasıt taşımadan Allah Resulü’nü övmede haddi aşanlarda vardır.
Konu ile ilgili yüzlerce mevzu (uydurma) hadis olduğu gibi Ahmediyye, Muhammediye, Karadavut örneğinde birçok kitaplar da bu tür abartılara rastlaya biliriz.

Her ne sebeple olursa olsun böyle yanlış bir tasavvur meydana gelmiş birçok esere bu anlayış girmiştir. Son zamanlarda kutlanmaya başlanan kutlu doğum haftası programlarında peygamber efendimizi anlatmaya çıkan birçok kişi mevzu hadisleri ve aşırı yüceltmeci anlatımları konularına mesnet etmeye çekinmiyorlar. Hâlbuki peygamber efendimizi en güzel şekilde öven, konumunu apaçık ortaya koyan kuran-ı kerim ve bizzat Resülullah’ın kendi ifadeleridir.

Şu iki örnek konumuza en açık delildir.

“Muhammed sadece bir elçidir, ondan öncede elçiler gelip geçmiştir. O ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine gerimi döneceksiniz? Kim ökçeleri üzerine geri dönerse iyi bilsin ki Allah’a hiçbir zarar vermiş olmaz(3.144)”

“Beni Hıristiyanların Meryem’in oğlunu yücelttikleri gibi yüceltmeye kalkmayın ben yalnızca bir kulum, benim için şöyle deyin o Allah’ın kulu ve elçisidir.”(Hadis)

Bir adam peygamber efendimize dedi ki; Ey Muhammed, ey efendimiz, ey efendimizin oğlu! Resülullah hemen müdahale etti: “Ey insanlar sözlerinize dikkat edin ki şeytan sizi hükmü altına almasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve elçisiyim! Vallahi beni Allah’ın beni yerleştirdiği konumumdan daha fazla yüceltmeye kalkmanız hoşuma gitmez. (Buhari, A. İbni Hanbel Müsnet)

Bu Efdaliyat (üstünlük) düşüncesi İslam’ın başını ağrıtan meselelerdendir. Onun için Resülullah (S.A.S) başından beri ashabını ikaz etmiştir. Bir gün birisi Resülullah’a “ya hayral beriye”(ey yeryüzünün hayırlısı) diye çağırdı. Resülullah o kişiye cevaben “O dediğin İbrahim’dir buyurdu.
Biri Müslüman diğeri Yahudi iki kişi tartıştılar. Müslüman “Allahın insanlık içersinde seçip üstün kıldığı Muhammed’dir” dedi. Yahudi de “Hayır Musa’yı üstün kılmıştır” dedi. Tartışma şiddetlendi Müslüman Yahudi ye bir tokat vurdu. Yahudi peygamber efendimize gelerek olayı anlattı. Müslüman’ı şikâyet etti. Resülullah buyurdu ki: “ Beni Musa’dan üstün tutmayın. İnsanlar kıyamet günü bayılacaklar, bende onlar ile bayılacağım. Ayıldığımda Musa’yı arşa yapışmış olarak göreceğim. Bilmiyorum oda bayılıp benden öncemi ayılacak,” (Ahkamül kuran)

Yine bir başka izahta Resülullah “görev yerini terk eden Hz. Yunus’a karşı gönüllerde oluşabilecek olumsuzluğu önlemek için kimseye, “Ben Yunus meta’dan daha hayırlıyım demek yaraşmaz” buyurmuştur.

Resülullah en iyi ve en yakından tanıyan eşi Ayşe şunları anlatıyor. “Bir gün Hz. Ayşe’nin yanında oturuyordum. Aişe dedi ki: Ey Mesruk üç şey var ki, kim bunlardan birini söylerse Allah’a iftiraların en büyüğünü yapmış olur.” Ben “nedir onlar” dedim. O cevap verdi; “Kim Muhammed rabbini gördü derse o kimse Allah’a en büyük iftirayı etmiş olur.” Bende dedim ki “Ey müminlerin annesi dur bakalım öyle acele etme. Allah “ve onu apaçık ufukta görmüştü.(81.23)” “ve onu bir kez daha gördü.(53.13) buyurmuyor mu? O dedi ki “Bu soruyu Resülullah’a ilk soran benim. Resülullah ise: gördüğüm sadece Cebrail idi onu yaratılmış olduğu aslı suretinde bu ikisi dışında hiç görmedim. Onu muhteşem yapısıyla gökten iniyor halde gördüm” dedi.

Hz. Peygamber Hudaybiye’de Mekkeliler ile anlaşma yaptıktan sonra orada bulunan müminlerden(bey’at) istemişti ve bir ağacın altında onların bağlılık taahhütlerini kabul etmişti. Bu bey’at Allah’ı da, elçisini de razı etmişti. İşte bu ağaca bu nedenle “Hoşnutluk ağacı” (Şeceretü’r Rıdvan) adı verildi. Bu ağaç çok geçmeden ziyaret yeri haline geldi. Hz. Ömer’in hilafeti döneminde hacca giden kafile bu ağacın altında teberrüken nafile namazı kıldıkları haberi halifeye ulaşınca Hz. Ömer bir görevli gönderip ağacı kökünden söktürdü.(İbni Sad Tabakat)

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Yazımın başında Resülullah’ı en iyi tanıtan kuran-ı kerim demiştim onu ayetler ile anlayalım.

“Sende öleceksin onlarda ölecekler.(39.30)” “Her insan ölümün acısını tadacaktır(3.185)” “Onlar, hala neden onu rabbinden hiç Mucizevi işaretler indirilmiyor diye sorarlar. De ki mucizeler yalnızca Allah’ın kudretindedir, ben ise sadece uyarıcıyım.(29.50)” “Hayret bu kitabı onlara iletmen için sana indirmemiz kendilerine yetmedi mi?(29.51)”Ey peygamber Allah’tan sakın ve inkârcılara ve ikiyüzlülere uyma! Allah bilendir, bilgedir. Sana rabbinden vahyolunana uy! Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven vekil olarak Allah yeter.” üç ayette Allah Resulünü açıkça uyarmaktadır. Tıpkı aşağıdaki ayetler gibi.

Sen sana bu kitabın verileceğini ummazdın o ancak rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse sakın inkârcılara arka çıkma! Allah’ın ayetleri sana indirildikten sonra sakin seni onlardan alı koymasınlar. Rabbine çağır ve sakın putperestlerden olma. Allah’la beraber başka bir Tanrıya seslenme ondan başka Tanrı yoktur. Onun dışında her şey yok olacaktır. Hüküm onundur, ona döndürüleceksiniz.”(28.86.87.88)

“Ey Muhammed neredeyse bize karşı ondan başka bir şey uydurman için seni, sana vah yettiğimizden çevireceklerdi, o zaman seni dost edinirlerdi.” “Eğer biz seni sağlam tutmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin” Bu durumda sana hem hayatta hem de öldükten sonra (azabi) kat-kat tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcıda bulamazdın.(17.73.74.75)

“Eğer Muhammed bize bazı sözler isnat etmiş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve onu şah damarından koparırdık hiç birinizde onu koruyamazdınız.”

“Deki “Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda ve zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben ancak inanan insanları için uyarıcı ve müjdeciyim.(7.188)

Peygamber efendimizin sonrakilerin uydurma abartılarından uzak gerçek konumunu bildiren ayetler çoktur. Ben yazımı yine Resülullah’ın sözü ile bitiriyorum.

“Bana verilen şey sadece Allah’ın bana indirdiği vahiydir.(Buhari Fedailil kuran)

VAHİY VE MELEKLER

Bir evvelki yazımda tekke ve türbe ziyaretlerinde yaşanan noksanlıklara dikkat çekmiştim, o yazıda da görüldüğü gibi insanlarımızın inancın da kaymalar ve aşınmalar var. Dolayısıyla yapılması gereken imanımızı kuvvetlendirecek konulara ağırlık vermek. Bu nedenle yine bizim küçük Risaleye başvuralım ve Vahiy’in ve Meleklerin ne olduklarını anlamaya çalışalım.
Şimdi birazda kitapların Peygamberlere nasıl verildiğinden, meleklere, ne diye itikat edileceğinden bahsedelim. Bilmiş olalım ki Cenabı Hak tarafından Peygamberlere kitap getiren “Cebrail” Aleyhisselam’dır. Bu vazifeyi ona Cenabı Allah vermiştir. Cebrail insan değildir, melektir, kimseye görünmeden gelip bildireceğini bildirir. İşte Allah tarafından Peygamberlere böyle kitap gelmesine, emir gelmesine “vahiy” denir.
Vahiy geldiği vakit Peygamber efendimizin mübarek yanakları gül gibi kızarır, biraz öyle kendilerinden geçer gibi olurlardı, en soğuk zamanlarda bu hal gelince alınları ter içinde kalırdı, o sırada yanlarında bulunanlar bu hali görürler, vahiy geldiğini anlarlardı. Peygamber efendimizde vahiy tamam olunca kendilerine Allah tarafından ne bildirildi ise bir harfini bile unutmaksızın ashabına bildirirler, yazdırırlardı.
İşte böylece Cebrail Aleyhisselam’ın peygamberlere bildirdiği kitaplar hep Allah kelamıdır. Melek sözü, peygamber sözü değildir. Meleğin, peygamberin vazifesi arada bir elçiliktir. Emir veren, kitap gönderen cenabı Allah tır. Telgraf çektiren ile telgrafçı buna güzel bir örnektir.
Telgrafçı makinenin başına oturup makinenin tıkırtısını dinler, bir taraftan da bir şeyler yazar, sonra da bakarsınız ki ortaya bir telgraf çıkar; mesela şöyle olacak böyle gidecek diye bir vali tarafından verilmiş bir emir. Şimdi bu emri sizin gözünüzün önünde yazan kim?
Telgrafçı.
Pekâlâ. Telgrafçı o emri kendiliğinden mi yazdı, yoksa ona başka bir bildiren mi var?
Elbette bir bildiren oldu, o da yazdı, yoksa o emri ve herkesin akıl eremeyeceği bir takım ehemmiyetli şeyleri telgrafçı kendiliğinden nasıl bilir, nasıl yazar? İşte bu bir temsildir; asıl emirleri veren, asıl peygamberlere kitapları gönderen Allah tır, Cebrail arada bir elçidir. Şimdi gelelim meleklere:
Cenabı hak melekleri türlü-türlü yaratmıştır, onların yaradılışı bizim yaradılışımıza hiç benzemez; bunun için biz onları göremeyiz, ne odlularını bilemeyiz; lakin bizim göreme mekliğimizden meleklerin olmaması lazım gelmez. Çünkü bizim görmediğimiz sade melek mi? Daha nice şeyler vardır hiçbirini göremiyoruz, neyin nesi olduklarını bilemiyoruz, her göremediğimiz şeye yok mu diyelim? Elimizle tutamıyoruz, gözümüzle göremiyoruz diye kendi canımızı da inkâr mı edelim? İnsanın canı görülüyor mu, ne olduğu biliniyor mu?
Bunun bir örneği elektriktir; o telgraflar, makineler işletip lambalar yakan, daha bin türlü marifetler gösteren elektriği de gözümüzle göremiyoruz, onun da ne olduğunu bilmiyoruz, şimdi kalkalım da elektriği inkâr mı edelim?

Sakın birden bire sözümü yanlış anlamayın! “Elektrik görülüyor ya, neden görülmüyormuş?” demeye kalkmayın! O bizim gördüğümüz, o bizim bildiğimiz elektriğin kendisi değildir. Parlaklığı, sıcaklığı, hızı, kuvvetidir, elektriğin asıl kendisini görmek bizim için kabil değildir. İşte görünmeyen şeylerin kimi ruh gibi, elektrik gibi böyle akıl ile bilinir, kimini de Allah bildirir.

Kuran-ı Kerim gösteriyor, Peygamber efendimiz de haber veriyor ki; Allah’ın yaratmış olduğu birçok melekler vardır, onlarda öyle erkeklik dişilik yoktur. Yemezler, içmezler, Allah’a karşı gelmezler, daima Hakkın emrini yerine getirirler, vazifeleri ne ise hep onunla meşgul olurlar. Meleklerin kimi peygamberlerle görüşür, kimi ruhlarla uğraşır, kimi dünyanın tertibine nizamına karışır, kimi de insanların etrafında döner dolaşır. Elhasıl Hak Taala türlü- türlü melekler yaratmış, her birini bir şeye sebep kılmıştır, kudretini kuvvetini onlarla göstermiştir. Meleklerin haddini hesabını Allah’tan başka kimse bilmez; onların içinde en ziyade mertebesi büyük olanlar: Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil’dir.

İşte melekleri böyle bilin, onlara böyle itikat edip daha ileriye gitmeyin, acaba melekler ne imiş, nasılmış diye düşünüp durmayın! Yaradan Allah böyle yaratmış, meleklerini bizden gizlemiş, bu dünyada bize onları göstermek istememiş, ne diyelim hikmetinden sual olunur mu? Nasıl dilerse öyle yapar, bazı mahlûkunu gizler, bazısını gizlemez; kimini yürütür, kimini yüzdürür, kimini havada uçurur, kimini yerde süründürür, kimini de böyle melek yapar, bir anda yerleri, gökleri dolaşacak bir halde yaratır, ona karşı güçlük mü var?

Bir kimse Allah’ın kudretine, kuvvetine iman ettikten sonra artık Allah tarafından peygamberlere melek gelip haber getirmesine inanmazlık edemez. İster melekler peygamberlerin gözüne melek kıyafeti ile görünsün, ister insan kıyafetinde girsin de öyle görünsün, ister hiç görünmeden diyeceğini desin. Cenabı Hak her türlüsüne kadirdir; yapan, yaratan Allah olduktan sonra bunda inanılmayacak bir şey yoktur. Meleklerin gelmesi gitmesi için bizim bildiğimiz gibi adım atmak, kanat açmak lazım değildir, bir anda yıldırımları indiren Allah isterse bir meleğini gökten yere indiremez mi? Öylelik ile peygamberlerine bir takım sözler söyletemez mi? Hay hay bir meleği değil, milyonlarcasını da indirmeye kadirdir. İndiren, gönderen kim, ulular ulusu olan Cenabı Hak değil mi? Bütün dünya’yı yok iken var etsin de bir melek yaratıp peygamberine hâşâ göndermesin; Estağfurullah! Allah’ı bilen böyle şeylerde hiç şüpheye düşmez, şüphe edenler hep layık’ı ile işi anlayamayanlardır.

Bazı kimseler derler ki “canım meleklerin kanadı varmış, yağmuru göklerden hep melekler indirirmiş, bunlar nasıl olur, Azrail bir anda binlerce kişinin ruhunu nasıl alır?”

Böyle diyenlere karşı kestirme cevap olarak biz deriz ki: Yahu meleklerin kanadı olursa, yağmurları göklerden melek indirirse ne olur, kıyamet mi kopar? Rica ederim siz melekleri ne sanıyorsunuz? Onlar hep kanatlı-kanatlı hacı babalar, tüysüz tüssüz delikanlılar yahut güzel-güzel, kızlar yumul-yumul çocuklar mı zannediyorsunuz? Siz insanın ruhunu bir kuşa; Azrail’i de evden eve seğirtip duran bir umacıya mı benzetiyorsunuz? Sonra bizi de melekler için mi böyle mi itikat ediyor belliyorsunuz?

Hayır, hayır! Bizim öyle itikat ettiğimiz yoktur. Hıristiyanların melek diye yaptıkları resimlere biz güleriz, öyle şeylere hiç ehemmiyet vermeyiz; biz sade meleklerin varlığına inanırız, bizim kıyafetimizde, bizim yaradılışımızda bir şeyler olmadığına itikat ederiz, ne olduklarını, neye benzediklerini bilmeyiz, bilmekte vazifemiz değildir.

Bunun için meleğin kanadı der demez hatıramıza kuşların kanadı gelmez; belli bir şeydir ki her şeyin kanadı kendine göre olur. Elbette kuşkanadı ile kapı kanadı bir değildir, o da kanat, bu da kanat amma biri tüyden, deriden, sinirden, kemikten ibaret; öteki de ağaçtan, tahtadan, çividen, çomaktan ibaret; hele ananın babanın evlat üzerine açtığı kanatla yel değirmeninin kanadı arasında da dünyalar kadar fark vardır.

Meleğin kanadı olunca elbette oda kendine göredir, elbette öyle senin benim bildiğim gibi bir kanat değildir. Meleğin kendini anladıkta şimdi kanadının neden olduğunu mu anlamak kaldı? Ruhun ne olduğunu öğrendikte sade Azrail’in ruhları almaya nasıl yetiştiğini mi öğrenmek kaldı? Biz daha kendimizi anlayamadık, neyin nesi olduğumuzu layık’ı ile öğrenemedik, nerede kaldı ki ruhlar, melekler. İşte insan burayı düşünmeli de azıcık insaf etmeli; Cenabı Hak meleklerle gök gürledir, yağmur yağdırırsa, bu dünyanın düzenini onlarla idare ettirirse bundan da anlamalı ki melekler öyle bebekler değil, bizim aklımızın fikrimizin eremeyeceği bir takım acayip şeylerdir.

Bir anda binlerce insanın eceli gelip ruhlarını Azrail kabzederse bundan anlamalı ki ruhta, Azrail de öyle bizim anlayabileceğimiz şeylerden değildir. Ruh, Allah’ın bir sırrıdır, melekler de orta yerde birer sebeptir. Allah kudretini onlarla göstermiştir; işte o kadar. Amma Cenabı Hak dileseydi melekleri karıştırmadan da bu nizamı verirdi, araya Cebrail koymadan da peygamberlerine bildireceğini bildirirdi, lakin bunun böyle oluşunda nice hikmetler vardır.
Bir kanat değildir. Meleğin kendini anladıkta şimdi kanadının neden olduğunu mu anlamak kaldı? Ruhun ne olduğunu öğrendikte sade Azrail’in ruhları almaya nasıl yetiştiğini mi öğrenmek kaldı? Biz daha kendimizi anlayamadık, neyin nesi olduğumuzu layık’ı ile öğrenemedik, nerede kaldı ki ruhlar, melekler. İşte insan burayı düşünmeli de azıcık insaf etmeli; Cenabı Hak meleklerle gök gürledir, yağmur yağdırırsa, bu dünyanın düzenini onlarla idare ettirirse bundan da anlamalı ki melekler öyle bebekler değil, bizim aklımızın fikrimizin eremeyeceği bir takım acayip şeylerdir.

Bir anda binlerce insanın eceli gelip ruhlarını Azrail kabzederse bundan anlamalı ki ruhta, Azrail de öyle bizim anlayabileceğimiz şeylerden değildir. Ruh, Allah’ın bir sırrıdır, melekler de orta yerde birer sebeptir. Allah kudretini onlarla göstermiştir; işte o kadar. Amma Cenabı Hak dileseydi melekleri karıştırmadan da bu nizamı verirdi, araya Cebrail koymadan da peygamberlerine bildireceğini bildirirdi, lakin bunun böyle oluşunda nice hikmetler vardır.

KABİR VE AHİRET

Bakın buraya kadar dünyamızı düşünerek Mevla’mızı tanıdık, bu âleme niye geldiğimizi anladık, peygamberlere, kitaplara, meleklere nasıl inanacağımızı öğrendik, artık sıra öteki dünyaya geldi, birazda oradan bahsedelim, insanlar gözleri yumulunca ne oluyorlar, ne hale giriyorlar? Azıcık ta bunları söyleyelim.

Şimdi hep biliyoruz, hep görüyoruz ki ölüm gelince insanı alıp götürüyor, sanki bu dünyaya hiç gelmemiş gibi bir hale getiriyor. O, insanı koşup gezdiren can gidince ceset suyu çekilmiş değirmen gibi kalıyor, sonra gitgide öyle bir kılığa giriyor ki artık onu mezardan başka bir yer paklamıyor.

Bir vakitler güller, çiçekler gibi olan insanın vücudu orada şişiyor, kurtlanıyor; deşilip dağlıyor, en sonunda eriyor, çürüyor ve toprağa karışıp gidiyor. Lakin unutmamalı ki bu hale gelen hep insanın cesedidir, bedenidir. Yoksa cana, ruha bir şey olmaz. Ruh, o topraktan gelmedi ki yine o toprağa gitsin, onun âlemi başkadır.

İnsanın ruhu tıpkı vatanından uzak düşmüş bir garibe benzer. Ruhun elinde olup olacak bir atı, bir bineceği vardır ki oda bedenidir, vücududur, ona bir nimettir. Bu nimet elde iken kadrini bilir de kendini gurbet elinden, tehlikeli korkunç yerlerden kurtarırsa, vatanına, cennetine, asıl âlemine dönebilirse ne ala! Yok, eğer yollarda eğlenip haylazlık ederse, elindeki atını kaptırıp yarı yolda kalacak olursa vay onun başına geleceklere.

İşte asıl yiğitlik tende iken, fırsat elde iken yol alıp cennete yaklaşmaktadır. Asıl marifet adiliği, bayağılığı bırakıp bir ayak evvel melekleşmektir. Bir insan fenalıklardan ne kadar uzak olursa mertebesi de o kadar artar. Allah’a da o kadar yakın olur. Bir adam fenalığa ne kadar çok dalarsa Allah’ın rahmetinden o kadar çok uzak olur.

İşte Neuzü billâh böyle fena adamlar ölünce başlar ruhları sıkılmaya. Ölüm her ne kadar ruhu bedenden ayırırsa da yine aradaki ilişki kesilmez. Ruh yine cesedin üzerine titrer durur, sade elini ayağını kımıldatamaz. Öyle eskisi gibi kalbine hükmü geçemez, geçemez ama sevgili vücudunun ne olduğunu, ne hale girdiğini hep görür, bilir. Sadece öyle inmeli adamlar gibi hiçbir şeye gücü yetemez, kendine asla kumanda edemez. Aman Yarabbi ne zor şey! Uyan uyanamazsın, kalk kalkamazsın, edemezsin!

İşte ilk sıkıntı, ilk azap buradan başlar. Ruh bakar ki o kıyametli vücudunu tutuyorlar, kaldırıyorlar, bu adam da bu evin, bu barkın sahibidir demeyip alıyorlar, götürüyorlar. Onu sevgili evladından, ayalinden zorla ayırıyorlar. Tabut, teneşir, kefen, mezar…

Ah hep bunlar ruhun hiç sevmediği, hiç hoşlanmadığı şeyler! Hepsi soğuk, hepsi korkunç… Hele o mezar yok mu? O hepsinden beter. Bir kere dar mı dar, karanlık mı karanlık, yalnız mı yalnızdır. Hiç böyle yeri insanın ruhu sever mi? Ruh dediğin hep geniş, ferah yerler ister. Daima açık aydınlık yerlerden hoşlanır, daima eşle dostla kalmak arzu eder. O, öyle görmüş, öyle yerlere alışmış; şimdi bu mezarda ne yapsın, bu belaya nasıl tahammül etsin?

İşte gönülleri Allah’a karşı kapalı olan fena kimseler böylece ölümün, ayrılığın acılarını birer-birer görerek, tadarak kendini mezarda görünce korkar, sıkılır. Bunalır, bin türlü azaplar çekerler. Sonra bunlar yetişmiyormuş gibi bir de sorguya, suale çekilir. Başlar bir takım azap melekleri görünmeye. Onlar ona sorarlar “Ağa mısın, efendi misin, her ne isen, söyle bakalım, senin Rabbin kimdir? Ne din tuttun, hangi peygambere uydun, kitabın nedir, kıblen neresidir, nesin, ne millettensin?” derler.

Şimdi bu zavallılar ne cevap versinler? Kimi Mevla’sını bırakıp şeytana tapmış, hep onun dediğini yapmış; kimi paraya tapmış, para için her şeyi ayakaltına almış; kimi de Allah’ını tanımamış. Dünyada iken her şeyi bilmiş, her şeye akıl erdirmişte Mevla’sına gelince zihni doğrusu kendini düşündürmemiş yahut düşünmek işine gelmemiş.
İşte o vakit bunlar hep pişman olurlar amma o pişmanlık bunları azaptan kurtarmaz. Belanın birinden kurtulup birine tutulurlar. Nerde bir huylanıp hoşlanmadıkları şeyler varsa hepsini kendilerine üşüşmüş görürler. Fena sesler işitirler, fena kokular duyarlar; dünyada yaptıkları bütün fenalıklar da hep karşılarına çıkar. Bu da onları büsbütün sıkar, bin türlü mihnet ve meşakkat çekerek kıyamete kadar öyle kalırlar.

Allahın emrini tutup peygamberin gösterdiği yola gidenler, millet, memleket uğrunda can verip şehit düşenler, onlar hiç ölüm ayrılık acısı çekmezler. Kabir azabı görmezler. Allah onlara o acıları, o sıkıntıları duyurmaz, o korkunç şeyleri göstermez. Onların ruhuna Cenabı Hak bir neşe, bir lezzet verir, bir takım iyi şeyler göstererek güzel sesler, güzel kokular duyurarak onları tatlı bir uykuya daldırır. Vücut mezarda yatar lakin ruh hep cennetler seyrederek sefasına bakar. Öylelerine göre ölümün, ayrılığın ne ehemmiyeti olur?
İşte bilmiş olunki insanlar böylece ya iyi, ya fena olarak geçireceği âlem; dünya ile ahret arasın da bir şeydir. Bu bir defa dünya değildir. Çünkü ölüm gelince dünya biter gider. Tam ahret te değildir, zira daha kıyamet kopmamıştır. Ne dünya, ne ahret, öyle ikisi arasın da bir şey durumundadır. Bu nedenle kabir azabı tamam ile ahret azabına benzemez. Ahrette ceza görecek hem ruhtur hem cesettir. Lakin kabir de asıl azap görecek ruhtur. Bu böyle olduğundan ölülerin çektiğini diriler görüp anlayamazlar. Bilir misiniz bu tıpkı korkunç rüya gören ile yanın da uyanık oturan kimseye benzer. Bazen insan korkulu rüya görür, bir yerlerden düşer, bir şeylerden korkar, kaçmak ister kaçamaz; ne sıkıntıdan, ne azaplardan sonra güç hal ile uyanıp o işkenceden kurtulur.
Şimdi size sorarım o adam bu rüyayı görürken mesela o rüyada ki akreplerin, yılanların belasını çekerken yanında bulunanlar bir şey göre biliyorlar mı? Hayır göremiyorlar! Göremiyorlar ama o uyuyan adam görüyor, onun canı yanıyor ya, asıl siz ona bakın! Başkasının görmemesinden ona bir fayda yoktur. İşte kabir azabını herkesin görmemesi de buna benzer.
Başkaları varsın görmesin, anlayamasın, azabı çeken çekiyor ya, o bitmez tükenmez bin bir türlü sıkıntıları geçiriyor ya! Onu üzüp-üzüp bunaltmak için bu kadar yetişir. Başkaları ha görmüş ha görmemiş onca ikisi de birdir.
Sakın siz sözümü yanlış anlayıp ta “ kabir azabı rüya gibi bir şeymiş?” diye ehemmiyet vermemezlik etmeyin! Ben ölülerin azabını dirilerin görmemesine rüyayı örnek gösterdim ki iyice anlaşılsın diye size onunla temsil getiriyorum. Yoksa kabir azabına haşa önem vermemezlik etmiyorum.

ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEK VE ÖTEKİ ÂLEM

Dünya ile ahret arasını biraz anladık, insanlar hemen ölür ölmez cennete yahut doğru cehenneme gitmediğini öğrendik. Şimdi artık azıcık ta ahretten, kıyametten bahsedelim.
Bilmiş olun ki ahret gününe inanamayanlar, hep Neuzü billâh Allah’ını bilmeyenlerdir. Allah-ı tanımayan kimse ahret gününe nasıl inanır. Elbette inanamaz, elbette öldükten sonra dirilmeği zihnine sığdıramaz. Öyleleri için ahret lafını bırakıp söze baştan başlamak yani her şeyden evvel onlara Allah-ı tanıtmak lazımdır. Çünkü Mevla’sını tanıyan ahret-i az çok aklı ile bulabilir, amma elbette peygamberlerin haber verdiği kadar bilemez.
Bir gün Peygamber Efendimizin dedesi “ Abdülmuttalip” Hazretlerine Şam tarafın da bulunan pek zalim bir kimsenin öldüğünü haber verirler. O vakit o zatı şerif sorar “ Bu adam acaba ne halde ölmüş” belasını bulmuş mu? O yaptıklarının, ettiklerinin cezasını görmüş mü?” der “ Hayır!” derler, “ hep öyle bildiğiniz gibi can yakarak, ev yıkarak, zevk ve safa sürerek ölmüş gitmiş” derler.
Bu sözü duyunca “Abdülmuttalip” Hazretleri sakalını eline alarak düşünür, düşünür de Çocuklar! Der, bilmiş olun ki mutlaka bu âlemden başka bir âlem daha olacak! Çünkü “Allah” adildir, kimsenin hakkını kimsede bırakmaz. Lakin işte bu zalim herifte herkesin hakkı kaldı gitti. Eğer bu hayat bu kadarsa, bu adamın ölmesiyle her şey oldubittiyse bunca mazlumun hakkı ne olacak? Sonra Allahın adaleti nerede kalır? Demek bu dünyadan başka bir âlem daha var ki haklı hakkını orada alacaktır. Herkes ettiğinin cezasını orada çekecektir.” Diye akliyle bulup ahrete iman eder.
Bu söz olduğu vakit Hazreti İsa’dan sonra peygamber gelmeyeli beş yüz seneden fazla olmuş, ortalık dinsizlik içinde kalmıştı, şimdi hamdolsun iş başkalaşmıştır, Kuran-ı Kerim gelmiş; iki Cihan Serverı zihinlerimizi açıp dünyamızı, ahretimizi bildirmiştir.

Artık biz Müslümanlar aklımızla buluyoruz, dinimizden de öğrenip iman ediyoruz ki, insan ölmekle iş bitmez. Toprağa girmekle adamın ettiği yanına kar kalmaz. Bu dünyadan başka birde ahret günü vardır. Burada yapılan, edilen şeylerin bütün hesabı orada görülecektir. Dünyada gizlenen kabahatler hep orada meydana çıkacak, herkes ettiğinin cezasını çekecektir. Haklı hakkını alacak, kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır.

Allah’ı tanıyıp Peygamber sözü tutanlar; imanını kurtarıp hesabını güzelce verenler Cennete gidecek; tembeller, günahkârlar, imansızlar da Cehennemi boylayacaktır. Cennette insan ne isterse, ne arzularsa hep bulacak, her şey hep herkesin gönlüne göre olacaktır. Cennete girdikten sonra ne ölüm vardır, ne de bir daha oradan çıkmak.

İşte Cennete ne kadar insanın keyfine göre ise Cehennem de o kadar adamın hoşlanmayacağı bir yerdir. Orada ateş vardır, azap vardır, nerede insanı sıkıp bunaltacak fena şeyler varsa hepsi Cehennemde mevcuttur. Günahkârlar orada günahları kadar azap çektikten sonra çıkarlar, lakin “Neuzü billâh” imansız gidenlerde Cehennemde temelli kalırlar. Onlara da ne ölüm vardır, nede oradan kurtuluş vardır.

Şimdi bunda inanılmayacak ne vardır? Bu dediklerim olmayacak bir şey midir? Cenabı Allah’ın -Hâşâ- gücü bunlara yetmez mi? Her bir zerresinde bin hikmet olan bu koca dünyayı Allah hiç yok iken var eder de insanları öldükten sonra bir daha diriltemez mi? Cihanı yaratmak, binlerce âlem vücuda getirmek ona göre güç bir şey midir?

Ahreti inkâr edenler, acaba Hak Teâlâ Hazretlerini ne sanıyorlar? Bir şey yaratmak için hâşâ öyle bizim gibi sıvanıp çalışmaya mı muhtaçtır zannediyorlar? Allah denilince acaba gözlerinin önüne ne geliyor ki ona bakıyorlar da “olamaz, bu Allah bizi öldükten sonra bir daha diriltemez” diyorlar? İnsan gözünün önüne aklın erebileceği şeyi getirirse, o zaman Allah-ı de, ahreti de her şeyi de inkâr etmeye kalkışır.

Hamdolsun biz böyle değiliz. Biz öyle gözümüzün önüne Allah’ı getiremeyiz. Cenabı Hakkı hâşâ hiçbir şeye benzetemeyiz. Biz biliriz, inanırız ki “Allah vardır, birdir, eşi menendi yoktur. Yaratır, yoktan var eder, her şeye gücü yeter, dünyayı kurar, insanları meydana getirir, yaşatır, öldürür, yine diriltir. Herkesi layık’ına göre Cennete koyar, Cehenneme atar, nasıl isterse öyle yapar. İşte biz böyle itikat ettiğimiz için Allah’ın kudretini, kuvvetini insanların gücü ile kuvveti ile ölçmeye kalkmıyoruz. Öldükten sonra insanlar nasıl olurda dirilir diye şaşıp kalmıyoruz.

Ey öldükten sonra dirilmeyi zihnine sığdıramayanlar! Ne olur gelin siz de biraz bizim gibi düşündürün beyninizi. Bakın biz bu dünyaya nasıl gelmişiz, bu gürültünün içine nasıl düşmüşüz? Asıl bu şaşıp-şaşıp kalınacak şey değil midir?

Düşünsenize bir kere yahu! Siz evvelleri ne idiniz, bakın şimdi ne oldunuz? Siz eskiden küçüktünüz, çocuktunuz, ana karnında şu idiniz, bu idiniz. Daha ötesi aranacak olsa tarlada arpa idiniz, buğday idiniz. Daha evvel de su ile toprak arasında bir şeyler idiniz. O zaman rica ederim siz, siz denecek bir halde miydiniz? Bakın şimdi “Allah ne yaptı, sizi ne hale getirdi? Boy bos, kalıp kıyafet, akıl fikir, daha neler-neler verdi. Evvelleri bir solucan kadar olamazdınız, şimdi bastığınız yerler titriyor. Buna, bu halinize niye şaşmıyorsunuz? Niçin “Hayır olamaz, biz bir çamurdan bu hale gelemeyiz!” demeye kalkışmıyorsunuz?

Nasıl kalkışacaksınız ki iş meydanda! Gizli kapaklı değil bir taraftan arkası gelip duruyor, gözünüzün önünde binlercesi dünyaya gelip sizler gibi insan oluyor.

İşte insanlar böylece yokken var oldukları gibi sonra varken yok oluyorlar. Günün birinde yine geldikleri yere dönüyorlar. Tarladan geliyorlar, tarlaya gidiyorlar. Bir mezardan bir mezara, bir kara topraktan bir kara toprağa gidiyorlar.

İşte insanlar sonra tekrar dirilecekler, bir başka âleme karışacaklar ama nasıl çıkacaklar, o âleme nasıl karışacaklar? Orası bize lazım değildir. Nasıl olursa olsun. Çıkaracak Allah çıkarır. Bu dünyada da daha bir başka türlü meydana getirir. Artık o kendinin bileceği bir şeydir! Bize düşen Ahret gününe inanmaktan ibarettir.

MAHŞER

Hep görüp, duyuyoruz ki eceli gelen bir taraftan göçüp gidiyor. Bir taraftan da çocuklar dünyaya gelip ölenlerin yerini dolduruyor. Böyle-böyle herkes cihanda bir defa boy göstererek nöbetini savıp-savuşuyor. Lakin bu hep böyle gitmez. Bir gün olur bu dünyanın da sonu gelir. Kıyamet kopup bu tertip bozulur. Yer yerinden oynayıp her şey alt-üst olur, yer gök birbirine katılır. Dağlar hallaç pamuğu gibi havaya atılır. Neden, nelerden sonra alem başka bir alem olur. Derken insanlar birde bakarlar ki, dünya değişmiş, iş başkalaşmış. Ne yer şimdiki yere benziyor, nede gök, hepsinde bir başkalık, hepsinde bir başka türlülük var.

İşte mahşer o dakikadan başlar, artık var seyret ana, baba gününü. Dünya kuruldu, kurulalı ne kadar insan gelip geçmiş ise orada toplanmış. Hiç kaçıp kurtulan yok. Peygamberlerden tut da Firavun-a, Nemrut-a varıncaya kadar hepsi mevcut. Herkes uzaktan, yakından birbirini görecek, birbirini tanıyacak. Herkes kendi derdine düşmüş, herkes kendi başından aciz kalmış. O sırada ahbap değil babasının oğlu bile olsa başını çevirip bakamaz. O gün ki günde insanın gözüne ne ana görünür, ne baba, nede çoluk-çocuk. Herkes nefsi-nefsi der, başka şey düşünemez, mahşer bu laf değil.

O kadar halk kaynaşır durur, kimse bir yerde karar kılamaz. Her keste bir telaş, bir helecandır gider. Bir taraftan korku, bir taraftan sıkıntı insanları büsbütün perişan eder. Kalabalık o kadar çok, o kadar sıkışmış ki bir ayaküstünde bin ayak. Hanı şöyle iğne atsan yere düşmez derler ya, öyle bir durum. Ağlayan kim, bağıran kim, ayaklar altında ezilip kalan kim; medet Allah! Bakarsın bir mazlum bir zalimin yakasına yapışmış sürükler,tartaklar,durur.O ettiğinden utananlar alemin gözüne görünmemek için saklanacak delik arayanlar mı dersin bini bir paraya; utanılmayacak gibi değil ki..

Dünyada gizli tutulup belli edilmeyen kusurlar, kabahatler hep meydana çıkmış, herkesin boyası bütün dışına vurmuş ve herkesin suçu adeta suratına yazılmıştır. İnsan dünyada ne ile meşgul olmuşsa onunla haşr olmuş; bu az şey midir? Bir adam bir kabahati yaptığı hal ile ortaya çıkarılıp âleme ilan edilecek olsa ne olur, ne hale girer? Onun için ölmek daha iyi değil midir? O sırada öylesinin arından, hicabından yüzünün derileri, etleri tamamen dökülse yeri yok mudur?

İşte bunlar hep olacak, peygamberlerin bütün dedikleri en sonunda yerini bulacaktır. Herkes layık olduğu kılığa, kıyafete girecektir. Bakarsın Neuzü billah kiminin suratı maymun suratına dönmüş, amma yine kim olduğu belli,acayip bir hal..

Fitnecilik edip halkı birbirine düşürenlerin dilleri enselerinden çekilmiş, yedikleri sillenin haddi hesabı yok. Haram yiyenler, âlemin hakkını boğazına geçirenler, çıldırmış gibi öteye beriye koşup dururlar. O çalıp çırptıkları paraların her biri bir ateş olmuş vücutlarına yapışmış, ne yapacaklarını bilmezler, içleri yanar tutuşur, ağızlarından ateşler dökülür.

İşte bunlar gibi nice mihnetler içersinde mahşer ahalisi çalkalanır durur. Neden sonra hesap, kitap, sorgu, sual başlar. Bir takım kitaplar, defterler meydana çıkar. İnsanın iyilikten, kötülükten neyi varsa hepsi yazılmış, bir tane noksan bırakılmamış. Hak Teala Hazretleri herkesin dünyada ne yapıp, ne işlediğini görevli meleklerine yazdırmış, kimsenin itiraz hakkı kalmamıştır. İyilik, kötülük herkesin gözü önünde teraziye konulup tartılır, gizli kapaklı bir şey kalmaz. Herkesin ne mal olduğu meydana çıkar.

Bunun böyle oluşundaki hikmet büyüktür. Çünkü mahşerin gürültüsü insanın aklını başından alıp, zihninde ne var, ne yok hepsini unutturur. Bunun için insanlar bunaldıkça “canım nedir bu belalar, biz ne yaptık ki, bu kadar sıkıp cenderelere koyuyorlar. Artık bu kadar da fazla” sözlere kalkışırlar. Herkes kendi kitabına bakınca iyi, kötü her ne ameli var hepsi birer-birer göz önüne getirilir. O vakit herkes yaptığından utanarak başını önüne eğer, yer yarılsa da içine girsem der.

İşte o zaman insanın bütün vücudu kulak kesilip, başlayacak Allah kelamını işitmeğe. O gün ki günde Cenabı Hak, herkesle elçisiz, tercümansız konuşur, herkesin layığına göre acı tatlı sözler söyler. Allah kelamı asilere, dinsizlere öyle şiddetli gelecek ki, onun yanında mahşerin sıkıntısı çok hafif kalacak. Allah-ü Teâlâ bütün azametiyle onlara şöyle seslenir: “Ey kulum bu nasıl geliştir, bu ne haldir. Ben seni dünyaya bu halde mi gönderdim. Sen ne hale girmiş, ne sıfatlar kazanmışsın. Ben seni böyle mi yarattım; Akıl verdim, fikir verdim, melekleri bile secde ettirdim; Yerde, gökte ne varsa hepsini size hizmetkâr kıldım. Sizi bu kadarla da bırakmadım; Size Peygamberler gönderdim, kitaplar gönderdim, doğru yollar gösterdim. Bunca nimete, bunca lezzete ve ikrama karşı sen ne yaptın, ne işler işledin söyle bakayım? Koca dünyada ki kazancın bu mu? Bu pis günahlardan mı ibarettir. Ben seni dünyaya bunları kazanasın diye mi çıkardım? O boyu, o posu, o gücü kuvveti âlemin malına, canına, ırzına, namusuna göz dikesin diye mi verdim? Hanı iyi haller, güzel huylar; bunların hiç birinden sende eser yok. Yazıklar olsun bunca verdiğim nimete, var git şimdi belanı bul, cezanı çek” diye hitap eder.

Düşünün bir kere Mevla’sından böyle bir azarı işiten adam ne olur, ne hale gelir? Bu sözlere insan taştan, demirden olsa dayanamaz. Lakin bilmiş olun ki mahşerin bu sıkıntıları, bu üzüntüleri hep günahkârlara, asilere ve Neuzü billâh imansız gidenleredir; Yoksa Allah’ını, Peygamberini bilip dinin yolunu tutanlar; Hak, hukuk tanıyıp daima iyililerde bulunanlar kendilerini mahşerde bulunca, onlar öyle ayakaltında kalmazlar. İzzet ve ikram görüp tatlı dil, güler yüzle karşılanırlar. Hafif, kolay bir hesaptan sonra hemen cennete giderler. Hele şehitlere, kendilerini Allah-a sevdirenlere, ne sorgu, ne sual, ne sırat, ne mizan, doğruca cennete yollanırlar.

İşte biz Müslümanlar hep bunlara inanıp iman ediyoruz. Bunların hiçbirini Allaha karşı hâşâ güç bulmuyoruz. Zaten dünya yaratılıp ta şimdiki hale gelinceye kadar neler olmuş, ne kılıklara girmiş, nice zelzeleler olmuş, ne kıyametlerden sonra bu kıvama gelmiştir. Dünyayı yok iken yaratıp bu hale getiren Allah; dünyanın başına bir kıyamet daha koparamaz mı? Dağlarını taşlarını un ufak edip havaya savuramaz mı? Allahın kudretine, kuvvetine karşı dağın taşın, dünyanın, ahretin, mahşerin, mizanın, ne ehemmiyeti olur? Allah, öyle bir Allah’tır ki bir anda cihanı mahvedip yeni baştan halk ederde bundan kendisine asla fütur gelmez. Mahşer kurup halkı hesaba çekmek Allah-a göre bir hiçtir.

Cenabı Hak bir lahza içerisinde bütün mahşer ahalisini birden hesaba çeker, hepsiyle ayrı-ayrı konuşur, herkeste sade kendini hesaba çekmiş sanır; Cenabı Hak sade kendisiyle konuşuyor zanneder. O bir lahza da herkesin durumuna göre kısa veya uzun gelebilir. Bir zamanın uzaması ve kısalması; Bir kişi ile konuşurken başka biri ile konuşamamak bize göredir ve bu bir eksikliktir. Yüce Allah ise bütün eksikliklerden beridir. Allah için zaman ve mekân kısıtlaması yoktur.

Bu gibi şeylere inanmamak, hep Allah-ı gerçek manada bilmemekten ileri gelir. Allah-ı nı bilmeyen adam bu anlatılanlara güler geçer, bir türlü inanmaz. Böylelerine mizandan, sırattan dem vurmak boşunadır. Aslında bu kişilere önce Allah-ı tanıtmak lazımdır. Allah-ı bilen hiç şüpheye düşmez, bunların hepsine iman eder.

CENNET AHVALİ

Allahın sevgili kulları izzet ve ikram içersinde sıratı geçip Cennete doğru giderler. Artık onların o sıradaki sevinci dil ile tarif olunamaz. Nasıl sevinmesinler ki o kadar tehlikeler geçirdiler, ya onlarda başkaları gibi Cehenneme gideydiler. O sıkıntılara gireydiler ne yaparlardı, nasıl tahammül ederlerdi? O belalardan kurtulduklarına mı sevinsinler. Cennetlere girecekler, nice nimetlere kavuşacaklar bunlara mı şad olsunlar!.

İşte böyle sevinçler içinde kuş gibi süzülerek Cennete varırlar. Birde bakarlar ki; Cennetin kapıları açılmış, ortalığa nurlar saçılmış, her taraf miskler, amberler içersinde. Bir takım güler yüzlü, tatlı dilli kimseler onları karşılarlar, selam verip “gözünüz aydın olsun” derler. Artık bunlar Cenabı Hakka karşı Hamdi sena ederler, ellerin den gelse sevinçlerinden secdelere kapanırlar, lakin izzet ve ikramdan acaba vakit mi var? Uçuyorlar mı, yürüyorlar mı farkında bile olmadan Cennetin içine dalarlar, ne yapacaklarını bilemezler, sadece Cennetin o bitmez, tükenmez nimetlerini, güzelliklerini görüp geçerler. Gittikçe etraf güzelleşir, gittikçe hatır ve hayale gelmedik şeyler göze çarpar. Derken “işte efendim burası size mahsustur, buyurunuz!” derler, bir yer gösterirler.

Öyle bir yer ki ne ucu var, ne bucağı? Öyle yerler ki hani içinde yok-yok. O bin türlü mücevherden yapılmış köşkler, inciden dökülmüş çadırlar.. O zümrütlerden bin kat güzel şeylerden yaratılmış ağaçlar, o ağaçların, o köşklerin altından geçen pırlanta gibi sular, o elmastan, yakuttan çakıl taşları.

O köşklerin, çadırları tarife gelmez döşemeleri, dayamaları, süsleri nizamları.. O yiyecekler, içecekler, o kuşlar; hele o insanların etrafında duran nazlılar, pervane gibi dolaşan nazeninler.. Hiç şüphe yok ki bunlar Cennet nimetlerinin hepsinden ziyade insanın makbulüne geçer. Çünkü insan tek başına yahut hoşlanmayacak kimselerle öyle güzel yerlerde bulunsa o kadar zevk almaz, ama böyle ruhunun seveceği kimselerle beraber bulununca artık adamın sefasına nihayet olmaz.

Şunu bilmiş olun ki Cennet de Cehennem de hiç dünyaya benzemez, onlar başka bir âlemdir; o âlemin tertibi, nizamı o âlemin kuruluşu bambaşkadır. Bunun için Cennet de, Cehennem de şöyle şeyler vardır, böyle şeyler vardır denince hemen burada gördüğümüz şeyler aklımıza gelmesin! Zira orada olan şeylerin bu dünyada sade isimleri vardır, kendileri burada asla yoktur, olamaz.

Size diyorum ya; o âlem başka bir âlemdir, bu bizim gördüğümüz şeyler gibi değildir, başka türlüdür. İşte bu başka türlü olmakla beraber Cennette insanların hep hoşuna gideceği şeyler vardır, Cehennem de ise ruhun hiç sevmeyeceği şeyler vardır. Cennet ve Cehennem de olan şeyleri bu dünyada ki insanlara haber vermek için hep bizim bildiğimiz şeylerle tarif etmekten başka çaremiz yoktur.

Cenneti anlatmak müşkül olduğu gibi, Cennet güzelliklerini methetmekte o kadar kolay değildir. Onları tarif etmek için elmas gibi, pırlanta gibi dense yine azdır. İster istemez Cennettekileri böle güzel şeylere benzeterek tarif edeceğiz. İşte insanlar bu güzeller ve güzellikler arasına bir kere girdimi artık kendinden geçer. Nasıl geçmesin ki vücut rahat, gönül rahat, ne dünyada ki kaygılar var, nede ölüm korkusu.. Öyle bir Cennet ki insan ne tarafına baksa bir çirkinlik, bir noksanlık göremez, hepsi güzel, hepsi güzel gönlün seveceği şeyler. Ruhu sıkacak, insana hoş gelmeyecek hiçbir şey yok, hepsi ruhun zevkine göredir.

İşte insan bu nimetleri düşünürken, gözler o güzel şeylerin seyrine dalar, kulaklar kuşların ötüşünü, derelerin çağıltısını, ağaçların hışıltısını dinler. Tatlı sevimli bir rüzgâr da güzel kokular getirip insanın vücudunu okşar, ruhuna Safalar serper. Artık bunlara karşı can olsunda dayansın.

İşte bunların hep insanların dünyadaki iyiliklerinin, doğruluklarının, namusluluklarının mükâfatıdır. Bir kimse dünyada iken Allah-ı tanımış, peygamber tanımış, dinin gösterdiği yoldan ayrılmamış, her şeyde hakkına razı olmuş; Kimsenin malına, canına el uzatmamış nefsini ayağı altına alıp kimsenin ırzına, namusuna göz dikmemiş, her şeyde Mevla’sını düşünüp fena arzularının hep önüne geçmiş, sonra “haydi askersin gel” diyince mal mülk, çoluk çocuk düşünmeyip hemen vazifesine koşmuş bu uğurda gözünü budaktan esirgememiş, sırası gelince de seve-seve canını feda etmiş. Şimdi Cenabı Hak böylelerini hiç mükâfatsız bırakır mı? Bırakmaz, işte bu Cennetler, bu nimetler hep böyle kimseler içindir.

İşte cennetlikler o güzel yerlerde böylece bazen sade kendi sevgileri ile gülerek ahbapları ile görüşerek zevk ve safa sürerler. Derken ziyafetler başlar. Önce Âdem babamızın davetine gidilerek bütün evliya, enbiya ile görüşülür, herkes türlü-türlü nimetlerle ağırlanıp pek güzel bir zaman geçirilir. Sonra başka peygamberlerin de davetlerine gidilir, oralarda da öyle güzel vakitler geçirilir.

Sonra sıra Peygamber efendimizin ziyafetine gelir. Öyle bir ziyafet ki dil ile tarif acaba kabil mi? Mübarek cemalini rüyada bile görmek her kula müyesser olmayan sevgili peygamberimiz artık orada herkesle görüşür, herkese iltifat edip türlü-türlü hediyeler verir. İnsan dünyada hasretini çektiği o tatlı dile, o mübarek cemale mi sevinsin, öyle bir elden alınan hediyelere mi sevinsin?

Hani bu nimetlerin binde biri dünyada olacak olsa; insan bir defa değil elli defa zihnini oynatır. Çünkü insan o kadar sevince gelemez, amma Cennette böyle değil, orada öyle çıldırmak, çaldırmak yok. Cennette nimet çoğaldıkça insanın neşesi de o kadar artar. Neşe arttıkça da insan o kadar fazla lezzet duyar, bu da Allah’ın ayrıca bir nimetidir.

KIYAMET, MAHŞER, CENNET, CEHENNEM!

İnsanoğlu hep kıyametin ne zaman kopacağını merak etmiştir. Kimi Hadislerden yola çıkarak, kimi cifir ilminden istifade ederek kıyametin vaktini tayine çalışmıştır. Günümüzde kıyametin saatini, gününü, senesini tespit eden akılsızlar yok değil. Hâlbuki kıyametin saatini soran Hz. Cebrail’e, Peygamber Efendimiz “ Bu konuda soru sorulan, soran kadar bilgiye sahip değildir” buyurmuştur. Biz yine konuyla ilgili olarak 1931 de ki köy Hocamızın yazdıklarına bakalım.

Birazda kıyametin ne zaman olacağından bahsedelim. Kıyamet, kıyamet diyoruz. Acaba kıyamet ne zaman kopacak? Zamanı yakınmadır, uzak mı dır? Bunun için çok laflar edilir. Bir takım dedikodular işitilir, ben size bunun en doğrusunu söyleyip lafı kısa keseceğim.

Bilmiş olun ki kıyametin ne vakit kopacağını kimse bilemez! Peygamber Efendimiz sadece dünyadan geçen zamanı kalan zamandan çok olduğunu bildirmiştir, “ şu kadar sene sonra kıyamet kopacaktır!” diye, ne gizli, ne aşikâr hiçbir şey buyurmamıştır.

Eğer; peygamberimiz kıyametin vaktini bildirdi diyen olursa onu söyleyen yalancıdır, inanmayın!. Peygamber Efendimiz “kıyamete az kaldığını haber vermiş ya” derseniz. Sakın sözümü yanlış anlamayın! Peygamber Efendimizin bildirdiğine göre dünyanın kalan zamanı geçen zamandan azdır. Azdır amma geçene göre azdır. Ya geçen seneler bir milyondur da kalanı üç yüz bin sene ise?. Geçen seneleri sen bana say, bende sana kalan seneleri söyleyeyim. Ne sen geçen senelerin sayını bilebilirsin, ne de ben kalanları bilirim. Onu Allahtan başkası bilmez; Amma kıyamet alametleri diyeceksiniz, o başka..

Kıyametin küçük büyük bir takım alametleri vardır. Lakin kıyamet alametlerinden biri de Hazreti Âdemin yaratılmasıdır deniliyor. İyisi mi, siz işinizi gücünüzü bırakıp ta kıyametin vaktini hesaba kalkmayın! Kıyamet yakınlaşmış, artık çalışmak, çabalamak ne lazım diye işi gevşetmeyin. Kıyametin koptuğunu gözünüzle görseniz bile yine siz elinizdeki işinizle meşgul olun! Bunu böyle ben demiyorum, Peygamber Efendimiz diyor. Asıl marifet bu istikamette çalışmaktır. Şimdi gelelim mahşerin sonuna..

Mahşer de herkesin hesabı kitabı görülüp cennetlikler izzet ve ikramla cennete gidince cehennemlikler bunların arkasından boyunlarını büküp baka kalırlar. Sonra azap melekleri başlar onları ite kaka sürmeğe.. Cennete gidenler ne kadar nazlı, Naim ise, bunlarda o kadar hor, hakirdir. Ne yüzlerine bakan olur, ne de yalvarıp yakarmalarına kulak veren bulunur. Çünkü artık hesapları görüldü, herkes iyice öğrendi ki, kadın olsun, erkek olsun bunların hiçbiri acınacak bir mahlûk değildir. Sarhoşluk, kumarbazlık, düzenbazlık bunlarda, yalancılık, itirafçılık, namussuzluk, hayâsızlık bunlardadır. Eşkıyalık, haramilik, asker kaçaklığı, vatan hainliği mi dersin hepsi mükemmel olarak bunlarda mevcuttur.

Acaba dünyada yapmadıkları bir fenalık mı kalmış? Ne ana, ne baba bunlarla başa çıkabilmiş, ne de bir kimse. Her biri bir kara bela, hani şöyle hiç birinin Allah için iyi bir ciheti yok. Bu sebepten kimse onlara acımıyor, kimse onların yüzüne bakmıyor. Elbette öyleleri böyle olur. Onlar o fenalıkları, o gaddarlıkları yaparken hiç kimseye acıyorlar mıydı? Hiç kimseye zerre kadar insaf, merhamet ediyorlar mıydı? İşte Allah’ta adamı sonra böyle yapar. Bunlar böylece sürülerek, sürüklenerek sırat köprüsüne gelirler, birde bakalar ki ne baksınlar! Bunun adı köprü.

Bu köprü değil, herkesin ameline göre değişir acayip bir Akabe? Hele cehennemliklere göre onun ne bir baş derdi olduğunu anlatmak için “kıldan ince, kılıçtan keskin” demekten başka çare yoktur. Bas, basamazsın geç geçemezsin. Geri dön, kurtul acaba bırakan kim? Ensende elli tane zebani alimallah kaçmak değil insana şöyle göz açtırmazlar. E ne olacak? Hiç çaresi yok, ya bu köprüden geçeceksin, ya aşağı düşüp büsbütün belayı bulacaksın.

Ah buradan yıldırım gibi bir anda geçip kurtulanlara ne mutlu? Ne mutlu onlara ki bu belaların birini görmediler, bu sıkıntıları asla çekmediler?

Fazla durup düşünmeye mecal yok, ne olacaksa olacak, mutlaka çekeceksin! Geçemedin mi haydi teker tokmak Cehenneme… Cehennem de öyle bir cehennem ki şiddetinden kabına sığmaz! Hafazanallah sömürdüğü vakit insanları değil, filleri bile çöp gibi çekip alır, alevini savurduğu vakit uzaktan seyrine bile dayanılmaz. O öyle bir şey ki ne tarif edilir, ne tahammül getirilir.

İşte o vakit zebaniler cehennemliklere dönüp “yahu size peygamber gelmedi mi size bunun böyle olacağını bir kimse bildirmedi mi?” diyecekler. Onlarda onlara karşı içlerini çekerek “gelmedi değil, geldi. Lakin biz onlara inanmayıp türlü şeyler söyledik, o dediklerinizin aslı faslı yoktur dedik. Ah biz akıl edipte onları dinleyeydik böyle olmazdık, bu belaları görmezdik. Sersemlik ettik, peygamberlerin sözüne güldük, nasihat verenlerle eğlenmeyi bulduk” diye kabahatlerini ikrar edecekler. Ettiklerine bin kere pişman olacak, olacaklar ama ne fayda?

Sonra emir olacak bunlardan bir takımları Cehennemden çıkarılıp şöyle cennete doğru götürülecek. Uzaktan onlara cennet gösterilecek. Onlar oranın rahatını, oranın zevkini sefasını görecekler. Cennetin o güzel kokularını duyacaklar. “oh ne güzel kokular, ne güzel şeyler?” diyecekler, zannedecekler ki onlarda Cennete girecekler onlar da o nimetlere kavuşacaklar.

Derken bir emir gelecek “geri çevirin onları! Öylelerinin Cennetten nasibi yoktur” denilecek. Eyvah! İşte o vakit onlar öyle bir mahzun olacaklar, oradan Cehenneme öyle bir dönüş dönecekler ki hani öylesi daha kimsenin başına gelmiş değildir. Artık bu sefer Cehennem onlara eskisinden bin kat fena gelecek, o canım Cennetleri düşündükçe yüreklerine ateşler düşecek. O zaman onlar “Yarabbi! Keşke o sevgililerine verdiğin Cennetleri göstermeden bizleri yakaydın, daha iyiydi.” Diyecekler. O vakit Cenabı Hak onlara azamet ve Celali ile buyuracak

“Nasılmış şimdi mi Rabbiniz oldum da Yarabbi diyorsunuz? Beni şimdi mi tanıdınız? Dünyada iken ama hiç beni anmıyordunuz, hiç beni düşünmüyordunuz! Hep âlemi düşünürdünüz, herkesten çekinir, herkesin yanında bir kusur, bir kabahat yapmazdınız da yalnız kalınca her fenalığı yapardınız! Benim sizi gördüğüme hiç ehemmiyet vermediniz, beni hiç hatırınıza bile getirmediniz, işte bende adamı böyle yaparım! O güzelim Cennetlerden mahrum edip böyle bir Cehenneme atarım, böylelikle bana karşı gelenlerin hem vücudunu hem de yüreğini yakarım! Cezanızdır çekin” der. Bunun üzerine “ah ölüm nerdesin?” diyenlerin haddi hesabı olmaz ama ölüm nerede? Herkes ettiğinin cezasını bulsun diye ölümü öldürüp yok etmişler, artık bundan sonrası sadece ağlayıp, inlemek ve acı çekmek var.. Günahkârlar Cehennem de günahları kadar ceza gördükten sonra çıkıp cennete giderler, lakin imansız gidenler de Cehennem de temelli kalırlar.

Şimdi gelin bir dakikacık olsun Dünya’yı unutup şöyle düşünelim! Az çok tarif ettiğim o Cehennemi, orada çekilecek azapları göz önüne getirip kendimizi bir tartalım! Cehennemin lafı kolaydır amma iyi düşünülecek olursa adamı Alimallah çileden çıkarır. Çünkü insanı hamama bile kapatsalar yine dayanılmaz, yine takat getirilmez, nerde kaldı ki Cehennem!. Bilene göre sade Allahın rahmetinden uzak düşmek yeter, hiç Cehennem olmasa bile sade bu yürek acısı insanı yakar bitirir. Doğrusu bu pek düşünülecek şeydir, bunu masal diye dinleyenler kendini bilmeyip, gaflet içine de kalanlardır.

Şimdiden bunları düşünmeyenler, şimdiden bunlara inanmayanlar yarın inanır “Aman Yarabbi!” derler amma faide vermez, inanmak, uyanmak vaktinde gerekir. Şimdi aman diyecek olursak faidesi olur, hem kendimizi adam ederiz, hem de başkaları elimizden dilimizden kurtulur. Yoksa son pişmanlık kimseye bir fayda vermez.

Ahret-i inkâr edenlerin hali tıpkı yumurta içindeki civcive benzer. Mümkün olsa da o kabuğun içinde ki civcive sorulsa “ ey güzel yavru! Sen kabuğun içindesin, dışarıdan haberin yok amma bilsen seni neler bekliyor! Bir defa senin üstüne titreyen bir annen var, böbürlenip gezen baban var! Kümes var, tünek var, yem var sonra koca bir dünya var. Çaylak, bıçak, tencere, aç mideler, keskin dişler hep hazır seni bekliyor. Bunlar sana pek yakın arada incecik bir kabuk var, onu bir kırıp ta başını bir çıkarıversen bunları hep göreceksin.!”

Civciv bu sözlere karşı güler, “hiç öyle şey olur mu?”der, ne varsa o kabuğun içindekinden ibaret zanneder. İşte bu bize örnektir, dünya ile ahret arasında bir kabuk, bir ince zar vardır, o zar bizim etrafımızı almış, basiretimizi bağlamıştır. Öteki dünyayı bize göstermez. İnsanın gözü bir yumulacak olursa o zaman o zar yırtılır, Cennetiyle, Cehennemiyle ahret meydana çıkar. O zaman artık inanmayan kalmaz amma iş işten geçmiş olur. İyisi mi şimdiden imanımızı tazelemeli ve ona göre hazırlık yapmalıyız.

KADER

Bakın buraya kadar Cenneti, Cehennemi anlattım; iyilerin, fenaların akıbetini bildirdim, artık siz-siz olun iyiyi, kötüyü seçin! Daima doğru yoldan ayrılmamağa gayret edin! Söz dinlemeyip, Şeytana uyarak yanlış yollara gidip de, bahane arayıp, kabahati başkasına atmayın. Pek ala her şeye aklınız eriyor, isteyince hayrı da şerri de seçe biliyorsunuz. Böyle iken kime ne demeğe hakkınız vardır.

Allah size akıl vermiş, fikir vermiş bu kadarla bırakmayıp kitap indirmiş, Peygamber göndermiş, Cennet ve Cehennem yolunun ağzında sizi serbest bırakmış. Ne zaman bir iyilik isteseniz kendi arzunuzla yapıyorsunuz, elinizi bağlayan yok! Ne zaman da bir fenalık yapmak isteseniz yine kendi isteğinizle yapıyorsunuz. Öyle ise gemisini kurtaran kaptandır, batmak, çıkmak Allahın izniyle kendi elinizdedir! İsterseniz iyilik yapar Cenneti bulursunuz, isterseniz fenalık yapar Cehenneme gidersiniz.

Bunun için sakın “hayır, şer Allah tandır” sözünü yanlış anlamayın! Bilmiş olun ki hayrı, şerri yaratan Allah tır amma kazanan, müstahak olan da insandır. Bir iyilik yapmak isteyen kimsenin eline Cenabı Hak iyilik halk eder, o kimsede iyilik yapma teşebbüsünden dolayı sevap kazanır. Bir fenalık yapmak isteyen kimsenin de elinde Cenabı Hak fenalık halk eder, o da teşebbüsünden dolayı günahkâr olur. Özet olarak istemek kuldan, yaratmak Allahtan dır! İşte hayır, şer Allah tandır demek budur.

Herkesin hangi yolu tutup, ne tür iş işleyeceğini Cenabı Hakkın bilmesi “kader” dir. Hür, serbest olarak yaratacağı insanların hep yapacağını, edeceğini ezelden bilmesinden, yazmasından insanların elinin, kolunun bağlanması gerekmez. Şuraya iyice dikkat edin! Serbest bırakılınca bizim ne edeceğimizi, ne yapacağımızı Allah’ü Teâlâ bildiği için kaderimizi yazmıştır. Biz yaptıklarımızı Cenabı Allah bildiği ve yazdığı için öyle yapmıyoruz, belki serbest ve muhayyer bırakılınca kendi arzumuzla yapacaklarımızı bildiği için öyle yazıyor. Bu pek ince bahsi kolayca anlamanız için size bir misal vereyim:

Bir adam, ahbapları ile oturup konuşurken dese ki “yarın bayram bizim yaramaz oğlan yarenleri ile buluşur, kavga, dövüş çıkarır, üstünü, başını berbat eder; türlü maskaralıklar yapar ötesini, berisini kaybeder, nihayet beş parasız eve döner” dese. Ahbapları da “ yok canım sen nerden bileceksin çocuğun ne yapacağını” deseler. Çocuğun babası da ahbaplarına “ bakın ben çocuğumun yarın yapıp edeceklerini şuraya yazıyorum sizde göreceksiniz böyle olacak” dese, hatta bu kadarla da kalmayıp bir kâğıda olabilecekleri not etse ve bu yazdıklarından çocuğunun da haberi olmasa. Sonra ertesi gün o delikanlı tıpkı babasının dediği gibi işler yapsa, üstü başı parçalanmış vazıyette, kavga etmiş halde evine gelirken babasının ahbaplarına rastlasa onlarda “baban bunları yapacağını dün bize söylemişti. Hatta bir kâğıda olacakları bir-bir yazmıştı” deseler, bunun üzerine o kişinin oğlu o zaman “eh iş kolaylaştı” diye sevinip, babası kendisine niye böyle yaramazlıklar yaptın diye kızınca, “yok baba öyle bana kızma, benim bu işte bir kabahatim yok! Pek ala sen dün gece benim yapacaklarımı bilmişsin, hem de bir yere yazmışsın; artık benim suçum, kabahatim yok” diye savunma yapsa hiç haklı olur mu, gülünç olmaz mı? Elbette gülünç olur.

Çünkü babası onun yapacaklarını önceden bilmiş, söylemiş, hatta yazmıştı amma bundan ona ne? Onun bundan haberi yoktu, o çocuk bu şerlikleri yaparken bir arkadaşı yanına gelse “böyle yaramazlıklar yapma, kendine zarar veriyorsun babanı da kızdırırsın” dese oda arkadaşına “ bende böyle şeyler yapmak istemiyorum fakat elimde değil, babam dün gece yapacağım şeyleri yazmış bende mecburen onları yerine getireceğim” dese haklı sayılır mı? Hayır, hayır o kendi isteğiyle yaptı şerliklerini, babasının bir dâhili yoktu yaptıklarında, kabahati kendi üstünden atmak için babasının yazdıklarını bahane etti.

Şimdi benim bu misalime karşılık sizler “madem babası çocuğunu şer işler yapacağını biliyordu mani olaydı” diye bilirsiniz. Evet, hatıra bu tür şeyler gelebilir ama doğru değil, çünkü eğer o aklı ermez küçük bir çocuk olsaydı, mazur görülebilirdi. Fakat bu akıl baliğ olmuş bir delikanlı, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayacak yaşta ise, dolayısıyla yaptıklarından mesuldür. Eğer insanların hür iradeleri olmasaydı, elleri kolları bağlı bulunsaydı, istediklerini yapamasalardı, o zaman iyiliğin, kötülüğün bir kıymeti olmaz, Cennet, Cehennem ve Peygamberler gereksiz olurdu. Hâsılı imtihan olmaz, mesuliyet bulunmazdı.

Hâlbuki Allah öyle dilemiş ki dünyada hür serbest bir âdemoğlu yaratmıştır. Ona dilediğini yapabilme hürriyeti ve gücünü vermiş, herkesin kazancına göre layık olduğu mertebeye geçmesini dilemiş, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmamasını istemiş, buna göre insanları dünyaya gelir, gider halde var etmiştir. Hayrı da, şerri de işler kıvamda kılmıştır. İşte bunun böyle oluşu kaderdir. Cenabı Allahın bizim dünyada günbegün ne yapacağımızı bilmesi, bizimde hür irademizle dünyaya gelmemiz kaderimizdir. Bu böyle iken boynumuza borç olan şeyleri yapmağa üşenip de işi kadere bağlamak yanlıştır. “Allah mademki ne yapacağımı bildirmiş artık benim suçum ne?” demek gülünç olur.

Lakin şunu da bilmek lazım ki kadere bağlanacak yerlerde vardır. Bunlar insanların isteğine, arzusuna bırakılmayan şeylerdir. Bu gibi şeylerde kulun hiçbir tesiri yoktur. Mesela bir kimse işine, gücüne gidiyor, bir başkası da evinde, dükkânın da tabancası ile oynarken bir dikkatsizlik neticesi silahı patlar çıkan kurşun o işine giden adama isabet eder ve ölümüne sebep olur. İşte bu kadere göre zuhur eden kazadır! Bunda o kaza neticesinde ölen kişinin bir kabahati yoktur. Eğer silahın kendi üstüne çevrilerek karıştırıldığını görse de kendini korumamış olsaydı, kendini tehlikeden korumadığı için kusurlu olurdu.

Fakat dikkatsizlik edip de silahını patlatan kimse vurulan gibi suçsuz değildir. Çünkü silahı ile meşgul olurken tedbirini alsaydı, namlusunu yere veya duvara döndürse idi böyle elim bir kaza olmazdı. Dolayısıyla suçunu kadere yükleyerek “kader böyleymiş” demeye hakkı yoktur. İşte insana layık olan işini dikkatlice tutup yoluyla, yordamıyla yapmaktır. Her şeyi evvelden hesap edip ona göre davranmaktır. Bundan sonra eğer insanın elinde olmayan sebepten başına bir kaza gelirse işte o zaman “kaderim böyleymiş” diye teselli bulabilir. Yoksa göz göre-göre tedbirsiz tehlikeli işler yapıp ta sonra kadere yüklenmek doğru değildir.

ÇALIŞMAK VE TEVEKKÜL

Bu sohbette de size Tevekkülden, sabırdan, kanaatten, bahsedeceğim. Yalnız benim anlatacağım tevekkül, kanaat, sabır sizin bildiğiniz duyduğunuz şeyler değildir. Sizin duyup bildiklerinize tevekkül, kanaat denmez, tembellik denir. Dilencilik denir. Hâlbuki Yüce Mevla böyle şeylerin baş düşmanıdır. İşte ben size bunların doğrusunu anlatacağım.

Şimdi, tevekkül, sabır, kanaat ve şükür dördü bir kardeştir. Bunların bir kardeşleri daha vardır ona da “say” (çalışmak) denir. İşimize gelmediğinden bu kelimeyi pek ağzımıza almayız. Sadece öteki dört kelimeyi dilimize dolar orada, burada söyler gezeriz. Hâlbuki bu kelimeler beşkardeştir. Beşincisi ve en önemlisi ise çalışmaktır. Hepsinin bir yolu erkânı, hepsinin bir vakti zamanı vardır. Onları birbirinden ayırmak ve sıralarını bozup karıştırmak doğru olmaz.

Kuranı Kerim de ve Hadisi Şerifler de bunlar açıkça zikredilmiştir. Bunların kıymeti herkese duyurulmuştur. Fakat bazı bilecenler sofuluk yaparak tevekkülü, sabrı, şükrü öne çıkarıp insanları say’ü gayretten alıkoyup fakirliği tavsiye ederler. Bu böyle oldukça ne Müslümanlıktan fayda görülür, ne de İslam âlemi fakirlikten kurtulabilir. Çaresi bu beş tavsiyeyi iyice anlayıp ona göre davranmaktır.

Şimdi gelelim bunların sıralanmasına; birincisi çalışmak, ikincisi tevekkül, üçüncüsü kanaat, dördüncüsü sabır, beşincisi ise şükürdür. Birincisi: dünya ve ahret işlerimize layığı ile çalışıp, çabalamak, gerekli emek ve gayreti göstermektir. İşte hakiki Müslümanlar iki dünyalarını da ihmal etmeden evvela işlerini yoluyla, yordamıyla yerine getirirler, ondan sonra tevekküle geçerler. İşte Müslümanlık bizden her işimize ehemmiyet vermeyi, yani özenerek, aşk ile şevk ile çalışmayı istiyor. “Şu işe çalıştık, çabaladık, şu tarlayı sürdük, ektik artık ister istemez olacak, bitecek” demeyin. Emek verin fakat emeğinize güvenmeyin, tesiri ve bereketi Allahtan bekleyin. İşte buna tevekkül denir.

Zira siz tarlayı da sürseniz, tohumu da ekseniz ekini bitiremezsiniz, onu bitirecek Allah tır! O tohumu kılıktan kılığa koyacak, onu kaptan kaba kotaracak Cenabı Haktır! Senin elinden çıkıp toprağa düşen bir buğdayın başak oluncaya kadar geçirdiği tehlikeleri bir düşünsen kendi emeğine güvendiğin için utanırsın. Bir tane buğdayın başak bağlayıncaya kadar olup bitenleri bir düşünsen, akıl erdirsen şaşırıp secdelere kapanırsın. Bunun için Allahın hikmet ve kudretinden başka bir şeye güvenemezsin. Nasıl güvene bilirsin ki Cenabı Allah isterse toprağa attığın tanenin suyunu, nemini vermez kurutuverir ve ya suya, sele gark eder çürütüverir. Cenabı Mevla dilerse o taneye bin türlü kurtları, karıncaları musallat eder, senin gözünü dikip beklediğin tohum yer ile yeksan olur. Hak Teâlâ dilerse ekini bitirir, fakat daha sonra soğukla, sıcakla, hava ile dolu ile çekirge ile yahut da başka bir afetle mahsulü mahveder. Bunun için çalışıp, çabaladıktan sonra her işte Allaha tevekkül etmekten başka çare yoktur.

Tevekkül etmek kulun şanındandır. Bunda hem tembellik etmemek ve hem de Allahın Azametine ve kudretine karşı kendini hiç görmek vardır ki bu insanlar için yüce bir mertebedir. Tevekkül etmek, işi yoluna koyduktan sonra Allaha havale etmek, Mevla ya ısmarlamaktır. Tevekkül Allah ile kul arasında güzel bir sigortadır.

Müslümanlık ne doğru yollar açmış, ne sağlam temeller kurmuş!. Marifet bu yolları tutup, üstüne sağlam ve güzel binalar kurmaktır. Yazık ki biz bunların kıymetini bilemiyoruz, doğru yoldan şaşıp çıkmaz yollara düşüyoruz. Oldum olası kendimizi tevekküle verip emeksiz, yemek istiyoruz. Hayvanımızı sağlam kazığa bağlamadan Allaha emanet ediyoruz. Hiç böyle tevekkül olur mu? “Ben tevekkeli kulum” diye insan kendini ateşe atar mı? “Ben yaratanıma sığındım” diye bir insan göz göre, göre tehlikeye sokar mı?

Allah’ü Teala Kuranı Kerim de “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın” buyuruyor. Peygamber Efendimiz de “Deveni sağlamca bağla sonra Allah’a ısmarla” diyor. Tevekkül diye kendimizi göz göre, göre cahilliğe, fukaralığa, hastalığa atıyoruz. Dünya üzerinde kuvvetsiz, kudretsiz kalarak perişan oluyoruz. Böylelikle tehlikelerin asıl büyüğü olan düşmanların eline düşüyoruz. Hem dünyamızın, hem ahretimizin iki paralık olmasına sebep oluyoruz da haberimiz olmuyor. Böyle Müslümanlık, böyle sofuluk, böyle tevekkül olmaz. Dünya sebep dünyasıdır! Emeksiz yemek olmaz! Armut piş, ağzıma düş diye beklenilmez! Çalışmak bizden verip, vermemekte Allah’tandır.

Yanlış tevekküle misal olsun diye bir kıssa anlatarak bu sohbetimizi bitirelim. “ Adamın birisi ben öyle tevekkül sahibiyim ki gidip bir çölde kum tepesinin arkasına yatacağım, kimseden bir şey istemeyeceğim, birisi gelip ağzıma bal şerbeti koymayınca da bir şey yemeyeceğim” Diyor. O kişi üç gün aç, susuz orada bekliyor, açlıktan ve susuzluktan perişan oluyor, kulağı bir ses arıyor. Nihayet bir kervanın çan sesleri geliyor. O aç insan beni görmeden geçer giderler diye endişeye kapılıyor, başlıyor sesli, sesli öksürmeye ve bu kişinin öksürüğünü duyan kervancı başı gelip adamı buluyor. Bakıyor ki açlık ve susuzluktan ağzı, dudakları kurumuş, katı bir şey yiyemeyecek durumda, yanın dakiklere emir veriyor. “Bu adam günlerdir bir şey yememiş boğazından bir şey geçmez, bal şerbeti yapın yavaş, yavaş boğazına akıtın” diyor. Böylece kurtulan adam “Allah kendisine tevekkül edenin rızkını çölde de olsa veriyor, yalnız biraz öksürmek gerekiyor diyor. İşte o öksürmek çalışmak demektir.

KUR’AN

İslamiyet hakkında azıcık bilgisi olan herkes bilir ki, Kur’an’ı Kerim de Yüce Allah’ın ilk emri “İkra” (Oku) dur. Bu emir Resul’ü Ekrem’in şahsında bütün ümmeti Muhammed’e dir. Kur’an’ı Kerim’in ilk emri, ilk inen ayetler de şöyle geçer. “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” Bu ayetleri sondan başa doğru anlamaya çalıştığımız zaman şöyle bir mana çıkar. “En büyük ikram sahibi olan Rabbin kalemle yazmayı ve insana bilmediklerini öğretti. O, insanı aşılanmış yumurtadan yarattı. (Bunları anlaman ve idrak edebilmen için) Rabbinin adıyla Oku!”

Bu yazıda Kur’an-ı Kerim, nasıl ve niçin okunmalı sorularına cevap arayacağız. Kur’an-ı Kerim Arapça nazil olduğu ve ilk muhatapları da Arapça bilen insanlar olduğu için nasıl ve niçin okunacağı hakkında kimse çelişkiye düşmemiştir. Resulü’llah’ın önderliğinde Sahabeyi kiram da, ayetleri beşer-onar ezberlemişler, manalarını özümseyip anlamışlar ve hayatlarına tatbik etmişlerdir. Bunun örnekleri asrısaadette sayılmayacak kadar çoktur. Bu durum Raşit Halifeler döneminde ve Sahabe hayatında da aynı şekilde devam etmiştir.

Emevi ve Abbasi yönetimlerinde Arap olmayan ve Arapça bilmeyen kavimlerde İslam ile müşerref oldular. Yeni Müslüman olan Farslar, Türkler, Hindiler, Afrika ve Avrupa halkları Arapça bilmedikleri için Kur’an-ı kerimi anlamak maksadıyla okuyamıyorlardı, öğrenenler Arapça metninden okuyabiliyorlardı. Müslüman olan herkesin bir çırpıda Arapçayı öğrenmesi mümkün değildi. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerimi okumayı öğrenseler, hatta ezberleyip hafız da olsalar, manasını anlayamıyorlardı. Diğer taraftan tasavvufi hayatta gelişmiş, Sofiler, inananlara bazı ayetleri, sureleri sayılarını çoğaltarak okumalarını telkin ediyorlardı. Hangi sure kabirlerde okunur, hangi ayetler Sabah namazından sonra, hangi ayetler Yatsı namazından sonra okunmalı, hangi sure ve ayetler şu kadar sayı ile okununca keseden cennete gidilir, insanlar bu bilgilere yönlendiriliyordu. Belki art niyet taşımadan, insanlara faydalı olmak için Ve Kur’an okumaya insanları sevk etmek için bunları yapıyorlardı ve bu uğurda Peygamberin ağzından çıkmayan sözleri, O söylemiş gibi insanlara hadis diye öğretebiliyorlardı.

Geçen zaman içinde Okumayı öğrenen Müslümanlar Kur’an-ı Kerimi Arapça metninden sevap kazanmak maksadı ile ve bilhassa ölülerin ruhuna bağışlamak için okur hale geldiler. Kur’an-ı Kerimi baştan sonuna kadar okuyarak hatim indirmeler, kırk Yasin okutmak için evlerde toplantılar tertip etmeler, kabirlerde Tebareke ve Yasin okumalar, okuması olmayanlar için ayetleri yazıp su geçirmez mumlu bezlere sarıp, hamaylılara koymalar ve bunları para karşılığında satmalar, hepsi asrısaadette olmayan sonradan icat olmuş bidatlerden başka bir şey değildi.

Böylece Müslüman’ın hayatını tanzim için Allah’ü Teâlâ tarafından gönderilen ve hidayet rehberi olduğu bildirilen Yüce Kitap, maksadının dışında okunmaya, bu sayede maddi menfaatler elde edilmeye alet edildi. Kur’an-ı Kerimin anlaşılmak ve hayata tatbik edilmek için okunacağı gerçeği unutuldu. Yüce Kitap güzel kılıflara konarak herkesin uzanamayacağı çivilere asıldı, adeta evleri süsleyen bir akse suvar konumuna getirildi. Sonrakiler tarafından her isteyen hemen eline alamasın diye “Abdesti olmayan Kur’an-a el süremez” diye kilitlendi. Adeta yalnızlığa mahkûm edildi, okunması Müslümanlar tarafından yasaklandı. Müslüman’ın biri eğer namaz kılıyorsa, bir akşam veya yatsı namazından sonra veya bir Cuma akşamı ölenlerimizin ruhuna bir Yasin okuyayım diye duvarda asılı duran Kur’an-a uzanır ve ekseriya Yasin suresini açar, on dakikalık bir süre ayırır. Biraz sonra elde ettiğine inandığı hasenatı Hz. Âdemden günümüze kadar gelen bütün inananların ve tabi’i ki kendi yakınlarının ruhuna bağışlar, çok büyük bir görevi hakkıyla eda etmişçesine kitabı üç defa öper, yapraklarını birbirine sıkıca vurarak tozlarını da temizler ve tazimle yeniden çiviye takar. Böylece ecdadını unutmayan, haftada birde olsa ruhlarına sevap gönderen bir hayırlı evlat olmanın mutluluğunu yaşamaya devam eder.

Zaman-zaman Kur’an-ı Kerim sadece bu şekilde okunmak için gönderilmemiştir. O, anlaşılmak ve yaşanmak içindir diyenler çıksa da, bunlar dinde Reform yapmak istiyorlar, kendi anlayışlarına göre Kur’an’dan hüküm çıkarmak peşindeler, Hadisleri yok sayıyorlar diye suçlanmışlar ve önleri devamlı bu şekilde kesilmiştir. Gerçi tarih boyunca dedikleri gibi art niyetli, Dini içinden bozmak isteyen münafıklar da eksik olmamış, kötü niyetleri anlaşılınca Müslümanlar bunları dışlamış ve dinin saffetini korumak için mücadelelerini sürdürmüşlerdir.

Yakın tarihimizin Mütefekkir Âlimi ve Şairi, M. Akif Ersoy de bu konuda yazdığı “İnmemiştir Kur’un şunu hakkıyla bilin. Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için” mısralarından dolayı, Din’de Reformculukla suçlanmaktan kurtulamamışıdır. Kur’anı Kerimin nasıl okunması gerektiği hususundaki yazım devam edecektir, İnşallah.

KUR’AN (2)

Bu yazımda Kur’an-ı Kerimi yine Kur’an-ın ayetleri ile tanıtmak istiyorum. Bizim iddiamız Kur’an-ı Kerimi anlayarak okunması gerektiği yönünde. Bakalım ayetler bize nasıl okumamızı gösteriyor.

“Eğer biz bu Kur’an-ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek parça-parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr, 21) “Allah korkusundan baş eğerek parça-parça olmak” için ve ” Bu misallerle insanların düşüne bilmesi” için kişinin okuduğunu anlaması gerektiğini herkes kabul eder.

“(Resulüm!) Sana bu mübarek kitabı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sad, 29)

“Andolsun biz Kur’an-ı zikir (Öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı? (Kamer, 17)

“Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; Şu halde benim kesin tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver. (Kaf, 25)

“Onlar Kur’an-ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitlimi? (Muhammed, 24) Bu dört ayetin manalarında insanların “Kur’an-dan öğüt alması ve onun üzerinde düşünmesi” isteniyor. Yine bunları yapa bilmek için Kur’an-ı anlayarak okumamız gerekir.

Kur’an-ı Kerim’in anlaşılarak okunmasına en açık delil (Fussilet Suresi 44) ayetidir. “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki; Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değilmiydi? Deki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an-da ne söylediğini anlamıyorlar.) İslami ilimlerde birçok konu (Mefhumu muhalifi) ile izah edilir. Bu ayet de aynı şekilde anlamaya çalışırsak şöyle bir anlam elde edilir. “Kur’an yabancı bir dil ile inseydi, Arab olanlar onu anlamıyoruz, bizim anlayacağımız dilden tafsilatlı şekilde açıklansın, Arab olana yabancı dilden kitap olur mu? Derlerdi.” Şimdi aynı soruyu Müslüman olup ta Arapça bilmeyenler sorma hakkına sahip değil mi? Onlara da kendi dillerinde tafsilatlı olarak Kur’an-lar hazırlanması ve okutulması gerekmez mi? Arab olmayan Müslümanlar nelere inanmaları gerektiğini bizzat Yüce Allah’ın Kelamından anlasalar daha iyi olmaz mı?

Hepimiz biliriz ki Kur’an-ı Kerim’in Yasin Suresi genellikle ölülere, mezarlara ve ölmek üzere olan hastalara okunur. Bu konu da öyle şartlanmışız ki İmamlarımız bile namazlarında zammı sure olarak Yasin’i Şeriften bir ayet okumazlar. Sanki bu surenin ayetleri ölülerden başkasına okunmasına yasak konmuş gibi. Hâlbuki Yasin’i Şerif’in 69 ve 70 numaralı ayetleri bize ne söylüyor, düşünmemiz ve ibret almamız lazım. “Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an-dır. Diri olanları uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye.” Burada dikkat edilmesi gereken cümle son ayette geçiyor. Bizim sadece ölülere okuduğumuz surenin içinde geçen ayette, Yüce Mevla Peygamberine ve onun şahsında bütün inananlara diyor ki ” Ölüleri değil, dirileri (sağları) uyarman için Kur’an-ı öğrettik.” Arif olana fazla söze ne hacet vardır.”

Zaman ve mekândan münezzeh olan yüce Allah, Kur’an-ın nazil olmasından asırlar sonra ki durumunu Peygamber’inin ağzından şöyle haber veriyor. “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an-ı büsbütün terk ettiler.” (Furkan, 30) Şu anki durumumuzu ne kadar açıkça bildiriyor.

“Biz, Kur’an-dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” Burada kast edilen şifa, manevi dertleri yok eden şifadır. Öyleyse şöyle anlaya biliriz. Kur’an-ı Kerim, hakiki Hazık (Doktor) tarafından inananların maddi ve manevi dertlerine şifa olması için gönderilen bir reçete gibidir. Nasıl ki, hasta doktorun verdiği reçeteyi eczaneye götürüp, ilaç alarak belirli ölçülerde kullanmayınca derdine şifa bulamazsa ve reçeteyi hasta yatağının başucuna camlatıp koysa, hastaya bir menfaat sağlamayacağına göre. Aynen öylede, imansızlık ve amelsizlik hastalığına duçar olmuş günümüz insanı da Kur’an-ı Kerim’i anlayarak okuyup, ondan aldığı nasihat ve şifa ile imanını düzeltip, amellerine başlamadığı müddetçe, reçeteyi ilaca çevirip dertlerine çare bulmuş olamayacaktır. Kur’an-a saygı göstermek adına, onu en güzel kılıflara koyarak, en yüksek yerlere asarak, üç defa öpüp baş üstü yaparak ve abdestsiz el sürmeyerek dertlerimize çare olacağını bekliyorsak, daha çok bekleriz demektir.

Son olarak, Kur’an-ı Kerimi nasıl okumamız hususunda bir ayet meali daha sunarak yazımı bitirmek istiyorum. ” (Ey Muhammed!) Biz, sana bu Kur’an-ı vah yetmekle geçmiş milletlerin haberlerini (kıssalarını) en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce (bu haberleri) bilmeyenlerden idin. (Yusuf, 3) Bizde bilmediğimiz ve Kur’an-da en güzel şekilde anlatılan kıssaları anlayabilmemiz için, onu anlayarak okumak mecburiyetindeyiz.

KUR’AN’I KERİM’İ NASIL OKUMALIYIZ?

Bundan evvelki iki yazımın başlığı “Kur’an” idi. Anlatılan mevzu itibariyle o yazıların başlığı da aynı olması gerekirdi. Çünkü anlatmak istediğimiz konu Kur’an’ı Kerim’in nasıl okunacağıdır. Önemine binaen devam edelim.

Peygamber Efendimiz, Kur’an’ı Kerim’i sahabelerine okurken kelimelerin ve ayetlerin manasına dikkat çeker, ayetlerin verdiği mesajı anlatmaya çalışırdı. İslam âlimler de Kur’an-ın her ayetini düşünerek, ondan ibret ve dersler çıkararak okurlardı. Acaba bizler de Kur’an’ı gerçek anlamıyla okuyabiliyor muyuz?

“Kur’an’ı biz sure-sure, ayet-ayet ayırdık ki insanlara fasılalar halinde okuyasın ve anlayıp öğrenmeleri kolaylaşsın.” (İsra, 106) “Onlar Kur’an-ın manasını düşünerek okumazlar mı?” (Nisa, 82) “Sana indirdiğimiz şu kitap çok mübarektir. Akıl sahipleri onun ayetlerini düşünsünler, ondan öğüt alsınlar.” (Sad,29)

Ashabı-ı kira’mdan bazıları, kendilerine tesir eden ayetleri sık-sık tekrarlar, saatlerce üzerinde düşünürlermiş. Son devrin büyük âlim ve müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır bu hususta şöyle der: “Ehli Kur’an, Kur’an’ı bir eğlence gibi okumaz. Kelimelerini, manalarını, hükümlerini cidden gözete-gözete dikkatli, saygılı ve devamlı bir surette, bilmediklerini ehlinden sora-sora hüsnü niyetle, temiz kalp, temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştankara bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, hikâye, roman yerine koymazlar. Kemal-i hürmet ve edeple okurlar.”

Kur’an’ı Kerim, Peygamber Efendimizin ruhuna, kalbine öyle işliyor ve öyle tesir ediyor, onu öyle hale sevk ediyordu ki vücut hatlarının değişmesine sebep oluyordu. Bir seferinde Hz. Ebu Bekir (r.a), Resulellah-a, “Yaşlandınız ya Resulellah” dedi. Peygamber Efendimiz de cevaben “Beni Hud suresi, el Vakıa, vel Mürselat, Amme yetesaelune ve İze’şşemsü küvvirat sureleri ihtiyarlattı” buyurdu. Bu sureler kıyametin dehşetini, azametini ve kâinatın alacağı o korkunç şekli anlatıyordu. Kur’an-ın ifadesiyle “Çocukları ihtiyarlatan o gün” (Müzzemmil, 17) kıyamet günüydü. İşte Efendimiz okuduğu bu ayetlerin manalarını ruhunda hissediyor ve “Bunlar beni yaşlandırdı” diyordu.

Günümüz genç yazarlarından Metin Karabaşoğlu’nun ifadesiyle ” Kur’an’ı önce kendimize okumalıyız, anlamadan, anlatmaya da bir yolculuk gerçekleştirmeliyiz. Kur’an sadece âlimlere inmiş değildir. Bütün müminler, dahası bütün Müslümanlar Kur’an-i davetin kapsama alanı içindedir. Bu bakımdan da fıkhi veya itikadi bir hüküm çıkarmaya kalkmadan. herkes kabiliyeti nispetince Kur’an’ı anlama, ayetlerle yoğrulma ve ayetleri yorumlama çabası içinde olmalıdır.”

Kanar kamuoyu araştırma şirketine 2008 senesinde, 2224 kişi üzerinde, “Kur’an’ı Kerim meali okuma oranı” hakkında bir anket yaptırılıyor. Çıkan neticeler şöyle:

— Araştırmaya katılanların yüzde 92,6’sı dinin hayatlarında önemli bir yer tuttuğunu söylüyor.
— Yüzde 82,2’si çocuklarının dindar bir insan olarak yetişmesini istiyor.
— Yüzde 74,6’sı ilk dini bilgilerini anne-babadan aldıklarını bildiriyor.
— Dini konularda ilk başvurulan kişinin yüzde 30,8 oranı ile cami imamı olduğu görülüyor.
— Kur’an-a sahip olma oranı Sünnilerde yüzde 96, Alevilerde yüzde 71 olarak tespit edilmiş.
— Kur’an’ı Arapça metninden okuyanların yüzde 72,9, beş ile on dört yaşlarında öğrenmiş.
— Düzenli olarak beş vakit namaz kılanlar, kadınlarda yüzde 45,8, erkeklerde yüzde 36,7 miş.
— Müslüman toplumun yüzde 79,3 düzenli olarak oruç tutuyormuş.
— Yüzde 65,6 düzenli olarak Cuma namazı kılıyor, yüzde 79,7 Bayram namazına gidiyormuş
— Yüzde 30,9 Teravih namazı kılıyor, yüzde 6,1 de Hacca gidiyormuş.
— Yüzde 56,7 zekat veriyor, yüzde 51.2 ise kurban kesiyormuş.
— Yüzde 78,3 nün evinde Türkçe mealli Kur’an’ı Kerim bulunuyormuş.
— Kur’an’ı okuma oranı kadınlarda yüzde 74, erkeklerde ise yüzde 65,2, olarak tespit edilmiş.
— Yaş ilerledikçe Kur’an’ı hatmetme oranının arttığı, Kur’an’ı devamlı okumanın azaldığı gözlenmiş.
— Müslümanların Kur’an’ı, Arapçasından okumanın, mealinden okumaktan daha sevap olduğuna
İnandıkları anlaşılmış.
— Araştırmaya katılanların yüzde 24 nün Kur’an Mealinin tamamını okuduğu, yüzde 76 nın da okumadığı
Tespit edilmiş.
— Meal okuyanların yüzde 67 si Kur’an’ı daha iyi anlamak için okuduklarını söylemiş.

Bizim asıl mevzuumuza bakacak olursak, Kur’an’ı Kerimi mealinden okuyanların oranının yüzde 5 olduğu anlaşılmış. Toplumda ki dini yozlaşmanın, itikat zayıflığının, ibadet eksikliğinin, ahlaki bozulmanın temelinde yatan nedenleri; Kur’an-ı anlayarak ve hayatına tatbik ederek okuyanların sayısının yüzde beşlerde kalmış olmasına bağlaya biliriz.

KUR’AN’I KERİM’İ ANLAMA TARİHİ

Kur’an-ı Kerim’i anlamak için akli ve nakli bilgilere ihtiyaç olduğu Sahabe’i kiramın sonlarına, Tabiin döneminin başlarına doğru anlaşılmaya başlandı. Müslümanlar anlamadıklarını hemen sorup ve hemen cevap alacakları bilgili sahabeleri istedikleri zaman bulamıyorlardı. Bu ihtiyacı karşılamak için çocukluğu Peygamber Efendimizin yanında geçen İbn Abbas kısa bir tefsir yazarak başladı. Fakat bu kısa tefsir birileri tarafından on katı fazlalaştırılarak sonrakilere ulaştırıldı. Günümüz araştırmacılarından Dücane Cündioğlu, “İbn Abasın ismi öylesine suiistimal edildi ki rivayetlerinin miktarı, kendisinden bir tek ayet ya da sözcüğün yorumunda birbiriyle çelişir birkaç kavil nakledecek dereceye vardı. Nitekim bu nedenle henüz ikinci hicri asırda İmamı Şafii, İbn Abbas’tan tefsire dair ancak “yüz kadar rivayetin” sahih olarak geldiğini söylemek zorunda kalmıştır” diyor. Bu tefsir yazma işi birçok İslam bilgini tarafından sürdürüldü ve en kapsamlı tefsir hicri üçüncü asırda İranlı İbrahim Taberi tarafından yazıldı.

Bundan sonra yazılan bütün tefsirlere, Taberi’nin yazdığı tefsir kaynaklık etti. Fakat Taberi’nin İran’lı olması hasebiyle asırlardır komşuluk ettikleri, Turanlılara yani Türk’lere kızgınlığı vardı. Çünkü Türk’ler, tarih boyunca İranlılara savaş açmış ve çoğunda galip gelerek İran’ı işgal etmişlerdi. Bu kızgınlığın eseri olarak, Taberi tefsirinin tam orta yerine, henüz çoğunlukla Müslüman olmayan Türkleri “Yecuc-mecuc” olarak yerleştirdi. Daha sonra tefsir yazanlarda bu kaynaktan istifade ederek Türk’leri “Yecuc-mecuc” ilan etmeye devam ettiler. İşin garibi daha sonraki zamanlarda Türkler, yüzde doksan dokuz Müslüman oldular, birçok İslam devleti kurdular, hatta İslam’ın bayraktarlığını yapmaya başladılar fakat tefsirlerde “Yecuc-mecuc” olmaya devam ettiler. Daha da garip olanı bu iddia Türklerin açtığı medreselerde de devam ettirildi.

Bu akıl almaz yanlışlık on yedinci yüz yıla kadar devam etmiş, medresede okuyan bir talebe tefsir dersi okurken, Türklerin “Yecuc-mecuc” olduğu meselesine gelince isyan bayrağını çekmiş ve “İslam’a bu kadar hizmet etmiş bir kavmi kıyamet alametlerinin büyüklerinden olan, Yecuc-mecuc olarak ilan edemezsiniz” demiştir. Bu yiğit talebe bu itirazla kalmamış, dört ciltlik tefsir yazmış ve “Zülkarneyn’den maksat Türklerin atası Oğuz Han olduğunu” söylemiştir. Bu kişi yaşadığı asra damgasını vuran Mehmet Vani (Vanlı Mehmet) Efendidir.

Diğer taraftan ilk Müslüman Türk topluluğu olan Kararanlılar yeni tabi oldukları dinin kitabı Kur’an-ı Kerimi kendi dillerine yani Türkçeye çevirmişler, okuyarak, anlayarak Müslüman olmuşlardır. (840–1212) ler de yazılan bu eser halen İstanbul da ki İslam eserleri müzesinde mevcuttur. Bu tarihten tam 750 yıl sonra T.B.M.M kararı ile Kur’an-ı Kerim’in meali ve tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır’a yazdırılıyor. Yani tam yedi yüz elli sene Türk milleti inandığı dinin kitabını anlamadan okuyor, adeta seyrediyor. Günümüz araştırmacı yazarlarından bir tanesi bu durumu açıklamak için şöyle diyor: “Okumuyoruz; dinliyoruz, seyrediyoruz.. Ve üstelik bildiğimizi sanıyoruz. Türkler, İslam’ın kılıcı olmuştur ama âlimi olamamıştır” aynı yazar geçmişte yaşanan bir garip olayı şöyle anlatıyor: “Hıristiyan “dönme” Molla Süleyman hiç bir bilgisi olmamasına rağmen, eline Kur’an-ı Kerim’i alıyor ve güya ondan okuyor gibi aklına ne gelirse söylüyor. Böylece O yörede âlim olarak şöhret buluyor.”

Peki, bu durumun suçlusu, sorumlusu kim, birazda onu anlamaya çalışalım. Başta menfaat düşkünü hocalarımız ve insanlar üzerinde ki hâkimiyetlerinin, onların cehlinden istifade ederek devam etmesini isteyen Şeyhlerimizdir. Cahil halk, okursa ve okuduğunu anlarsa bu iki gurubun önemi kalmayacak, dolayısı ile birilerine, kendilerini derya- deniz gibi ilim sahibi olduğunu satamayacak, diğerleri de canları istediği zaman kendilerini Hızır, Mehdi olarak takdim edemeyecek ve her hareketlerini keramet olarak izhar edemeyecekler. Bunun için Avrupa yenilenme çağına girip, Matbaayı kurup yüz binlerce eser basarak ve İncil’i Almancaya, İngilizceye, Fransızcaya ve bilumum Avrupa dillerine çevirerek anlayarak okuduğu çağda; biz matbaayı tam üç yüz sene Osmanlı’ya sokmayarak rekor üstüne rekor kırdık. Üç yüz senelik bir gecikmeden sonra kurulan matbaada sadece on yedi eser bastıktan sonra yine bir kırk sene daha ara verdik, ancak ondan sonra kitapları elle yazmadan kurtarıp çoğaltabildik.

Yazımı okuyanlar âlimlerimize ve Şeyhlere haksızlık ettiğimi düşünebilirler. Fakat Ansiklopedilere bakınca görülecektir ki kendilerini Türk olarak takdim eden birçok Selçuklu ve Osmanlı âlimi yazdıkları eserlerin yüzde doksanını ya Arapça veya Farsça olarak yazmışlardır. Yazdığı halk hikâyelerini, masalları, nerde ise Kur’an-ı Kerim ayarında gösteren ünlü Tasavvufçumuz Mevlana’da yirmi altı bin beyitlik hacimli eserini Farsça yazma gereği duymuştur. Mesnevi anlaşılmak için tam on yedi defa Türkçeye tercüme ve Şerhi yapılmış ve hala yapılmaya devam ediyor. Bu günkü takipçilerine, niye Farsça yazmış dediğimizde, o günkü ilim ve edebiyat dili Arapça ve Farsçadır, onun için öyle yazılmış diyorlar. “Ama aynı dönemde yaşayan Yunus Emre, bütün şiirlerini halkın konuştuğu Türkçe ile yazmış, o gün ne kadar anlaşılıyorsa, bu günde o kadar anlaşılıyor” deyince cevap veremiyorlardı.

Kur’an-ı Kerim-i Türkçeye çevirme işine, dışarıdan Araplar, “Türkler İslam’dan vazgeçiyorlar” diye, içerdekiler de “Türk’çe namaz kıldıracaklar” diye karşı çıkmışlardır. Fakat korkulan olmamış, tercümeler, mealler çoğalmış, Müslümanlar idrakleri nispetinde hisselerine düşenleri alsınlar diye okunmayı bekliyorlar.

ABDEST’SİZ KUR’AN-A DOKUNULURMU?

Yazının başlığına dikkatinizi çekiyorum. “Abdestsiz Kur’an okunur mu?” Demiyorum, çünkü bu konuda tarih boyunca bir yasak konmamış. Fakat Kur’an-ın abdestsiz olarak tutulup-tutulmayacağı hususunda İslam tarihi boyunca tartışmalar günümüze kadar süre gelmiştir. Şu bir gerçek ki, “Abdestsiz olarak Kur’an-a dokunulmaz” anlayışı, Kur’an-ın okunmasına ve anlaşılmasına büyük set olmuştur. Peki, bu uygulama doğrumu, gerçekten Kur’an-ı ele almak haram mı? Konu ile ilgili ortak düşünelim.

1- Bu anlayışa Vakıa Suresi, 79 ayetinde ki “Mutahherun” kelimesine abdest manası verilerek başlanmıştır. İki kelime, bir cümleden oluşan ayetin tamamı “La yemessühu illel Mutahherun” dur. Manası “Ona temizlenenlerden başkası el süremez.” Peki, buradaki “Temizlenenlerden” maksat, yaratılıştan temiz olarak yaratılan Melekler mi, Necasetten temizlik mi, Cünüplükten temizlik mi, yoksa Abdest almak mı? Kur’an-ı Kerim-i tefsir edenler hep ayetlerin Siyak ve Sibakı’na, yani öncesine ve sonrasına dikkat çekmişlerdir. Ayetin manasının tam anlaşılması için bizde öyle yapalım. “ O, elbette şerefli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona temizlenenlerden başkası el süremez. (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” Görüldüğü gibi ayetin öncesi, Kur’an ve diğer İlahi kitapların kayıtlı olduğu “Levhi Mahfuzu” işaret ediyor. “Mutahherun” sözcüğünden maksat Levhi Mahfuza dokuna bilen meleklerdir. Aynı kelime insanlar için kullanıldığı zaman “Mutahhirun” olarak yazılır. (bkz. Bakara/222, Tevbe/108) Birçok müfessir bu ayete böyle mana vermiştir. “Dokunabilenler melekler, dokunamayanlar şeytanlardır” denmiştir.
2- Kur’an-ı Kerim’de Abdesti anlatan bir ayet vardır, oda Maide Suresi 6. ayetidir. Bu ayette “ Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi (Feğsilu) yıkayın.” Devamında “Eğer cünüp iseniz (Fettahheru) temizlenin lafızları geçmektedir. Teyemmümün ve Guslün anlatıldığı Nisa Suresi 43. ayetinde ise, Cünüplükten çıkmak için (Teğtesilu) yıkanmak emrediliyor. Yani, Kur’an-ı Kerim de abdesti anlatan bir ayet vardır, orada da “Ğasele” kökünden gelen “yıkanmak” emredilmektedir. Cünüplükten kurtulmak için ise, iki ayet vardır, birinde “Tahara” Kökünden gelen “temizlenin” ikinci ayette ise, “yıkanın” diye emredilmektedir. Bu izahlardan çıkan netice şudur. Vakıa Suresinde ki “Dokunamaz” nehyi, insanlara hitap dahi olsa, “temizlenenlerden” maksat abdest değil, bu günkü deyimle gusül olabilir.
3- Abdestle ilgili Kur’an-ı Kerim de tek ayet vardır, oda Maide suresi 6. ayetidir. Bu ayette abdestin sebebi hikmeti ayetin başında “Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman” cümlesi ile açıkça zikredilmektedir. Burada ayrıca “Kur’an okumak istediğiniz zaman” diye bir sebepten bahsedilmemektedir. Kur’an-ı Kerim-i okumak için, yine Kur’an tarafından konulan şart “Taşlanmış olan Şeytanın şerrinden, Allah’a (cc) sığın” emridir. Kur’an-ı okumak için ayrıca bir şart konmamıştır.
4- Kur’an-a ancak abdestli dokunulabileceğinin emredildiği iddia edilen ayetin bulunduğu Vakıa Suresi Mekke de inmiştir. Hâlbuki namaz kılmak için abdest almayı farz kılan ayetin bulunduğu Maide Suresi çok sonraları Medine de nazil olmuştur. Abdest ayeti inene kadar Müslümanlar Kur’an-a nasıl dokunuyorlardı bilinmiyor. Müslümanlar abdest ayetinin gelmediği bu dönemde hangi hükme dayanarak ibadet ediyorlardı, oda bilinmiyor. Diğer taraftan Mekke döneminde inen ayetler genellikle inanç konularında olduğu için Vakıa Suresi ayeti abdest konusunda hüküm olarak ta değerlendirilmez.
5- Diğer taraftan o dönemlerde Kur’an-ı Kerim tamamen nazil olmadığı için Mushaf halinde bir araya da getirilmemişti. Çeşitli cisimler üzerine yazılan Kur’an ayetleri ayrı-ayrı muhafaza ediliyordu. Dolayısıyla henüz mevcut olmayan Kur’an-a abdestsiz dokunmak nasıl yasak olabilir?
6- Kur’an-ı Kerim’in yüzüne, cildine veya sahifelerine el sürülmeden okunabileceği birçok fıkıh kitabında yazılıdır. Bu durumda zarfı, mazruftan kıymetli tutmuş olmuyor muyuz? Yani kâğıttan, mürekkepten, kartondan vesaire den oluşan Kur’an-ın dış aksamını, lafzından, manasından daha faziletli hale getirmiş olmuyor muyuz? Böyle bir durumu hangi akıl sahibi kabul edebilir.
7- Peki, bu konuda hadis veya sahabe döneminden bize ulaşa haber yok mu? Kur’an-a abdestsiz dokunmanın yasak olduğunu bildiren hadisler, en güvenilir kabul edilen Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim de geçmez. İbn Hibban ve bazı Sünen sahiplerinin kitaplarında geçer. Buna mukabil aksini iddia eden rivayetlerde mevcuttur. Mesela: Bir rivayete göre İbn Abbas, cünüp olan kişinin okumasını mubah görürdü. (Ali İmran, 15) Yine Hz. Ali’nin “Cünüplükten başka Resülüllah’ı Kur’an okumaktan alıkoyan bir şey olmazdı” dediği rivayet edilir.
8- Maliki mezhebinin bu konudaki görüşü ittifakla “abdestsiz Kur’an-a dokunulamayacağı” yönündedir. Fakat bu mezhepte, Kur’an-ı öğreten ve öğrenenlerin abdestsiz Kur’an-a dokunabileceğini bildirmiştir. Hatta öğrenmek için hayızlı kadınlarda dokunabilir demişlerdir. Diğer taraftan şu anda takipçisi bulunmayan Zahiri mezhebi imamı Davud’u Zahiri, delillerin zahirine bakarak hükümler ortaya koymuş, bu konuda da “ Cünüp, hayız, nifas ve abdestsiz kişilerin Kur’an-a dokunmasını caiz görmüştür. Bu mezhebin büyük İmamlarından İbn Hazm konuyla ilgili olarak teferruatlı olarak bilgi vermiş ve Fakihlerin, abdestsiz Kur’an-a dokunulmayacağı hususunda ileri sürdükleri deliller Kur’an ve Sünnette sabit değildir” demiştir.

Bu yazının bir kısmını, günümüz âlimlerinden Prof. İbrahim sarmış hocanın aynı adlı makalesinden istifade ederek yazdım. Allah (cc) kendisinden razı olsun.

KUR’AN-A SAYGI GÖSTERMEK!

Küçüklüğümde namaz surelerini öğrenmek için gittiğimiz Mektepler de bir “Gazıyye” gibi öğretilen Fetva vardı. “ Yüksekte duran bir ekmeği alabilmek için, Kur’an ayakaltına alınabilir, fakat yüksekteki bir Kur’an-ı alabilmek için ekmekler ayakaltına alınmaz” derlerdi. Yani bu cümle ile şu anlatılmak istenirdi: “Eğer insan aç kalmış, yüksek yerde bulunan ekmeğe uzanabilmek için Kur’an-ı Kerimleri ayakaltına koyarak almaktan başka çaresi yoksa Kur’an-ı ayakaltına alarak ekmeğe uzanır, fakat yüksekte bulunan Kur’an-ı alıp okuyabilmek için ayağının altına ekmekler koyamaz.” Bu söz mazerete binaen söylenmiş bir sözdür, tatbikatı da pek mümkün değildir. Bu sözden, ekmek Kur’an-ı Kerimden daha kıymetlidir gibi bir mana çıkarılamaz veya bu şekilde amel edilemez.

Kur’an-ı Kerime söz ile olsun, fiil ile olsun saygı duymanın ve tazımda bulunmanın gerekliliği tartışılmaz.

Kur’an-ı Kerim ayetlerinin eğlenceye alınmaması, eğlenceli ve kötü yerlerde okunmaması, her türlü küçük düşürücü davranışlardan muhafaza edilmesi, Kur’an-ı Kerime gösterilmesi gereken saygı, sevgi ve tazimin icabıdır.

Kur’an-ın Allah kelamı olduğunu, Peygambere vahiy ile geldiğini bilen ve bu inançta olan bir Müslüman nasıl saygısızlık gösterir veya saygısızlık gösterenlere müsamaha edebilir.

Müslümanların bu hassasiyetini bildikleri için Belçika da, Hollanda da, Fransa da ve sair Avrupa devletlerinde zaman-zaman Kur’an-a hakaretler içeren yazılar, karikatürler yayınlanarak saygısızlıklar sergilenmektedir. Böylece Müslümanlar incitilmek istenmektedir.

Kur’an-a saygı gösterme hususu herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Abdestsiz olan bir kimsenin, hayız ve lohusa olan kadınların Kur’an-a dokunmasının yasaklanması da, ona gösterilmesi gereken saygıdan ileri gelmektedir. Din düşmanlarının olduğu yerlere Kur’an-ı göndermemek ve Onu ayakaltında bırakmamak ta Ona gösterilmesi gereken saygının bir ifadesidir.

Yine Kur’an ile helâya ve necaset içeren yerlere girmemekte ona gösterilen saygının gereğidir. Cebinde veya elbisesinin herhangi bir yerinde Kur’an-ı unutarak tuvalete giren kişi günah işlemiş olmaz, çünkü Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuş: “Ümmetimden hata, nisyan (unutarak) ve birde zorla işlettikleri şeyler kaldırılmıştır.” Yani “günah yazılmaz” demiştir.

Bir kimse eğer çok unutkan ise Kur’an-a tazim hususunu ihlal edecek bir duruma düşmemesi için cebinde Kur’an taşımaması daha uygun olur.

Klasik fıkıh kitaplarımızdan Feth-ül Kadir de “Bir kılıf içinde Kur’an ile helâya girmek mekruh olmaz. Bununla beraber böyle şeylerden kaçınmak daha eftaldır” denilmektedir. Yine eski eserlerden “Eş-şurrunbilali” de şöyle denilmiştir. “Beraberinde, üzerinde Allah’ın ismi veya Kur’an yazılmış olan bir şeyle helâya girmek mekruh olur.

Kur’an-a saygı göstermek adına bazı yapmacık hareketlerde bulunmakta doğru değildir. Bazı edepsiz insanlar vardır, günün her saatinde Anne- Babalarına, Dedelerine her türlü saygısızlığı yapar, Bayram sabahı da herkesten evvel munis bir şekilde, edep ve erkân ile büyüklerinin elini öper, başına koyarak saygılı evlat portesi çizerler. Aynen böylede, ömür boyu Kur’an-dan uzak kalmış, Onu okumak ve anlamak için hiçbir çabası olmamış birinin, kalabalık bir ortamda eline Kur’an-ı alıp üç defa öpmesi, üç defa başına koyması, Onu güzel muhafazalara sarıp yükseklere asması Kur’an-a saygı göstermek değil, bilakis saygısızlığın daniskasıdır.

Bizim gösterdiğimiz saygının yüzeyselliğini göstermesi açısından küçük bir hatıramı anlatmak istiyorum: Bir sene Hacca gitmek maksadıyla Ürdün’e gitmiştik. Başkent Amman da birkaç tane Hacı adayı ihtiyarlarla geziyorum. Sokaklara Gazete parçaları atılmış, tabi oradaki Gazeteler Arapça harflerle yazıldığı için bizim ihtiyarlar hemen Gazete parçalarını yerlerden toplamaya başladılar. Ne yapıyorsunuz öyle?” diye sorduğumda, Hoca bunlar hep Kur’an yazısı, yerde bırakılırımı, bir yüksek yere koymak için topluyoruz” dediler.

Yine oralarda güzel bir adet var. Her namaz vakti için ezan okunduktan sonra, namaz kılmak için yirmi-yirmi beş dakika bekliyorlar. Bu süre içinde namaza gelen herkes Kur’an-ı Kerim alıyor, kimisi ayaklarını uzatıp dizlerinin üstüne koyuyor, kimisi de yere koyup üzerine eğilerek Kur’an okuyorlar. Zaten Kur’an-ı Kerimlerin konulduğu raflarda en fazla yerden bir metre yüksekte yapılmış ve Kur’an’dan başka kitapta konulmamış. Kur’an-ı Kerimlerin böyle alçak raflara konulduğunu ve dizlerinin üstüne, yerlere koyarak Kur’an okuduklarını gören bizimkiler onlara çok kızıyorlardı. Hâlbuki Kur’an-a saygı göstereceğiz diye ondan öcü gibi uzaklaşan bizler maalesef en büyük saygısızlığı yapıyoruz.

Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle açıklar: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah-ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin-derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tespih ederiz. Bizi cehennem azabından koru! (Ali İmran, 191) En büyük zikir Kur’an olduğuna göre ve Rabbimizin Yarattıklarında ki hikmetleri en güzel şekilde Kur’an-dan anlayacağımıza göre, Kur’an-ı her hal ve ortamda okumamız gerekmektedir.

PARA KARŞILIĞI KUR’AN OKUMAK VEYA OKUTMAK

Bu konuya başımdan geçen küçük bir hatıramı anlatarak geçmek istiyorum. 1963 senesi Ramazan ayı idi. Okumakta olduğumuz Kur’an Kursun’dan izinli olduğumuz için hatim okuyup biraz harçlık elde etmek niyetiyle Sivas’a gelmiştim. Tanıdık, bildik vasıtasıyla tam on yedi tane hatim okuma evi buldum. Bunların çoğunu okumak için evlere gidiyoruz, bir köşeye oturuyoruz. Bazen önümüze bir bezden perde çekiyorlar. Bazı evlerde Kur’an okumasını bilen kadınlar veya komşular geliyor, okuduklarımızı takip ederek onlarda hatim yapmaya çalışıyorlardı.

Yaz aylarında, Köylerde kalbur, elek satan, düğünlerde davul zurna çalan ve bizim köye gelince de bize komşu olan Sivaslı bir Ali amca vardı. O günlerde Almanya ya gitmeye başladı herkes. Bizim Ali amca da gitmiş, Ramazanda izine gelmiş. Beni görünce “Hafız bize de iki tane hatim oku, ama eve gelerek orada oku” dedi. Bizde listemize Ali amcanın iki hatmini ilave ederek ve evine giderek okumaya başladık. Fakat eve gitmekte zorlanıyorum. Evvela, ben o zamanlar on bir yaşında çocuğum. Sonra, Ali amca gilin ev Çarşının içinde fakat sokağın tam orta yerinde. Oraya varana kadar her kapıda üç tane köpek var. Onları atlatarak Ali Amcanın evine varmak için, sokağın başında biri elimden tutarak bana eşlik etmesi gerekiyor.

İşte bu zorlukları göğüsleyerek bir ay oraya gittim ve her gün iki cüz okuyarak, hatmi tamamladım. Bayramdan bir gün evvel, yani Arife günü Ali amcayı Dikilitaş meydanın da buldum ve “Ali amca hatimlerini bitirdim, bugün dua’nı yapacağım dedim.” Bunun üzerine Ali amca cebinden bir tomar para çıkardı, içinden bir on lira aldı, bana verdi. O günlerde önceden fiyat belli olmadan hatim okunurdu, en az otuz, en fazla elli lira verilirdi. Buna mukabil Ali amca iki hatime karşılık bana on lira verince, öylece dura kaldım. Birde, Aydoğan mahallesinde bir akrabanın evinde kalıyorum, günlük minibüse otuz beş kuruş çarşıya gelirken, otuz beş kuruş ta giderken veriyorum, yani günlük yetmiş kuruştan bir ayda yirmi bir lira araba parası vermişim. O zamanki aklımla hemen bunların hesabını yaptım, Ali amcaya verdiği on lirayı geri verdim ve “Ali amca bu okuduğum hatimleri senin ölülerine bağışlamıyorum, ben kendi geçmişlerime bağışlayacağım dedim. Ali amca ne dediyse sözümden vaz geçmedim.

Bu hesabı yapmamın nedeni Kur’an-ı Kerimde birkaç ayette münafıklar ve Yahudiler anlatılırken “onların Allah’ın ayetlerini az bir para karşılığında sattıkları anlatılır.” Bu manalar aklımda kaldığı için öyle hareket etmiştim. Şimdi gelelim bu konuda İslam ulemasının söylediklerine ve yazdıklarına.

Evvela Osmanlı ulemasından Mehmed Birgivinin söyledikleri: “Onlardan kim ahret işini dünyalık için yaparsa onun hiçbir payı yoktur.” Hükmü gereğince böyle bir okumanın sevabı olmadığına göre, elde edilemeyecek sevaba karşılık verilecek nasıl ücret istenebilir? Zaten İslam fıkhına göre olmayan şeyin satışı caiz değildir. Ücretle okunan Kur’an-dan sevap hâsıl olsa bile teslimi mümkün değildir. Tesliminde mümkün olduğunu kabul etsek, sevabı para karşılığı temlik etmek (sahip olmak) mümkün değildir. Çünkü burada sahip olunacak şey sevaptır, sadece Kur’an okumak değildir. Zira ücret veren sevap elde etmediğini bilse, sadece Kur’an okuduğu için ücret vermeyecektir. O yüzden sevap teslim edilmeden ücrete hak kazanılamaz. Diğer taraftan okuyanda ücret alamayacağını bilse okumayacaktır.

Kur’an-ı Kerim okumakta bedeni bir ibadet olması bakımından, namaz ve oruç gibidir. Onun için, nasıl namaz ve oruç için ücret almak caiz değilse, Kur’an okumaya ücret almakta caiz değildir. Bu gerçekte sevap satmak işidir ki, insanın geçmiş zamanlarda yaptığı amellerin sevabını satışa çıkarmasına benzer. Bununda caiz olmayacağı nasıl şüphesiz ise, bu konunun da caiz olmayacağı aynıdır.”(Mehmed Birgivi, Şerhi Hadisi Erbaın, sh. 75)

Hanefi fıkhının büyük âlimi İbn Abidin ise şöyle der: “Bu konuda sevabın varlığı malum değildir. Birisi sevabın kendinin, yâda ölmüş bir yakınının ruhuna bağışlamak üzere birisine hatim okutup ücret verse, bu okuyuştan bir sevabın hâsıl olacağı belli değildir ki ücret vermesi gereksin. Sevap hâsıl olsa bile, okuyan için hâsıl olmuş olur ve ücret karşılığı satılması yine caiz olmaz. Böyle bir okuyuştan sevap hâsıl olmayacağı açıktır. Çünkü sevap olabilmesi için okumanın Allah rızası için olması gerekir. Ücretle okuyan ise bir dünyalık menfaat sağlamak niyetiyle okumaktadır, halisan Allah rızası için değildir. Bu durumu şöyle anlayabiliriz: Kur’an okuyan kişi, okutanın kendisine bir şey vermeyeceğini bilse, özellikle bu işi meslek haline getirenler, bir harf bile okumayacaklardı.” (İbn Abidin, El Ukudüddürriyye, 11/115)

İmamı Nevevi, yazdığı esere bir bölüm açarak şöyle der: “ Bu konu Son derece kaçınılması gereken şeylerin başında gelenlerden birisi de Kur’an-ı bir geçim aracı haline getirmektir.” (Nevevi, Et-Tıbyan fi Adabı Hameletil Kur’an, s. 42)

Tacüş-Seria: “ Ücretle Kur’an okumanın, ne okuyana nede okutana sevabı dokunur.” Ayni: “Dünyalık için Kur’an okuyan, okumaktan alıkonulur. Bu durumda alanda verende günahkârdır. (İbn Abidin, Şifaül Alil, s. 180)

Bu konu, önemine binaen devam edecektir. B.ÇÖL 24–10–2009

ÜCRETLE KUR’AN OKUMAK VE OKUTMAK(2)

Bu yazıma da yine geçmişte bizzat şahit olduğum olayı naklederek başlamak istiyorum: Yirmi sene öncesiydi, bir Arife günü yukarı tekke mezarlığını ziyarete gitmiştim. Adet olduğu üzere o gün birçok insan yakınlarının mezarını ziyaret edip, bir Fatiha okumak için mezarlıklara akın etmişti. O günlerde biraz Kur’an okumasını bilen Köylü veya varoşlarda yaşayan fakirler, Arife ve Bayram günlerinde mezar başlarında Yasin okuyarak birkaç kuruş para kazanırlardı.

Mezarlığın girişinde koltuğunun altına bir Mushaf sıkıştırmış, dilenci kılıklı biri “Abi ölmüşlerine Yasin okuyayım mı?” diyerek karşıladı. Ben “sağ ol” diyerek savdım, fakat benden sonra daha düzgün giyimli ve fotör şapkalı birini yakaladı. Ona da aynı teklifi yaptı, oda kabul etti. Bende onları duyayım diye biraz yavaşladım. Aralarında şöyle bir konuşma geçiyordu.
–“ Bir Yasin okumana kaç lira vereceğim?”
–“ On lira versen yeter Ağabey. Okutacak kişi peki diyor ve bir mezarın başında duruyorlar. Okuyacak olan koltuğunun altından Mushaf’ı alıyor ve Yasin’i açıyor. Bende yakın bir mezarın başına oturarak onları izlemeye devam ediyorum. Adam Yasin’i Şerifi sesli olarak okumaya başlıyor, Yasin suresinin baş tarafından iki satır okuyor ve öbür sahifeye geçiyor. Oradan da iki sıra okuyor, diğer sahifeye geçiyor, böylece beş dakikada Yasin’i Şerif’i bitirerek ayağa kalkıyor ve ücretini istiyor. Adam çıkarıp on lira uzatıyor fakat bizim ki, mezarın başına giderken kabul ettiği on lirayı bu sefer iki misline çıkararak yirmi lira istiyor. Bende bu durumu görünce dayanamıyorum, “Dur kardeşim dur, para falan verme” diyorum. Taaccüp ederek, “niye” diye soruyor. “Çünkü bu adam senin ölülerine Yasin okumadı, her sahifenin baş tarafından iki sıra okuyarak keseden bitirdi” diyorum.

Bir evvelki yazımda bilmediğimden, ama pazarlık etmeden bende ücretle Hatim okuduğumu anlatmıştım. Ancak bizim Hatim okuduğumuz zamanlarda gerçekten bir mesai harcıyor, bir emek sarf ediyorduk. Yinede o günden beri okumuş olduğum Kur’an-dan, Yasin’i Şeriften veya Mevlitten hiç ücret talep etmedim ve verseler de almadım. Fakat yukarıda anlattığım hikâye, her Arife ve Bayram günlerinde yaşanmaya devam ediyor. O, halde konunun fıkh’i hükmünü anlatmaya devam edelim ki İnşallah faydalı olur.

Şeyhu’l İslam Ankaravi Mehmet Efendi: Kıraat ya taattır (Sevaptır), ya masiyettir (Günahtır), ya da mubahtır. Bir dördüncü şık düşünülemez. Eğer Kur’an okumak, Hadis okumak gibi bir taatse, bunların karşılığında ücret almak, taate ücret almak olur ki, taat üzerine ücret anlaşması yapmak sahih değildir. Eğer şarkı, türkü gibi bir masiyetse, o zaman bu masiyete ücret olmak olur. Bu ise batıldır. Yok, eğer Edebiyat vs. kitapları okumak gibi bir mubah okumaksa, o zamanda ücretle tutanın ücret vermeden bile sahip olduğu bir şeyi, ücretle yaptırması olur ki, bu Mün’akid (Geçerli) olmaz. (Feteva’yi Ankaravi. 11/293)

El-İhtiyar ve Mecmau’l Feteva’de: “Kur’an için herhangi bir şey almak caiz değildir. Zira bu ücret gibidir” denmektedir. Ücrete benzeyen caiz olmazsa, ya ücret olarak alınan nasıl caiz olacaktır? ( İbn Abidin, Şifaül Alil, s179)

İbn Teymiye: “Kıraate ücret ve sevabını ölüye gönderme sahih değildir. Çünkü bu hususta hiçbir İmamımızdan makul bir izin yoktur. Hatta ulema, okuyan bir mal karşılığı olursa, bunun bir sevabı yoktur demişlerdir. Kur’an okuma karşılığı ücret alınmayacağında İmamlarımızın ittifakları vardır. İhtilaf, öğretmeye verilecek ücret konusundadır.” (İbn Abidin, Şifau’l Alil, s. 175)

İmam Birgivi: “Bunun için vasiyette bulunmak batıldır. Alınan alana haramdır. Bu yolla Kur’an okuyanda, onu dünyanın bayağı metaına alet ettiği için asidir. Allah’tan da utanmazlar, bu Kur’an-ı birkaç değersiz para için, hayır, bilakis talibi köpekler olan kazurat ve leşler için okurlar. Bu yolla insanları aldatabilirler ama, gaybın ve görünenlerin Alimi olan Allah’ı nasıl aldatacaklar?!” (İbn Abidin, Şifau’l Alil. S. 174)

Buraya kadarki İmamların görüşlerini, “Ebediyen, biz” isimli siteden istifade ederek yazdım. Yüce Mevla, hazırlayanlardan razı olsun. Birazda “Sorularla İslamiyet” sitesinden konuyla ilgili bilgiler alalım.

“Kur’an okumayı bilmediğimden, yakınlarımın ölüm günlerinde ruhlarına sevap göndermek için bir Hoca çağırıp Kur’an okutuyoruz. Her ne kadar ücret almak istemez görülseler de, ceplerine uygun bir miktarda para koymaya itirazda etmiyorlar. Bu durumda: Kur’an okuyanlara, okumalarına karşılık ücret vermek ve onların verilen ücretleri memnuniyetle kabul etmeleri doğru bir hareket mi?

Cevap: Kur’an-ın okunması ölüye gitmez. Okumadan dolayı Allah’ın lütfettiği sevap ölüye hediye edilir. Bu sebeple amacı para almak olan bir insan para için Kur’an okursa ibadet olmayacağından sevap beklemek doğru değildir. Bu sebeple âlimler Kur’an para için okunmaz demişlerdir.

Hanefi mezhebine göre: Taat ve ibadet karşılığında ücret almak haram olduğundan Kur’an-ı Kerimi menfaat karşılığı okumak caiz değildir. Ücret alanda mesuldür, verende. Peygamber (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Kur’an-ı Kerimi tilavet ediniz. Fakat karşılığında ücret alıp menfaat sağlamayınız. Ancak Hanefi mezhebinin son âlimleri Ezan, İmamet vaaz ve Kur’an öğretmek mukabilinde ücret almayı uygun görmüşler ve haram olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ücret mukabilinde belirli kimselere bu vazifeler yaptırılmazsa, ibadet ve taatlar da aksaklıklar meydana gelecektir. (Mezahibi Erbaa, c.3, s. 172)

Hülasa: Kur’an, karşılık beklenmeden okuyarak ve dinleyerek sevap elde edilir ve geçmişlerimize hediye edilebilir. Ancak asıl olan Kur’an-ı Kerimi ibadet kastıyla ve Allah rızası için okumak ve dinlemektir.

MÜSLÜMAN NİYE NAMAZ KILMAZ?

2008 senesinde yapılan bir anketin sonuçlarına göre Türkiye deki Müslüman erkeklerin yüzde otuz altısı, Müslüman kadınların ise yüzde kırk beşinin namaz kıldığı tespit edilmiş. Bu duruma göre Türkiye de Müslümanların yüzde kırkı namaz kılıyor, yüzde altmışı ise kılmıyor. Peki, namaz kılmadan Müslümanlık olur mu? İşin mezheplere göre fetvası bir tarafa, İslam’ın beş şartını bilen her Müslüman namazın Müslümanlar için olmazsa, olmaz olduğunu bilir.

Her Müslüman bilir ki İslam’ın şartı beştir. Birincisi İslam’a girmek ve Müslüman olmak için anahtar vazifesi gören kelime’i şahadettir. Bu cümleyi inanarak söyleyen kimse anahtarı kullanmış, kilidi açmış ve İslam sahasına giriş yapmış olur. İslam sahasına giren kişi mükellef olur, yani verilen emirleri yerine getirmekle vazifelenmiş olur.

İslam sahasına girmiş, mükellef olmuş kişiye verilen emir de dört tanedir. Sırası ile sayacak olursak Namaz, Oruç, Hac ve Zekât’tır. İslam’a girmenin şartı olarak kabul edilen bu emirleri sondan başa doğru ele alalım.

1- Zekât: Belirli miktarda birikimi olan ve üzerinden bir sene geçen mükellef, bu birikiminin yüzde iki buçuğunu muhtaçlara verir. Tafsilatları fıkıh kitaplarımızda mevcuttur. Görüldüğü gibi bu ibadet herkes tarafından değil, zekât verecek miskal mala veya paraya sahip olanın senede bir defa ifa etmesi gereken bir ibadettir.
2- Hac: Sıhhati ve yol esenliği olan, Mekke’ye gidecek imkâna sahip bulunan Müslüman’ın ömründe bir defa Kâbe de bu ibadeti usulünce eda etmesidir. Bu ibadette, Müslümanların tamamına değil, belki çok azına farz olan bir ibadettir.
3- Oruç: Diğer iki ibadete göre daha genele farz kılınan bir ibadettir. Bu ibadet ise senenin sadece bir ayında, Ramazan ayına mahsus bir ibadet olmuştur. Diğer aylarda veya günlerde Ramazan ayında tutulamayan oruçlar kaza edilir.
4- Namaz: Namaz diğer üç ibadete göre yüzde, yüz farklılık arz eden bir ibadet şeklidir. Çünkü namaz, ne hayatımızda bir defa yerine getirilen bir ibadet, ne çok az Müslüman’ın senede bir ifa ettiği görev ve nede on iki ay da bir ay tutulan oruç’tur. Namaz, aklı yerinde olan ve buluğ çağına gelmiş kadın, erkek, genç, ihtiyar herkesin her gün beş vakit yerine getirmesi farz olan bir ibadettir. Namaz için tek istisna vardır, oda kadınların özel halleri ve doğum sonrası durumlarıdır. Bu iki durumun haricinde kadın, erkek hiçbir mükellefe namazı terk etmeye müsaade edecek bir mazeret yoktur.

O, halde namaz, İslam’ın temel ibadetidir ve Peygamber Efendimizin diliyle “Namaz dinin direğidir, onu terk eden dinini yıkar.” Namaz, sadece Ümmet’i Muhammed’e farz olan bir ibadet değil, Hz. Âdem’den Peygamber Efendimize kadar gelip-geçen bütün Peygamberlerin Ümmetlerine farz kılınan bir ibadettir.

Hal böyleyken, Türkiye nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman iken, nüfus cüzdanlarımızın din hanesinde İslam olduğumuz yazılı iken ve her gün Müezzinler minarelerden bütün Müslümanları “Namaz uykudan daha hayırlıdır. Haydin namaza, haydin kurtuluşa gelin” diye çağırırken niçin hala Ulu Camilerimizde, mahalle Mescitlerimiz de tek sıra ile namaz kılınmaktadır.

Müslümanlar niye namaz kılmazlar? Bu konu emri maruf, nehyi münker yapan bir davetçi için kafa yormaya değer bir mevzudur. Kendi çapımda yaptığım araştırmaya göre namaz kılmayanları üç kısma ayırıyorum. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

1- Birinci gurup iman zafiyeti olanlar: Bunlar kendi arasında ikiye ayrılır. A- Ateistler: Yani Allah’ı, kitabı, Peygamberi kabul etmeyen dinsizler. Bunlara göre Evren de ne varsa hep tesadüf eseridir. Yaratıcı ve düzeni devam ettiren bir İlah yoktur ve ahret âlemi, cennet, cehennem uydurmadır. Bu güruh hep köşe başlarını tutmuştur. İletişim araçlarına, radyoya, televizyona, basın-yayın kuruluşlarının çoğuna hâkimdirler. Güç odakları bunların elindedir. Okullarda din derslerini istemezler. İmam Hatiplerin kapatılması için çırpınırlar veya İmam Hatip talebelerinin Üniversitelerde okumaması için ellerinden geleni yaparlar. Başörtüsüne karşıdırlar, Camiyi, cemaati, İmamı, Müezzini hiç sevmezler. Bir ömür boyu dinle, mukaddesatla uğraşırlar. İnançsızlıklarında da samimi değildirler. Ne nüfus cüzdanlarında ki İslam yazısını sildirirler ve nede “ölünce beni İslami usullerle kaldırmayın” derler. Öldükleri zaman getirir bir caminin musalla taşına korlar. Aynı inançta ki yandaşları cenaze namazına da iştirak etmez, yandan seyrederler. Yandaşlarından birisi öne geçer ve ölenin ömür boyu irtica ile nasıl mücadele ettiğini, dindarlara ne zulümler yaptığını ballandıra-ballandıra anlatır, izleyenlerde “şak-şak-şak” diye alkışlarlar. Son görevi İmam yapacaktır, alır eline mikrofonu, cemaate döner ve sorar, “Merhumu nasıl bilirsiniz” bizim saf cemaat hep bir ağızdan “Ehlisünnet vel cemaat” diye cevap verirler. Hâlbuki musallada yatan hep sünnet ehli ile uğraşmıştır. İmam bu durumu bildiği halde ikinci soruyu sorar, “ Merhuma dünyevi haklarınızı helal edermisiniz?” Cemaat yine hep bir ağızdan cevap verir. “Helal olsun.” Cemaatten birisi çıkıp ta “bize ömür boyu zulmeden, dine, mukaddesata küfreden birine niye hakkımızı helal ediyoruz” demez, diyemez. İşte böyle bir ömür Müslümanlara zulmedene, Müslüman cemaat hakkını helal ederek toprak olmaya gönderirler.

İnanç zafiyeti dolayısıyla namaz kılmayanların ikinci kısmı ise, mezhepçiler ve taklidi imana sahip cahil Müslümanlardır. Bu konuya bir sonraki yazıyla devam edeceğiz İnşallah.

MÜSLÜMAN NİYE NAMAZ KILMAZ? (2)

İman zafiyeti içinde olup ta namaz kılmayanların ikincisi de kendi içinde ikiye ayrılır. Birincisi, Mezhepçilerdir: Mezhepçiler diye adlandırdığım bu gurup ile temelde bir ayrılık yoktur. Onlarda Allah’a, kitaba, peygambere diğer Müslümanlar gibi inanırlar. Kendilerini Müslüman kabul ederler, hatta İslam içi bir tarikata mensup olduklarını da iddia ederler. Ancak İslam’ın temel ibadetleri olan namazı kılmazlar, Ramazan orucunu tutmazlar, Hac’ca gitmezler ve Zekâtı da vermezler. Bunlara mukabil cenazelerini diğer Müslümanlar gibi kaldırırlar, cenaze namazına iştirak ederler, Kurban keserler ve bazı sünnetleri ifa ederler. Sahabenin bir kısmını severler, diğer bir kısmından nefret ederler. Çok sevdikleri ve ismi ile anıldıkları büyük halife ve sahabe, namaz kılarken şehit edildiği halde, bunlar inatla namazdan kaçarlar. Bu gurup günümüzde Ateistlerin tesirinde kalarak geçmişteki inançlarını da terk eder duruma gelmiştir. Bunlara acınır ve Cenabı Allah’tan hidayet dilenir.

İkincisi: Mukallit imana sahip olan ve günümüzde çoğunluğu teşkil eden Müslümanlardır. Bunların anne, babaları ve dedeleri Müslüman dır, hatta belki de Hacıdır, Hocadır, namazını kılan ve diğer ibadetlerini bihakkın yerine getiren samimi inanç sahibidirler. Fakat bunların çocukları gerekli dini eğitimi alamamış, Kuran Kursuna veya İmam Hatibe gidememiş, itikadı ve ameli konularda bilgilendirilmemiş, cahil bırakılmışlardır. Bu guruptaki Müslümanlar neye, nasıl ve niçin inandıklarını bilmezler. Sadece anne ve babaları Müslüman olduğu için, bunlarda Müslüman’ız derler. Bu kesiminde hüviyetlerinde İslam yazılıdır fakat din konusunda gerçekten bilgisiz kalmışlardır. O kadar ki, Allah’ın sıfatlarından birini bile bilmezler, “Hz. Ebubekir veya Hz. Osman kimdir diye sorsan, Peygamberimiz değil mi” diye cevap verirler. İmanın ve İslam’ın şartlarında bihaberdirler. Abdest alıp, gusül yaparlar, fakat ne farzını bilirler, nede sünnetini. Bu insanlar Müslüman bir muhitte doğmuş ve büyümüşlerdir. Evlerinin yanı başında camide vardır. Beş vakitte okunan ezanı da dinlerler. “Müslüman mısın” diye sorulsa hemen “Elhamdülillah” diye cevap verirler. Mukaddeslerine, kimsenin dil uzatmasına müsaade etmezler. İtikadı konularda zayıf olmaları, ibadetin önemine vakıf olmamaları dolayısıyla namaz kılmazlar ve diğer ibadetlerini ihmal ederler. Bu kesimi bilgilendirmek için, “Emri maruf, nehyi münker” yapanlara büyük iş düşmektedir.

2- İkinci gurup, ibadetin faziletini ve cezasını bilmeyenler: Bu guruptakiler, İman ve itikat konusunda bilgileri olmasına rağmen, ibadet ve itaat bahsini ihmal ederler. Bir devre, “hele genciz biraz gençliğimizi yaşayalım, sonra ibadet ederiz derler.” İkinci devre, evlenir, çoluk-çocuğa kavuşurlar, geçim sıkıntısı, dünya meşakkati yine ibadetten alı kor veya namaz kılmamak için bu durumu sebep gösterirler. Bu kişilere, birileri gelip “Bak kardeşim namaz kılmazsan ahrette şu-şu cezaları çekersin. Ama namazını kılarsan ahrette ilk hesaba çekileceğin konu bu olduğu için, namazın hesabını verirsen kurtuluşa erersin” diye nasihatte bulunmadıkça gaflet uykusundan uyanıp bir türlü ibadetle buluşamazlar. Bu tür nasihatlerde, bizde genellikle camide, cumada, hutbede yapılır. Yani namaz kılmak için camiye gelene, namaz kılın diye nasihat edilir. Hâlbuki asıl camiye, cemaate gelmeyene nasihat edilmesi ve ibadetin öneminin anlatılması gerekir. Son zamanlarda Namaz kılmayan Müslümanları, namaz kılar hale getirmek için, çeşitli il ve ilçelerde düzenlenen konferanslar, Televizyon ve Radyolarda yapılan dini sohbetler, Gazetelere ve internet sitelerine yazılan makaleler bu konuda yapılan en güzel hizmetlerdir. Duyarlı Müslümanlara düşen görev, namaz kılmayanları bu yöndeki konferansları dinlemeye ve yazılanları okumaya yönlendirmektir. Bu durumdaki Müslümanlara yapılması gereken şey, ibadetin önemi hususunda bilgilenmeleri için yardımcı olmaktır.

3- Üçüncü gurup ise ibadet yapmayı bilmeyenler: İbadet yapmayı bilmeyenler derken kast ettiklerim, namaz kılarken okuduğumuz sureleri ve duaları bilmeyenlerdir, yoksa namaz kılmayı bilmeyenler değildir. Bugün elli yaşının üstünde olup ta namaz kılanların ekserisi okuma-yazma bilmeyen Müslümanlardır. Kadınlarda bu oran daha fazladır. Bu yaştakilerin çoğunluğu köy mekteplerine gitmiş, Kuran okumaya fırsat, beklide ruhsat bulamadıklarından cami hocasının sureleri ve duaları hece-hece tekrar etmesinden öğrenmişlerdir. O günkü ezberledikleri “ağız derslerinden” yani namazda okunan sure ve dualardan doğru yanlış akıllarında ne kaldı ise, o bilgilerle namazlarını kılmaya çalışıyorlar. Bu durumu tam anlayabilmek için evde namaz kılan annemiz, babamız, dedemiz veya ninemizden birini namazda okuduklarını bir dinlesek ne kadar yanlış okuduklarına şahit oluruz. Kimisi, “Besmeleye” “Mis millah” diye başlar. Kimisi “Ellahü Ekber” diyecek yerde “Alla fekmer” diye tekbir alır. Kimisi de “Sübhaneke” yerine “Sübaneke” “Ettehıyyatü” yerine “Attayatu” diye dualar okur. Yinede bunlar şanslıdır, yanlışta olsa namaz kılmalarına yetecek kadar sure ve dua akıllarında kalmıştır. Hele birde hiç mektebe gidememiş veya ilkokula, ortaokula, liseye gittiği halde namaz surelerini ezberleyememiş nice Müslüman var ki, yaşı kırk-elliye gelmiştir. Namaza başlaması gerektiğini anlamıştır. Fakat namazda neler okunur hiç bilmemektedir. Gururuna yedirip mahallenin Hocasından derste almaz. İşte bunlar gerçekten yardıma muhtaç Müslümanlardır. Aslında bu kişilerin yapması gereken, hemen bir kitapçıya gidip “namaz Hocası” kitabı alacaklar, okuma biliyorlarsa kendileri okuyup ezberleyecekler, bilmiyorlarsa evde okuması olan birine okutarak ezberleyip hemen namazlarına başlayacaklar. Bunlara kolaylık olsun diye sekiz sahifelik bir Risale hazırlayıp dağıttım. İsteyen yazı yazdığım sitelerden indirip okuyabilir.

NİÇİN NAMAZ KILMALIYIZ?

Yukarıdaki başlığı namazın önemini anlatmak için yazdım. İnsanımız genellikle namaz kılınmayan bir ortanda doğup büyüdüğü için, namaz kılmadan da Müslüman olarak yaşanacağını zannediyor. Konu ile ilgili ayet, hadis ve Müçtehit âlimlerin sözlerine geçmeden önce biraz beyin jimnastiği yapmakta fayda var. Niye namaz kılmamız gerektiğini şöyle sıralaya biliriz.

1- Mükellef olduğu için: İnsanlar belirli yaşa geldiğinde askere giderler. Askeriyenin nizamiyesinden içeri girince hemen haki renkli bir asker elbisesi giydirilir. Bundan sonra o kişinin adı artık asker olur ve askeri yükümlülük altına girer. Yeni asker olanında yapması gereken birinci vazifesi eğitimdir. Hiçbir askerinde, ben asker oldum ama eğitim yapmam deme lüksü yoktur. İşte böylede Müslüman çocuğu belirli yaşa gelince ergenlik çağına ulaşır, yani akıl baliğ olur ve mükellef sıfatını alır. Askerlik elbisesini giyen nefer gibi, buda Müslümanlığın icaplarını yapmakla yükümlü hale gelir. Askerin birinci vazifesinin eğitim olduğu gibi, akıl-baliğ olan kişinin birinci vazifesi de şüphesiz namaz kılmaktır. Hiçbir Müslüman’ın, “Ben Müslüman’ım ve Müslüman olarak ta yaşayacağım ama namaz da kılmayacağım deme lüksü yoktur. O halde Müslüman mükellef olduğu için namaz kılmalıdır.

2- Şükretmek için: Bir insanın ana rahmine düşmesi milyonda bir ihtimal bile değildir. Orada şekillenmesi, ete-kemiğe bürünmesi, kendisine ruh ve can verilmesi, elinin, ayağının, gözünün, kulağının ve bilumum azalarının tekâmül edip günü gelince doğması, hepsi Yüce Allah’ın rahmetinin eseridir. Doğduktan sonra Anne şefkati ve Baba sevgisi ile büyümesi, gelişip kuvvetlenmesi, akıl ve irade sahibi olması, iş-güç bulması, evlad’ü-ıyal’e kavuşması, sağlık ve afiyette olması, hulasa insanın nefes alıp- vermesi dahi Cenabı Allah’ın verdiği nimetlerin sadece bir kaçıdır. Şüphesiz bu nimetlerin en büyüğü insanın hidayet üzere olması, İman ve itikada kavuşması, kısaca Müslüman olarak yaşaması da en büyük nimettir. Bu saydığım ve sayamadığım bu nimetleri insanoğluna bahşeden Yüce Yaratıcıya hamd etmesi, şükretmesi, yani Türkçesi teşekkür etmesi gerekir. Yemek yerken masanın öbür tarafında ki tuzluğu istediğimiz birine teşekkür etmeyi ihmal etmeyiz de, bize bu kadar nimeti istemeden veren Rabbimize nasıl şükretmeyiz. İşte, kulun Yaratana teşekkür etmesinin en güzel ifadesi namazdır. Namazda insan Rabbine nasıl teşekkür eder? Farz, vacip, sünnet bütün namazların her rekâtında okuduğumuz bir sure vardır ki, Kuran’ı Kerim’in ilk suresi Fatiha’dır. Bir başka deyişle “Elhamdü” suresidir. Türkçesi şükretmek demektir. Namaz kılan herkes, her rekâtta Fatiha’yı okurken şöyle der: “ Din gününün sahibine, Rahman ve Rahim olan, Âlemlerin Rabbine hamd, (Şükür) ederim” diye dua eder. Her rekâtta okunan Fatiha, insanın Rabbine dil ile şükretmesidir. Diğer taraftan namaz kılanın ayakta durması, (Kıyam) Kuku’ya eğilmesi, Secdeye kapanması ve Tehıyyat’ta diz üstü oturması, hepsi fili bir teşekkürün ifadesidir. O halde, Kul Rabbine şükretmek için namaz kılmak mecburiyetindedir.

3- Yüce Allah insanı, kulluk yapsın diye yarattığı için namaz kılmalıdır: Kuran’ı Kerimin diliyle “kulluk yapmakla, ibadet yapmak” aynı manaya gelmektedir. İnsanın yaratılış gayesi Kuran’ı Kerim de şöyle anlatılmaktadır. “ Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler, (Kulluk yapsınlar) diye yarattım.” (Zariyat, 56) Bir başka ayette, “Ölüm sana gelene kadar Rabbine ibadet et.” Her iki ayette apaçık insanlığa ibadet yani kulluk emredilmektedir. Ahrette geçirilecek zamanın yanında saniyelik bile değeri olmayan dünya hayatının yaratılış gayesinin dışında geçirilmesinin ne faydası olabilir. O halde insan yaratılış gayesine uygun yaşamalı ve namazını kılmalıdır.

4- Allah’ı Razı etmek için namaz kılmalıdır: Bütün ibadetler Allah rızası için yapılır. Kılacağımız her namaza niyet ederken şöyle başlarız: “Niyet ettim Allah rızası için bu namazı kılmaya” diye niyet ederiz. Allah’ın rızasının anlatıldığı Tevbe suresinin 71 ve 72 ayetleri şu manaları ihtiva eder. “Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah Aziz’dir, hikmet sahibidir. Allah müminlerin erkeğine, kadınlarına altından ırmaklar akan cennetler vaat etti; İçlerinde ebedi kalacaklar. Hem Adn cennetlerinde güzel-güzel meskenler… Allah’ın bir rızası ise hepsinden büyüktür! İşte asıl kurtuluşta budur.” Ayette de işaret edildiği gibi bütün amellerde en büyük kazanç şüphesiz ki Allah’ın rızasıdır. O halde Yüce Yaratıcının bizden razı olması için namaz kılmalıyız.

5- Allah’ü Teala’nın Kur’an-ı Kerimde Namaz kılanlara vaat ettiği nimetlere kavuşmak için namaz kılmalıdır: Kur’an-ı Kerimde birçok ayet müminlerin vasıflarını anlatırken “Onlar iman eder, Salih amel işlerler, onlar altından ırmaklar akan cennete ebedi olarak girerler” diye anlatılır. “Küfredip Salih amel yapmayanın cezası olarak ta cehenneme girecekleri ve o yerin ne kadar kötü olduğu” bildirilir. Tasavvuf ehli “Cennete girmek veya cehennemden kurtulmak için ibadet etmeyi pek uygun görmeseler de, doğru olan yapılan ibadetler karşılığında Yüce Allah’tan mükâfat istemek ve azabından kurtulmayı dilemek Kur’an-ı Kerimde bize öğretilen dualardandır. Kıldığımız her namazın Tehiyyatın da okuduğumuz “Rabbena Atina” duasın da Yüce Allah’a şöyle yalvarıyoruz. “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, ahrete de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.” Peygamber Efendimiz “Veda hutbesinde” şöyle buyurur. “Rabbiniz Allah’a karşı gelmekten sakınınız. Beş vakit namazınızı kılınız. Ramazan orucunuzu tutunuz. Malınızın zekâtını veriniz. Amirlerinizin (Allah’a isyan olmayan) emirlerine uyunuz. Rabbinizin cennetine girersiniz.

Niçin namaz kılmamız gerektiğini beş madde de özetledim. Niye namaz kılmamız gerektiğinin sebeplerini bu sayının iki veya üç katına çıkara biliriz. Ama sözü uzatmamak için bu kadarla kifayet ediyorum. Namaza devam!

NAMAZ KILMANIN FAYDALARI

Namaz kılmanın faydalarını saymakla bitiremeyiz. Dünyevi ve uhrevi faydalarını şöyle sıralaya biliriz.
1- Gönül rahatlığı sağlar: günlük namazını kılan kendini hafiflemiş, yüklerinden kurtulmuş gibi hisseder. Üzerine mühim bir görev alan insan onu yerine getirdiğinde kendini nasıl rahatlamış ve gönül huzuruna kavuşmuş bulursa, Yüce Mevla’nın insanoğluna yüklediği en önemli vazife olan namazı da kıldığımız zaman o rahatlığı, o huzuru yakalamış oluruz. Yalnız burada bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Bazen namaz kılan kardeşlerimiz “Şu borcumu ödeyeyim de rahat- rahat oturayım” deyip, kalkıp namaza duruyorlar. Bu ifade yanlıştır. Yüce Allah’ı sıradan bir alacaklı, kendimizi de namazı kıldığımızda borcumuzu ödemiş kabul etmemiz doğru değildir. Seksen yaşına kadar yaşayan bir Müslüman ömür boyu hiç eksiltmeden namaz kılmış olsa bir günlük alıp, verdiği nefesin şükrünü eda etmiş olmaz. Bizim Allah’a ne kadar borcumuz var da hemen namazı kılınca ödeşmiş oluyoruz? Bu yanlış ifadeyi kullanmaktan kaçınmalıyız.
2- Allah ve Resulüne itaat etmiş oluruz: İbadetin bir anlamı da söz dinlemek, itaat etmek demektir. Yüce Allah Kur’an-ı Keriminin birçok ayetinde namaz kılmayı emretmekte, kılanların ereceği mükâfatı, kılmayanların göreceği cezayı bildirmektedir. Yaşadığımız dünyada da, idarecilerimizin koyduğu kanunlara, emir ve yasaklara uyduğumuz oranda rahat ederiz. Dünyadaki rahatımız nasıl ki dünyevi nizamlara, yasalara itaate bağlı ise, ahretteki rahatımız da İlahi kanunlara ve nizamlara itaat etmekle mümkün olur. İlahi emirlere itaat etmek demekte amellerin en faziletlisi namazı kılmakla olur. “Amellerin en hayırlısı hangisidir” sorusuna, Peygamber Efendimiz “Vaktinde kılınan namazdır” buyurmuştur. İkinci defa tekrar edilen soruya, Peygamber Efendimiz aynı cevabı verdikten sonra, şöyle devam etmiştir: “İşin başı İslam, direkleri namaz, en yüksek noktası ise cihattır” buyurmuştur.
3- Allah’ı zikretmiş oluruz: Allah’ü zül Celal’in Kur’n-ı Kerimdeki emirlerinden birisi de “Allah’ı zikretmektir.” Zikre, iki türlü mana verilmiştir. Birisi ve halen tatbik edileni “Esma ül Hüsna’yı” Yani Yüce Allah’ın güzel isimlerini dil ile tekrarlamaktır. Namazda da okunan duaların ekserisi Kur’an ayet veya sureleridir. Zaten Kur’an okumakta zikrin kendisidir. Diğer taraftan namaz içinde okunan Sübhaneke, Ettehıyyatü, Rükû ve Secde de tekrarlanan “Sübhane Rabbi yel Azım, Sübhane Rabbi yel aala” ve her hareketin başında tekrarladığımız “Ellahü Ekber” cümlelerinin hepsi de birer zikir sözcükleridir. Zikrin ikinci ve gerçek manası ise anmak, hatırda tutmak ve yaptığı işten gafil olmamaktır. İslam literatürün de buna “İhsan” denir. “İhsan ne dir ya Resulüllah?” diye soran Cebrail’e, Peygamber Efendimiz: “İhsan Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmektir. Çünkü sen onu görmesen de O, seni görüyor” diye cevap vermiştir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimin “Taha” 14. ayetinde “Beni anmak için namaz kıl” buyurmuştur. Namaz kılan kimse hem Kur’an okumuş, hem Allah’ı tekbir, tespih ve dua ile anmış olur. Her türlü zikir namazda toplanmıştır. Mevlidi Şerifin müellifi Süleyman Çelebi, Miraç bahrinde namazı şöyle dile getirir.
Her kaçan kim bu namazı kılalar
Cümle gök ehli sevabın bulalar
Çünkü her türlü ibadet bundadır
Hakka kurbiyyetle, vuslat bundadır
Hakkiyle beş vakit olunduk ta eda
Elli vaktin ecrin eyler hak ata

4- Maddi ve manevi kirlerden temizleniriz: Her Müslüman bilir ki namazın şartlarında ikisi “hadesten taharet, necasetten taharet” Yani bütün vücudu gerektiren bir durum varsa gusül yapmak ve her namaz kılmaya kalktığımızda, üç azamızı yıkamak ve başımızı mesh etmekten ibaret olan abdest almak namazın gerektirdiği birinci temizliktir. İkincisi ise namaz kılacağımız yerin ve üstümüzde bulunan giydiklerimizin temiz olmasını sağlamaktır. Kısaca namaz bizatihi temizliktir. Peygamber Efendimizin şu Hadisi meşhurdur. “Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir ırmak olsa ve burada günde beş defa yıkansa bu kimsede hiç kir kalır mı? (Sahabenin); Hayır hiçbir kir kalmaz” diye cevap vermeleri üzerine, “İşte beş vakit namazda böyledir. Allah, bu sebeple günahları temizler, yok eder” buyurmuştur. (Buhari, mevakıt) Görüldüğü gibi namaz, kılanları maddi ve manevi kirlerden böyle temizler.
5- Namaz insanları kötülükten ve günahlardan korur: Beş vakit Hakkın huzuruna duran, haksızlık yapmaz. Günde beş defa namaz kılan kişinin bilmeden işlediği, hata kabilinden olan günahları affedilir. Büyük günahları ise işlemeye kıldığı namazlar set olur. Bu hususu Kur’an-ı Kerimde Yüce Allah şöyle açıklar. “(Ey Peygamberim!) Sana vah yedilen kitabı oku ve namazı doğru kıl. Çünkü namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarımızı bilir. (Ankebut, 45) Eğer bir kişi namaz kıldığı halde kötülük yapmaya ve günah işlemeye devam ediyorsa, kıldığı namazlarda noksanlık yapıyor demektir. Yüce Mevla namazlarında yanlışlık ve noksanlık yapanlara, “Öyle namaz kılanlara yazıklar olsun” demiştir.

HER HALÜ KARDA NAMAZ KILMALIYIZ

Namaz hususunda daha evvel birkaç tane yazım yayınlandı. Namazın önemini anlatmak için ne kadar yazsak azdır. Son olarak namaz kılmanın gereğini arz etmek istiyorum.

Bir şeye şart koşmak demek, koşulan şart yerine gelmezse O, şey olmaz demektir. Adı üstünde “İslam’ın şartı beştir, imandan sonra birinci şart namazdır ”diyoruz. O, halde İslam’ın olmazsa, olmazı namazdır. Namaz olmadan şart yerine gelmediğine göre, şart yerine gelmeden de İslam olmaz.

Yunus Emre merhum bu konuyu bir dörtlük ile ne güzel özetlemiş.

Müslüman’ım diyen kişi – Şartı nedir bilse gerek
Hakkın buyruğunu tutup – Beş vakit’i kılsa gerek.

Kim ki beş vakti kılmadı – bilsin tam Müslüman olmadı
Müslüman olmayan kişi – Cehenneme girse gerek.

Namaz kılmamak, bir yerde Allah’a isyan etmek demektir ve büyük günahlardandır. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde Namazdan bahsettikten hemen kılmayanların cezasını bildirmiştir. “Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zayi ettiler ve şehvetlerine uydular. Bunlar, Gayya’ya konulacaklardır.” (Meryem, 59) Gayya’nın ne olduğu hususunda, İslam’ın ilk müfessirleri olan İbn Abbas ve İbn Mesut “Gayya” cehennemde bir vadidir” demişlerdir. Bu ayette ve birçok ayette; nefsine, şehvetine, dünya meşgalesine, dünya zevklerine dalarak namazlarını terk edenlerin cehennem azabı çekecekleri çok açık bildirilmiştir.

Namazı terk edenler hakkında Peygamber Efendimizin sözleri de çok ağırdır. “Namazı kasten terk etmeyin. Kim namazı kasten terk ederse, Allah’ın ve resulünün zimmetinden uzak olur.” (Ahmed İbn Hambel 421) Bir başka Hadisi Şerifte: “Kim namazına devam ederse, bu namaz kıyamet günümde onun için nur, delil ve azaptan kurtuluş olur. Kim de namaz kılmazsa, onun nuru, delili ve kurtuluşu olmaz. O kimse kıyamet gününde Karun, Firavun, Haman ve Übey bin Halef ile beraber olur.” (Ahmed İbn Hambel, 11, 169) Yukarıda ismi sayılanlar Hz. Musa’ya ve Hz. Muhammed’e ve getirdikleri şeriat’lara karşı gelenlerdir.

Birçok ayette namaz kılmayan veya ibadet etmeyenlerden bahsedildikten sonra “Onlar orada (cehennem) ebedi kalacaklardır” gibi ifadeler ve yukarda ki gibi hadis manaları, namazı terk edince küfre düşülüyor gibi anlaşılmış olabilir. Fakat İslam âlimleri bu konularda çok detaylı araştırma yapmışlar ve cehaleti, ihmalkârlığı, meşguliyeti nedeniyle namaz kılmayanların küfre düşmeyeceğini, fakat büyük günah sahibi olacaklarını açıklamışlardır. Fakat namazın farz oluşuna inanmayan, namazı önemsemeyen, bu devirde namaz mı kılınır, asıl olan kalp temizliğidir” gibi sözler söyleyen küfre düşmüş olur ve geçmiş amelleri heba olur. Namaz kılmayan büyük günah işlediği gibi, kendini diğer günahlarda da koruyamaz, işlediği günahlar kalbini karartarak dinden soğumasına ve uzaklaşmasına vesile olur.

Şeytanın en çok namaz kıldırmamak için uğraşır. Şeytan, Namaz kılmaya hazırlanan kimseye sinsice yaklaşır “ Her şeyi yaptın da namazın mı kaldı, namaz kılanlar çok mu dürüst, senin kalbin temiz olsun” diyerek vesvese verir. Başarırsa bir Müslüman-ı ibadetten uzaklaştırmanın keyfini yaşar. Eğer Müslüman aklını çalıştırır, Şeytanın iğvasına uymaz ve namazını kılmaya devam ederse, bu sefer başka yoldan yaklaşır. Namaz kılan Müslüman’a öyle vesveseler verir ki, başka zamanlarda aklının köşesinden geçmeyen şeyler gelir namaz kılarken onu rahatsız eder. Allah’ın varlığı, ibadetin gerekli olup olmadığı, dünyevi kaygılar, borçlar, dertler, çoluk-çocuk gaileleri ve daha bir sürü fikir beynine hücum eder. Buna bezer düşünceleri Müslüman’ın beynine şırınga eden Şeytan, geri döner O, Müslüman’a der ki “ senin bu kıldığın namaz değil, aklın başka yerde, fikrin başka yerde, sözde namaz kılıyorsun. Sen boşuna yatıp kalkıyorsun, böyle kılınana namaz kabul olmaz” diye vesvese yapar. Bu şekilde kandıra bilirse Bir Müslüman’ı namazda uzaklaştırdığı için memnun ve mesrur olur.

Bu hale düşen Müslüman’ın yapması gereken şey, namazda vesveseleri kafasından atmak için okuduğu ayetlerin, surelerin ve duaların manasını öğrenerek onları düşünmek. Müslüman böyle yapar, aklını çalıştırır, Şeytanı kendinden uzaklaştıra bilirse ve namazına devam edebilirse, bu seferde Şeytan başka telkinlerle yanaşır, cemaatten uzaklaştırmaya ve namazı tehir ettirmeye gayret eder. Cemaatte veya İmamlarda kusur aramaya başlatır, “zaten bu İmam bizim partili değil filan partidenmiş, bizi Müslüman bile kabul etmiyorlarmış” gibi veya “bu İmamın arkasında namaz kılınmaz sakal yok, bıyık yok” der. Oda olmazsa, “bu caminin halılarında garip şekiller var bunlara secde de edilmez, zaten bu caminin kıblesinde de biraz eğrilik varmış” gibi telkinlerle Müslüman’ı camiden, cemaatten uzaklaştırır. Şeytan bu konuda başarılı olursa, Müslüman evinde, iş yerinde namaz kılmaya başlar. Şeytan yine rahat durmaz. Müslüman elini, kolunu sıvamaya başlar, Şeytan hemen koltuğuna girer, “acele etme canım namaz kaçmıyor ya hele şu elinde ki işini temamla, vakit’in çıkmasına daha çok var” düşüncelerle en azından namazın sevabını azaltmak için gayret gösterir. Müslüman bu hileleri, vesveseleri atlatırda huşu içinde namaz kılmayı başarırsa, Şeytan yine boş durmaz, bu seferde şöyle yaklaşır. “ Yahu sen çok güzel namaz kılıyorsun, senden güzel, daha huşu içinde namaz kılan olamaz, en takva insan sensin” der. Böylece, inandırabilirse Müslüman’ı kibir’e veya riya’ya sokarak namazını hepten boşa çıkarmak, daha kötüsü gizli şirke bulaştırmak ister. Şeytanın hilelerini anlattığım bu bölüm aslında Peygamber Efendimizin bir hadisinin biraz teferruatlı yazılmasıdır. İşte namaz kılan insan Şeytanın bu hilelerini açmış ve rızayı bari’ye ulaşmış demektir. Bize düşen bugün, yarın demeden hemen namazımıza başlamaktır ve ara vermeden inşallah devam etmektir.

Bırak dünyanın nazını – Hemen kıl namazını
Yarın kılarım diyenin – Dün kıldık namazını.

NAMAZ KILMAYANLARI, NAMAZA
BAŞLATMAK İÇİN NELER YAPMALIYIZ?

Yukarıdaki sorunun muhatabı Hocalar, İmamlar, Vaizler, Müftüler ve Diyanet camiası denilebilir. Bu cevabı kısmen doğru kabul edebiliriz. Fakat kabul etmek bir meseleyi çözmüyor. Bizim derdimiz Diyanetimizi, Hocalarımızı tenkit etmek değil. Ancak diğer ibadetlerde olduğu gibi, namaz konusunda da Diyanet görevlilerinin tavrı “Vazifemi yaparım, keyfime bakarım” anlayışından öteye geçmiyor. Bu yüzdendir ki cemaat, İmamların çoğuna “Namaz kıldırma memuru” demektedir. Bugün için en iyi kabul edilen imam, mevcut cemaati ile iyi geçinen, beş vakit namazda camiye giden ve camisini temiz tutan İmamdır. Diğer taraftan, bugün sabah namazında devamlı camisine giden İmam çok az bulunuyor. Mahalle camilerinin önünde sabah namazı için cami kapısında imamı bekleyen ihtiyarlara çok rastladım.

Din görevlilerimizin tamamına bu gözle bakmak doğru olmaz. Muhakkak ki vazifeşinas, cemaatinin derdiyle dertlenen nice hocamız vardır. Hatta bazı Hocalarımız, Müftülerimizin müsaadesi olmadan cemaatine vazu, nasihat bile yapmaktadır. Bununla beraber Müftülerimiz, Vaizlerimiz, İmamlarımız Cuma vaizlerini, hutbelerini aksatmadan yerine getirmekteler. Hatta bazı zamanlarda yatsı namazlarından sonra Kur’an-ı Kerim okuma ve din dersleri verme kampanyası başlatılıyor, bunlar çok güzel hizmetler tabii ki, fakat namaz kılmayanları namaza başlatmak için bir kampanyaya, çalışmaya, gayrete Diyanet camiamız tarafından pek rastlayamıyoruz.

Sivas’ın yakından tanıdığı “Deli Mustafa” namlı bir Hocamız vardı. Yüce Mevla rahmetle muamele etsin. Kiminle tanışsa, kiminle görüşse hemen ona ilk sorusu “namaz kılıyor musun?” olurdu ve namaz kılmayı telkin ederdi. Yine onun ve birçok ilim adamının Hocası, Erzurumlu Ahmet Efendi diye bilinen merhum Hocamızda bütün vaizlerinde Gusül yapmayı, Abdest almayı, Namaz kılmayı öğreten fıkıh konularına yer verirdi. Ruhu şad olsun.

Günümüz Türkiye’sinde Müslümanları namaza yönlendirmek için gayret gösteren, yazılarıyla, konferanslarıyla, eserleriyle yoğun bir çalışma içinde olan birçok kuruluş var. Namaz platformu adı altında ve ya daha başka isimlerle namaz için mesai yapan, zaman ayıran bütün kardeşlerimden Allah razı olsun.

İnsanlarımızın çoğunu namaz kılar hale getirmenin ahrete yönelik kazançlarından geçmiş yazılarımda biraz bahsetmiştim. Kısaca Allah’ın rızasını kazanır ve cennet nimetine kavuşur diyelim. Dünyevi faydalarını siyasi, sosyal ve toplumun selameti açısından değerlendirebiliriz. Cenabı Allah Kur’an-ı Keriminde “Muhakkak ki namaz fuhşiyattan ve kötü şeylerden nehye der (alı kor)” buyurmaktadır. Allah’ın verdiği haberde bir şüphe olmayacağına göre, eğer insanımızın yüzde seksenini namaz kılar hale getire bilsek, suç işleme oranı yüzde seksen azalacak ve yüzde yirmilere inecek demektir. Bunun diğer anlamı da topluma huzur gelecek, insanlar malından, canından, namusundan emin olacak, dolayısıyla bu suçlardan ceza evlerini dolduranlar hürriyetlerine kavuşacak demektir.

Siyasal açıdan namazın bize kazandıracaklarını belki şu anda göremiyoruz ama böyle bir toplumda yaşasak O zaman anlarız. Yani insanımızın yüzde yetmiş ve ya sekseni namaz kılar hale gelebilse, her gün alenen Televizyonlarında, Gazetelerinde, bilumum iletişim araçlarında din düşmanlığı yapanlar, yine bu menfur emellerine devam edebilirler mi? Müslümanlara küfredenler, her türlü zulmü reva görenler bu tavır ve davranışlarını devam ettirebilirler mi? Cuma namazlarında camilerimizden binlerce kadın namazını eda ederek çıksa, hangi kuvvet bunların başörtüsüne dokunabilir? Yüzde yetmiş veya sekseninin namaz kıldığı bir cemaati, cemiyeti hangi siyasi kuruluş karşısına alabilir veya onlara sırt çevire bilir? Namazın dünyevi menfaatlerini de saymakla bitiremeyiz. O, halde ne yapmalı, nasıl etmeli de namaz kılanları hiç değilse yüzde ellinin üzerine çıkarmalıyız?

Bu konuda “Emri maruf, nehyi münker” yapabilecek bilgiye sahip her Müslüman’a görev düşmektedir. Geçmiş zamanlarda kapılarımıza bir dua bırakılır ve yanında da şöyle bir not ilave edilirdi. “Bu duayı günde şu kadar okuyun ve yedi kişiye de dağıtın. Böyle yaparsanız cennet ve huriler sizi bekliyor. Eğer okuyup yedi kişiye ulaştırmazsanız, eviniz yanar, çocuklarınız ölür, evinizi sel alır, daha bin türlü bela sizi yakalar ve ahrette de yeriniz cehennem olur” diye insanları tehdit ederlerdi. Bunlar dini dayanağı olmayan saçma, sapan iddialardır. Fakat bu sistemi namaza uygulasak ve her kes namazın önemini anlatan bir yazıyı namaz kılmayan yedi kişiye gönderse, gönderdiği kişilerin namaza başlayarak aynı yazıyı bir yedi kişiye daha ulaştırmasını istese, bunu sadece internet ortamında yapsa, çok büyük sevap kazanacağı ve cennet, Cemalüllah’a kavuşacağı muhakkak olur.

Bence bu konuda yapılacak en etkili çalışma şöyle yapılabilir. Her mahalle camisinin İmamı, Muhtarı ve mahalleden sevilen sayılan bir hacı amcayı da yanlarına alarak camiye en yakın evden başlayarak her gün bir komşunun evine kısa süreli ziyaretler yapılacak, günlük olaylara, siyasi dedikodulara girmeden ve muhatapları incitmeden ev halkını camiye, cemaate, namaza davet etseler, kimseyi sıkmadan belki bir akşamda birkaç haneye gitseler çok güzel netice alınacağını ve kısa zamanda namaz kılanların ikiye katlanacağını görebiliriz. Namaz kılacakları çoğaltmak için daha birçok fikir üretebiliriz. Konu ile ilgili çok yazı yazılması lazım. Ancak bu konuyu burada bitirmek istiyorum.

KISACA NAMAZ NASIL KILINIR VE
HANGİ DUALAR OKUNUR
( Dikkat: Bu yazıyı okuyun ve okutun.)

Abdest alıp seccadesinin başına geçen Müslüman Kıbleye yönelir.

Üç defa “Esteğfirullah’el Azım ve etubü ileyk ” der.

Namaz kılan erkekse ve kılacağı namaz da farz namaz ise, şöyle kamet getirir. Dört defa: “Ellah’ü ekber”, İki defa: “Eşhedü enla ilahe illellah”, İki defa: “Eşhedü enne Muhammed er Resulüllah.” İki defa: “Hay ye ales salah.” İki defa: “Hay ye alel felah” İki defa: Gad gametis salah.” Yine iki defa “Ellah’ü ekber” Ve son olarak: “Lailahe illellah” Diyerek namaza başlamaya hazır hale gelir. Not: Bu kamet sözlerini ezbere bilmeyenler, yazılı kâğıttan okuyarak kamet yapabilirler.

Niyet eder: Örnek. “Niyet ettim Allah rızası için Sabah namazının farzını kılmaya” der.

İlk tekbir için erkekse ellerini kulak hizasına, kadınsa göğüs hizasına kaldırır ve “Ellahü ekber” diyerek ellerini bağlar.

Namaza başlayınca ilk okunacak dua: Sübhaneke Allhümme ve bihamdike ve tebareke’smüke ve Teâlâ ceddüke ve la ilahe ğayruk.

Bu dua’dan sonra “Euzü billah’i mineş’Şeytan’ir Racim. Bismillah’ir Rahman’ir Rahim” der ve devamında,

Fatiha’yı, halk deyimi ile Elham’ı okumaya başlar: Elhamdü lillahi rabbil’alemin. Errahmanirrahimi Maliki yevmiddin. İyyakena’büdü ve iyyake nesteıyn. İhdinessıratal müstakim, Sıratallezine en’amte aleyhim, ğayrilmağdubi aleyhim ve leddallin. (Âmin)

Fatiha’dan sonra, “zammı sure” yani ilave bir ayet veya kısa sure okunur. Buraya ezberlenmesi ve okunması kolay dört tane ayet, dört tanede, sure yazacağım. Her rekât’ta, Fatiha’dan sonra, ilave edilen ayet ve surelerden birisi okunursa yeterli olur.

Rabbena la tüziğ gulubena bade iz hedeytena ve heblena min ledünke rahmeh. İnneke entel Vehhab.

Rabbena İnneke camiunnasi liyevmin laraybefih, İnnellahe la yuhlifül miad.

Rabbicalni mukimessalati ve min zürriyetii. Rabbena ve tegabbel dua’e.

Rabbenağfirlii ve livalideyye ve lilmüminine yevme yegumül hisab.

İnna aatayna kelkevser. Fesalli lirabbike venhar. İnne şanieke hüvel ebter.

Gul hüvellahü ehad. Ellahüssamed. Lem yelid ve Lem yuled ve Lem yekûn lehu küfüven ehad.

Gul euzü birabbilfelag. Min şerri ma haleg. Ve min şerri ğasigın iza vegab. Ve min şerrinneffasati fil ugad. Ve min şerri hasidin iza hased.

Gul euzü birabbinnasi, melikinnasi, İlahinnas. Min şerril vesvasilhannas. Ellezi yüvesvisü fi sudurinnas. Minel cinneti vennas.

Bu ayet ve surelerden bir tanesi, farz namazların ilk iki rekâtında, sünnet namazların her rekâtında okunur ve “Ellahü ekber” diyerek Rüku’a eğilir. Kadınlar bellerini az eğerler, erkekler ise yere parelel olacak şekilde tam eğilirler ve üç defa “Sübhane Rabbiyel Azıym” denir. Sonra doğrulur ve “ Semiallahü limen hamideh, Rabbena lekel hamd” denir.

Ve secdeye gidilir. Secde de iki ayak, iki el, iki diz ve alınla beraber burun olmak üzere yedi aza yere temas eder. Secde de üç defa “Sübhane Rabbiyel aala” denir. “Ellahü ekber” diyerek iki dizinin üzerine oturur, vücut sakinleşene kadar durur ve yeniden “Ellahü ekber” diyerek secdeye kapanır. İkinci secde de yine üç defa “Sübhane Rabbiyel aala” denir. Bu şekilde birinci rekât tamamlanır. Sonra “Ellahü ekber” diyerek ikinci rekâta kalkar.

İkinci rekâta başlarken sadece “Bismillahir Rahmanir Rahim” diyerek, yine sıra ile Fatiha’yı, yani Elham’ı okur ve peşinden yine yukarıda metnini yazdığım kısa sure ve ayetlerden birini okur. Bu ayet veya sureleri okurken yazdığım sıraya dikkat eder. Böylece birinci rekâttaki gibi, ikinci rekâtta da Rüku’a eğilir ve iki defa secdeye varır, tabi bu arada birinci rekâtta okuduklarını tekrarlar.

İkinci rekâtın secdesini tamamlayarak iki dizinin üstüne oturur. Eğer namaz kılan erkekse sol ayağını yatık halde bırakır ve sağ ayağının parmaklarını içe eğik vazıyetinde dik tutar. Kadınsa, iki ayağını da sağ tarafa doğru yatırır ve sol tarafına ağırlık verecek şekilde oturur ve “Tahiyyat” duasını okur: “Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayybatü esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakatühu esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihıyn. Eşhedü en la ilahe illellah. Ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve rasulüh. Bu duayı okuduktan sonra, eğer kıldığı namaz iki rekâtlık farz veya sünnet ise, Sabah namazının farzı, sünneti veya Öğle, Akşam ve Yatsı namazlarının iki rekâtlık sünnetleri gibi, “Salâvat” dualarını okur. “Ellahümme salli ala Muhammedin ve ala âli Muhammed. Kema salleyte ala İbrahim’e ve ala âli İbrahim. İnneke Hamidün Mecid. Ellahümme barik ala Muhammedin ve ala âli Muhammed. Kema barakte ala İbrahim’e ve ala âli İbrahim. İnneke Hamidün Mecid.” ve “Rabbena Atina fiddünya haseneten ve filahireti haseneten ve gına azabennar” dua’sını okur. Sonra evvela sağ omzuna bakacak şekilde yüzünü sağa çevirir ve selam verir. “Esselamü aleyküm ve rahmetuulah,” sonra sola döner, yine “Esselamü aleyküm ve rahmetullah” diyerek namazdan çıkmış olur.

Selam verdikten sonra şöyle dua eder. “Ellahümme entesselamü ve minkesselam. Tebarakte ya zel Celali vel ikram.”

Eğer kıldığı namaz, üç rekâtlık Akşam namazı veya üç rekâtlık Vitir namazı ise; Yine dört rekâtlık Öğle, İkindi, yatsı namazlarının farzı ise ve yine Öğle namazının dört rekâtlık sünneti ise, ilk iki rekâtı kılıp “Tehıyyat” duasını okuduktan sonra ayağa kalkar. İkinci rekâtı kıldığı gibi, yine “Besmele” çeker, Fatiha’yı okur. Eğer kıldığı namaz üç rekatlık Akşam veya dört rekatlık Öğle, İkindi veya Yatsı namazı ise, “Fatiha” dan sonra zammı sure (İlave ayet) okumaz ve namazını böylece tamamlar.

Eğer kıldığı namaz vacip olan Vitir ise, “Fatiha” dan sonra zammı sure (İlave ayet okur ve “Ellahü ekber” diyerek ellerini yukarı kaldırır ve yeniden ellerini bağlar, şu duaları okur. “Ellahümme inna nestıynüke ve nestağfiruke ve nestehdike ve nüminü bike ve netubü ilyke ve netevekkelü aleyk. Ve Nüsni aleyk el hayra kulle hu neşküruke ve la nekfuruk ve nahleu ve netrukü men yefcüruk.” “Ellahümme iyyake nabüdü veleke nüsalli ve nescüdü ve ileyke nes’a ve nahfidü nercu rahmeteke ve nehşa azabek. İnne azabeke bilküffari mülhıg.” Bilenler bu duayı okur, bilmeyenler ise, “Rabbena Atina fiddünya” duasını veya yukarıda yazdığım diğer “Rabbena” dualarını okur, rüku ve secde yaparak namazını tamamlar.

Eğer kıldığı namaz, İkindi ve Yatsı namazlarının dört rekâtlı “Müekked” olmayan nafile sünnet ise ve iki rekât namaz kılmış, “Tehıyyat” duasını da okumuş ise, “Ellahümme salli, Ellahümme barik” dualarını okur ve ayağa kalkar. Bu namazların üçüncü rekâtına “Sübhaneke” duasını okur ve böylece dört rekâtlı namazını da tamamlar.

Namaz bittikten sonra okunacak tesbihat ve dualar: Kıldığımız namazın son selamını verdikten sonra, yukarıda yazdığım, “Ellahümme entesselamü” duası okunur, devamında “Sübhanellahi vel hamdü lillahi vela ilahe illellahü vellahü ekber. Vela havle vela kuvvete illa billah il aliyyil azım. Bu dua’dan sonra “Euzü, Besmele” çekilir “Ayet el kürsi” okunur. “ Ellahü la ilahe illa hüvel hayyülkayyum. La tehuzühu sinetün vela nevm. Lehu mafisemavatı vema filerdı, men zellezi yeşfeu ındehu illa biiznih. Yalemu ma beyne eydihim vema halfehüm vela yühıydune bişeyin min ılmihi illa bima şae. Vesia kürsiyyühüs Semavatı vel’ard. Vela yeudühu hıfzuhüma ve hüvel aliyyül Azıym.

Ayet el kürsiyi okuduktan sonra otuz üç defa “Sübhanellah”, otuz üç defa “Elhamdü lillah” ve otuz üç defa da “Ellahü ekber” diyerek tesbihat-ı bitirir. Son olarak “La ilahe illellahü vahdehu la şerike leh. Lehül mülkü ve Lehül hamdü ve hüve ala külli şeyin gadir” bu duayı okur ve ellerini kaldırarak dua ederek seccadesinden ayrılır.

Namazı bitirerek selam verdikten sonraki okunan duaları ezberleyemez ise yazılı olan bir kâğıttan okuyabilir. Zaten namaz selamından sonra okunacak duaları okumadan kalksa gitse, namazında bir eksiklik olmaz, sadece daha fazla sevap elde etmemiş olur.

Bu şekilde kılınan namaz okuma ve erkân yönünden tamam olur.

Bu yazımı okuyanlar çok basit bulabilir, bunları bilmeyen mi var diyebilirler. Ama işin aslı öyle değil. Şöyle kendimizi ve çevremizi bir yoklarsak ne kadar haklı olduğum ortaya çıkar. Allah nasip ederse bu yazıyı çoğaltıp dağıtmayı düşünüyorum. İnternetten de indirilip istifade edilebilir. Bu yazı eline geçip de okuyan kardeşlerimden şunu istirham ediyorum. Evvele namaz kılıyorsanız, kendinizi test edin. Bakalım namazda okuduğunuz sureler, dualar, tekbir ve tesbihatlar benim yazdıklarımla uyuşuyor mu? Sonra ev halkından namaz kılanları incitmeden ve imtihan ediyormuş gibi zorlamadan, gel anneciğim, babacığım veya dedeciğim seninle beraber bir “Euzü, besmele” çekelim. Sübhaneke’yi, Ettehıyyatu’yu veya Fatiha ile beraber bildiğin bir zammı sureyi okuyalım” deyin. Hatta Rüku ve Secde de okuduğu tesbih dualarını, eğilip, doğrulurken devamlı okuduğu tekbirleri beraber söylemeye çalışın. Görün, bakalım okudukları, benim yazdıklarımla aynımı? Yoksa “Ellah’ü ekber” yerine “Alla fekmer veya “Allafegber” mi diyorlar. Diğer ayet ve duaların arasına ne gibi yabancı kelimeler ilave ediyorlar. Bu durumu hayretle görecek, düzeltmek için ne kadar geç kalmışım diyeceksiniz.

Yukarda yazdıklarım noksanları ile de olsa hiç değilse namazlarını kılıyorlar. Ya kılmayanlar! Veya kılmak istediği halde bu duaları bilmediği için kılamayanlar. Bu yaşa gelmişsin, namaz dualarını da mı bilmiyorsun” diye ayıplarlar endişesi ile kimseye bir şey soramayanlar. Bunlar hep bizim insanımız ve Müslüman kardeşimiz. Biz bir şekilde öğrenmelerine ve namaza başlamalarına vesile olmazsak, kim yapacak bu işi?

Not: Bu yazıyı kesip saklayın, okuyun ve okutun. Ayakaltına atmayın, çünkü ayeti kerimeler vardır. Birde, çoğaltarak birkaç eve ulaştırın. Böylece en güzel hizmeti yapmış olur ve çok sevap kazanmış olursunuz. (B.ÇÖL, 1–11–2009, Sivas)

Temmet
**********
Sahife: İçindekiler:
1- Defterin bulunuşu ve defterin yazanı hakkında bilgiler.
2- Namazda sehiv secdesi yapılması gereken yerler.
3- Peygamber efendimizden Hz. Ali-ye tavsiyeler.
4- Hadisi Şerifler. Salâvatı Şerife’nin kıymeti. Kabir azabı,
5- Sabah duası.
6- Peygamberimizden Miraç haberleri.
7- Zikir sözleri ve manaları. Tesbihatın manası.
8- Yüce Mevla’nın Hz. Musa-ya hitabı.
9- İmamı Şipli’nin nasihati. Defterin sahibi, Divriğili Ahmet Efendinin rüyası.
10- Rüyadan çıkarılacak mana.
11- Namazı bilmek.
12- Hz. Aişe’nin sözü. Namaz ve dua
13- Hacer-i Haytem-i nin Zevacir isimli kitabından.
14- Devamı.
15- Güzel ahlak, Kalp ve halleri.
16- Kısa İlmihal bilgileri. Farzlar.
17- Farzlar. İyilik yapmak.
18- İstikamet sahibi olmak için bilinmesi gereken beş şey.
19- Hz. Davud zamanında kıtlık ve ulemanın duası.
20- Şeriat ilimleri. Cabir Hz. Den nasihatler.
21- Kendi medh edilince sevinmek.
22- Peygamber Efendimizin ashabına nasihati. İnsanı dört şey azdırır.
23- Hadisi Kutsi.
24- Hesap sorulmadan arşın gölgesine girenler. Hesap sorulmadan cehenneme gidecekler. Haram lokma yiyeni altı bela takip eder.
25- Kaside’yi nasihat.
26- Cihan söyler.
27- Ölüm ve sonrası, Serencamı insan.
28- Devamı.
29- Devamı.
30- Devamı.
31- Devamı.
32- İmanı korumak hakkında.
33- Hasan-i Basr-inin nasihati. Dahhak’ın sorusuna Peygamberimizin cevabı.
34- İlim öğrenmenin fazileti.
35- Akait ve Esmaül Hüsna.
36- Müslüman her zaman şu hal ve dua halinde olmalıdır.
37- Güzel Beyitler. Defterin yazıldığı tarih ve sonuç.
38- Benim 1963 de not tuttuğum defterden alıntılar. Hadiste münafığın alameti.
39- Nasihat içeren Arapça ve Türkçe beyitler.
40- Peygamber Efendimizden dualar.
41- Kelamı kibarlar. Hz. Ali ve İmamı Azamın sözleri.
42- Güzel sözler.
43- Kelami hasen. Güzel sözler.
44- Hadis: Cennetin anahtarı.
45- Kibarı kelam ve Arapça şiir.
46- Marifetname’den alıntılar.
47- Beyitler, Şiirler ve güzel sözler.
48- Hak ile ilgili sözler.
49- Güzel sözler. Marifetname’den şiirler.
50- Azaların aldığı lezzetler. İnsan üç kısımdır.
51- Üç çeşit yaratılış.
52- Çok yemenin zararları.
53- Devamı.
54- Beyitler.
55- Pehlül Dana’nın salası.
56- O günlerde söylediğim bir ilahi.
57- Marifetname’den bir Gazel.
58- İkinci Gazel
59- Allah’ın dinine yardım etmek.
61- Allah-ı bilmek.
65- Allah’ın varlığı ve ispatı.
71- Kainat neden yaratıldı.
76- Yaratılan ilk madde ne idi?
79- 1931 de din dersleri.
81- Nasıl inanmalıyız?
83- Akait dersleri.
91- Biz dünyaya niye geldik?
94- Peygamberleri tanıyalım.
98- Peygamber Efendimize muhabbet.
103-Peygamberi övmede ifrata kaçmak.
107-Peygamberimizi övmenin orta yolu.
112-Vahiy ve melekler.
118-Kabir ve ahret.
123-Öldükten sonra dirilmek ve öteki alem.
127-Mahşer.
132-Cennet ahvali.
136-Kıyamet, mahşer, cennet, cehennem.
144-Kader.
148-Çalışmak ve tevekkül.
152-Kur’an
156-Kur’an (2)
159-Kur’an-ı Kerim-i nasıl okumalıyız?
163-Kur’an-ı Kerim-i anlama tarihi
166-Abdestsiz Kur’an-a dokunulur mu?
170-Kur’an-a saygı göstermek.
174-Para karşılığı Kur’an okumak ve okutmak.
178-Ücretle Kur’an okutmak (2)
182-Müslüman niye namaz kılmaz?
186-Müslüman niye namaz kılmaz? (2)
190- Niçin namaz kılmalıyız?
195- Namaz kılmanın faydaları.
198- Her halükarda namaz kılmalıyız.
202- Namaz kılmayanları, namaza başlatmak için neler
Yapmalıyız?
206- Kısaca namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur?

O taraf, bu taraf!..

O taraf, zevkte, safa da, devlet olmanın, devlet kurmanın sevincini, mutluluğunu yaşamakta.
Bu taraf, ezada, cefada, yasta, keder de. Her gün ocaklara ateşler düşmekte, başörtülü anneler, sakallı babalar feryadı figan ağlamakta, genç gelinler dul, bebeler yetim kalmakta, şehitler kervanı çoğalmakta, Gazilerin sayısı bilinmemekte.
O taraf, saldırmada, taarruzda, mayınlar döşenmede, toplu katliamlar için C.4 ler hazırlanmakta, intiharcılar tedarik edilmekte.
Bu eylemleri yapmaları için teröristlerin öyle aylarca, günlerce emir beklemeleri de gerekmiyor, her hafta Polis ve Jandarmamızın korumasında mutad ziyaretlerini yapanlar, sözde liderlerinden aldıkları emir ve talimatları anında cepheye ulaştırıyorlar, cephedekiler de gerekeni hemen yerine getiriyorlar.
Bu taraf, savunmada, düşünmede, dosta düşmana sormada, on taneden aşağı şehit gelirse olağan hadise sayıldığı için bir şey yapmadan oturmalar, fazla şehit olunca da hemen parlayıp “saman alevi” gibi sönmeler; Tezkere geçirmeler, yedi düvelden müsaade istemeler, ama bir türlü karar veremeyenler.
O taraf Kongreler yapmakta, Türk Bayrağını yerlere atarak, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal’in ismi ve resmi olmadan, İstiklal marşı okunmadan, demokrasi şehitlerini yâd ederek, demokratik özerklik isteyerek, kendi bayraklarını asarak, Liderlerinin posterlerini açarak yapıyorlar toplantılarını.
Bu taraftakiler bırakın Parti kongrelerini, en küçük yardımlaşma derneklerinin kongrelerinde Ata Türkün resmi veya büstü olmasa, Bayrak bulunmasa, İstiklal Marşı okunmasa, okunurken birileri ayağa kalkmasa hemen o dernek veya Parti kapatılır, sorumluları içeri atılır.
O taraftakiler, yürüyüşler, nümayişler yapmada, yolları kesip caddeleri kapatmaktalar, lastikler yakıp, camları çerçeveleri kırıp, arabaları yakmaktalar; içlerinden birileri yakalanıp bir gece emniyette sabahlayıp ertesi gün geri bırakılmaktalar.
Bu taraftakiler, otuz, kırk senedir çözemedikleri başörtüsü için birkaç kadın, birkaç kız ara sıra sessiz yürüyüş yapmaya kalkarlar, acımasızca su sıkılarak, coplanarak engellenirler; Laiklikten, devrimleri aşındırmaktan, Şeriat istemekten hemen yargılanırlar, hatırı sayılır birde cezalara çaptırılırlar.
O tarafın, on sene terör suçundan ceza evinde yatanı Parti başkanı olabiliyor, Örgüte üye olmaktan cezaevinde yatanı içerdeyken seçime katılıp milletvekili olabiliyor; Milletvekili olanının kocasının on beş senedir teröristlere liderlik yaptığı anlaşılıyor, halen milletvekili olan hanımının da terör yuvaların da eli silahlı resimleri bulunuyor, ama bunları sadece haber olarak dinliyoruz, sadece “vay be” demekle yetiniyoruz, bunlara bir şey yapılamaz mı? Diye soruyoruz, gerçekten bir şey yapılmadığını esefle seyrediyoruz.
Bu taraftakilerin, vay geldi başına! Otuz sene evvel bu vatanı komünistlere teslim etmedikleri için, binlerce şehit vererek cezaevine düşenler ister mahkûm olsunlar, ister berat etsinler, bir defa tutuklanıp haklarında inceleme başlatılmışsa o sicillerine işlemiştir, bir daha o sicillerini temizletmek mümkün değildir.
Bırakın Milletvekili olmayı, bir derneğe üye, bir mahalleye Muhtar bile olamazlar, hatta Hac ve Umre için yurt dışına bile çıkamazlar.
O taraftakiler, bin bir türlü bahanelerle devletten kredi kopararak, sınırlarda kaçakçılık yaparak, Türkiye nin gelmiş geçmiş en büyük yatırımı olan GAP tan istifade ederek, sınır kapılarından taşımacılık yaparak ve batıdan yardım alarak zenginliklerine zenginlik katarlar.
Bu taraftakiler, kahvehaneleri, İnternet kafeleri doldururlar, işsiz, güçsüz boşta gezerler, iş bulanlarda asgari ücrete talim ederler, iki çocuklu aileler bile geçim sıkıntısı ile kıvranırlar.
O taraftakiler, denetimsizlik sayesin de ürettikleri esrarları, eroinleri veya daha doğudan elde ettikleri tonlarca uyuşturucuları, batıya, Türkiye nin içlerine taşırlar; Barlar da, Pavyonlar da, okul önlerin de satarak, hem Para kazanır, hem de Türk geçliğini zehirlerler. Buralardan elde ettikleri paralarla silah alarak, zehirli yemediklerini askerde şehit ederler.
Bu taraftakiler, Kurbanlık koyun gibi elleri kınalanarak askere gönderilir ve Bayrağa sarılı tabutlarla geri dönerler veya azalarından birileri noksan olarak kalan ömürlerini tamamlarlar.
O taraftakiler, her fırsatta Kürt olduklarını söylerler, devletin açtığı kanaldan teröristlerine şiirler okurlar.
Bu taraftakiler, bir türlü Türk olduklarını söyleyemezler, söyleyenleri de ırkçılıkla itham ederler.
O, taraf öyle.
Bu, taraf böyle
Bu, böyle devam eder mi? Etmeli mi? Etmemeli mi? Sen söyle…

Vahdet (Birlik ve beraberlik)

Ramazan bayramı öncesi ve sonrasında, elliye yakın askerimizin şehit edilmesi ve Meclisin sınır ötesine geçmeye izin vermesi ile geçmişte daha çok terörist yanlılarının dillendirdiği, şimdiye kadar da bir faidesi görülmeyen “din kardeşliği, birlik beraberlik” nasihatleri tekrarlanmaya başladı. Din kardeşliği muhakkak ki Müslümanlar için inkârı mümkün olmayan bir gerçeklik ve gerekliliktir, zira cenabı Allah “Muhakkak ki müminler kardeştir, kardeşlerinizin arasını ıslah edin” diye emretmektedir, fakat bu gerçeğe terör yanlısı, dini alaya alan, Namaz kılanlarla dalga geçen sözde Müslüman, Kürtler nasıl bakıyor ona bakmak lazım.
Bu “birlik, beraberlik” çağrısına Diyanetimiz de katılmış; Cuma vaizlerin de ve hutbelerin de değerli hocalarımız İslam tarihinden misaller vererek İslam kardeşliğinin önemini ve bölücülüğün zararlarını anlatıyorlar. Yine dini duyarlılığı fazla olan gazetelerimiz de aynı konuları içeren yazılar ve makaleler yayınlamaktadır. Fakat bu yayınlar bin yıllık kardeşliği bozup “illa biz ayrı devlet kuracağız” diye Türk askerlerini şehit eden ve onlara destek verenlere değil de, tarih boyunca devletine isyan etmemiş, Kürtleri kardeş bilmiş, birlik-beraberlik içinde yaşamış Türk milletine yapılmaktadır.
Ünlü İslam düşünürü, İbni Haldun meşhur eseri mukaddimesin de “ bir devletin uzun ömürlü ve başarılı olmasının tek şartı arkasında kuvvetli bir etnik unsur olmasıdır” der. Gerçekten de tarihe baktığımız zaman görülür ki, arkasında etnik ağırlığı olmayan, sadece dini inanç birliği ile kurulmuş ve uzun ömürlü yaşamış bir devlet mevcut olmamıştır. İslam tarihinde mezhep ve tarikat ağırlıklı, kısa ömürlü devletler olmuştur, ama sadece İslam inancı ile bir araya gelmiş, çeşitli unsurlardan teşekkül etmiş ve uzun süreli yaşamış bir devlet görülmemiştir.
Türk ırkından olup, başka milletlerin, başka devletlerin egemenliğinde yaşayanlar tarih boyunca var olmuştur; ama idarecilerinden ve egemen güçlerden çok zulüm görmelerine rağmen, devletine isyan eden ve ya devlet düşmanları ile işbirliğine girenlere rastlanmamıştır. Hepimizin bildiği gibi eski Sovyetler cumhuriyetin de milyonlarca Türk yaşamaktaydı; bunların dinlerini, örflerini, kültürlerini yaşamalarına müsaade edilmemiş bilakis çok zulüm görmelerine rağmen Ruslara karşı isyan etmemiş, Sovyetlerin düşmanları ile işbirliğine girmemişler, komünizmin kendi içinden çözülmesi ile bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır, böylece altı yedi tane Türk devleti doğmuştur.
Komünist Çin de halen otuz milyondan fazla Türk vardır, bütün insani haklardan mahrum, her türlü zulüm altın da inlemelerine rağmen onlardan da bir terörist harekete rastlanmamıştır, dertlerini Türkiye ye bile anlatamamışlardır.
İran’ın nüfusunun yarısından fazlası Azeri Türkü dür, ama bunlar İran’ın düşmanları ile işbirliği yapıp, ayrı bir devlet kurmak için bölücülük yaparak ihanette bulunmazlar. Yıllarca Saddam’ın zulmü altında yaşamış Irak Türkmenleri, yetiştirdikleri büyükler hunharca idam edilmelerine rağmen, Peşmergeler gibi devletlerini Amerika ya satmamışlardır. Aynı şartlar da, zulüm ve baskı altın da halen Rusya da, Gürcistan da, Suriye de, Yunanistan da, Bulgaristan da ve tüm balkanlar da binlerce, milyonlarca Türk her türlü insan haklarından mahrum olarak yaşamaya çalışmaktadır. Bunlardan hiç birisi yaşamış olduğu devlete isyan etmemiş, düşmanı ile işbirliğine girmemiştir.
Türk milletinin kurmuş olduğu devlet ve imparatorluklar da çok çeşitli ırklardan, çeşitli milletlerden yaşayanlar olmuştur, hiçbir Türk idaresi maiyetinde yaşayan tebaasının, hangi milletten, hangi ırktan olursa olsun, onların dinlerine, dillerine, örf ve adetlerine müdahale etmemiş, baskı ve zulüm uygulamamıştır. Bilakis onların dillerini, kültürlerini kendininkinden üstün tutmuş, ilim adamları yazdıkları eserleri Türkçe değil Arapça ve Farsça yazmışlardır. Hatta bu dilleri devletlerinin resmi dili haline getirmişlerdir. İslam güneşinin doğduğu Mekke ve Medine ye dinlerine ve peygamberlerine duydukları saygıdan dolayı kendilerini idareci değil hizmetçi kabul etmişler, başka yerlerden aldıkları vergileri oralara göndermişler, o mübarek topraklardan vergi almamışlardır.
Tarih boyunca Türk milleti idaresinde ki toplulukları asimile etmek veya zenginliklerini sömürmek gibi bir yola girmemiştir. Ben egemen gücüm havasına kapılmamış, devlet idaresinin en üst seviyesine tabasından, Paşalar, Vezirler ve birçok yöneticiler atamıştır. Bunun için Osmanlıda Rum, Ermeni, Boşnak, Arnavut, Paşalar ve yöneticiler çok olmuştur.
Hal böyle iken Türk milletinin zayıf anını yakalayan her unsur fırsat bulur bulmaz asırlardır beraber yaşadıkları, her nimetten fazlası ile istifade ettikleri devletlerine isyan ettiler ve Türkün egemenliğinden ayrılmak için her ihaneti yaptılar, her düşmanla iş birliğine girdiler. Haydi, Rumu, Ermenisi ayrıldı. Din kardeşimiz Arnavutlar, Boşnaklar, Araplarda batının oyununa geldiler ve Türk milletini arkadan vurdular.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Birlik beraberlik nasihati Anadolu’da yaşayan Türklere değil, bölücülük fikrine kapılmış her türlü ihaneti kendilerine mubah gören bölücü Kürtlere yapılmalıdır.
Yazımı Yavuz Sultan Selim Hanın meşhur şiiri ile bitirmek istiyorum.
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmayın devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat dedikleri mal mülk kavgasıdır.
Olmayan saltanat cihanda vahdet gibi”

Sessiz düşünceler -2-

Sessiz düşünmeye devam edelim: Otuz askerimizin şehit, sekiz askerimizin de kayıp olmasıyla Ordu, Hükümet, Millet toptan ayağa kalktı ve hemen tezkereyi geçirdiler. Sınır ötesine geçip terör yuvalarını dağıtacaktık, fakat bir de baktık ki İran dan başka dostumuz yokmuş. Türkiye yi bölüp, parçalamak isteyen P.K.K.ya ders vermemize bir tek İran razı, başta yıllardır müttefik dostumuz olan Amerika olmak üzere batı, Hıristiyan âlemi, İsrail, Çin ve Rusya olmak üzere bütün düveli muazzama karşımıza dikilmiş sınır ötesine geçemezsiniz, Kürtler bizim korumamız altındadır diyorlar.

Her köyünde, her kasabasın da “evladı resul” (seyit) var dedikleri Kürt yöreleri meğer Yahudiler ile doluymuş ve İsrail’e akrabalıkları varmış, o nedenle onların yardımından direk istifade edip, peşmergelerini İsrail de eğitiyorlarmış. Tanklarımızın, toplarımızın, hatta uçaklarımızın bakım ve onarımını emanet ettiğimiz İsrail de Barzani ve Talabani ile emmioğlu olmuşlar, birbirileri ile sarmaş dolaş haldeler.

Hele şu Talabani ve Barzani ikilisi!: Bunlar bir zamanlar kendi aralarında kavga eder, birbirilerini öldürürlerdi barıştıkları zaman da Bayrağı altında yaşadıkları Irak’a isyan edip, ihanette bulunurlardı. O zaman da Saddam acımasızca kafalarına yumruğunu indirince bu sefer de ahu”, vah ile bizi kurtarın diye Türkiye ye yalvarırlardı. Türkiye de “Ali cenaplılığını” gösterir, kimi zaman bunlara uçak gönderip kurtarır, kimi zaman da kırmızı pasaport gönderip “”kırılası ayaklarının altlarına” kırmızı halılar sererek, devlet töreni ile karşılanırlardı.

İşte bu şekilde Saddam’ın elinden kurtardığımız ve kolladığımız bu aşiret başları! Şimdi devlet adamı kılığına girmiş, ihanet ettikleri Irak halkının başına geçmişler ve Türkiye ye kafa tutuyorlar, her gün bir başka telden çalarak Türkiye ye tehdit savuruyorlar. Ne günlere kaldık ey gazi hünkâr!.

Bizim idarecilerimizin ne yaptığını anlayan varsa beri gelsin! Amerikanın Irak’ı bölüp, parçalayacağını, Kürtlere devlet kurdurarak Türkiye nin başına bela edeceğini bildikleri halde o zaman Türk askerinin, kuzey Irak’a geçmesine izin verip tezkereyi geçirmediler, Fakat o günler de “Kürtler kuzey Irak ta devlet kurarlarsa bunu savaş sebebi sayarız, müsaade etmeyiz diyorlardı. Bugün duyuyoruz ki kuzey ırak ta Amerikan desteği ile kurdurulan Kürt devletinin alt yapısını Türk iş adamları yapıyormuş, daha da beteri Barzani nin Türkiye de yüze yakın şirketi varmış ve sınır kapısından geçen her kamyondan yüz dolar haraç alarak, peşmergesine silah sağlıyormuş ve bu gücü ile Türkiye ye kafa tutup, meydan okuyormuş.

İki günde otuzdan fazla askerimizin şehit olması bardağı taşırdı, nihayet yöneticilerimiz bir ağız oldu ve sınır ötesi tezkeresi geçti, ama hala bekleniyor, o yörelere asker, silah ve mühimmat kaydırılıyor, müttefiklerimiz ve komşularımız ne der o araştırılıyor, bir türlü sınır ötesine geçiş yapılamıyor, ama diğer tarafta teröristler sınırı geçip içerilere giriyorlar. Tuncelinde, Şemdinli de, Şırnak ta, Hakkâri de, Türk askerine, karakollarına saldırmaya devam ediyorlar; dağı taşı mayınlarla doldurup, Mehmetçiği şehit etmeyi sürdürüyorlar.

Türk milleti ayağa kalkmış günlerdir “şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye her şehirde, her kazada yürüyüş yapıyor. Yurt dışında ki Türk vatandaşları da galeyana gelmiş, Türk bayrağını eline alan nümayişlere katılıyor. İçimizdeki hainlerde boş durmuyor, Şişlide, okmeydanında, Gazi mahallesin de yollar kapatılıyor, lastikler yakılıyor, polisler taşlanıyor, silahlar atılıp, Molotof kokteylleri patlatılıyor. Bu olanları gören büyüklerimiz halka itidal tavsiye ediyorlar, başlıyorlar aynı söylemleri tekrarlamaya, “bin yıldır beraber yaşamışız, kardeşi kardeşe kırdırmak istiyorlarmış, kışkırtmalara gelmemeliymişiz” elhak doğru kimse terörist olmayan veya teröre destek vermeyen, işinde, geçim derdinde ki Kürt kardeşine bir şey demiyor diyemezde; Fakat başkentimizin ortası ulus ta, İzmir de Pazaryerin de bomba patlatıp onlarca vatandaşımızı öldürüp, yüzlercesini yaralayanları, İstanbul da halk otobüslerini yakıp vatandaşın canına, malına kast edenleri, ikide bir yolları kesip ortalığı yakıp yıkanları, kapkaç yaparak, tonlarca uyuşturucu satarak elde ettikleri paraları P.K.K. ya gönderenleri ne yapacağız? Polis bu kişileri yakalayıp akşam misafir ediyor sabahtan serbest bırakılıyor, onlarda bıraktıkları yerden devam ediyorlar. Söylerimsiniz, bunları damı kardeş kabul edip, bağrımıza basacağız?

Ey bu yüce milleti yönetme mutluluğuna ermiş büyüklerimiz: Lütfen şu yönettiğiniz halkın sesine kulak verin, bugün on yaşında ki bir çocuğa sorsanız, size “terörle böyle mücadele olmaz” diyecektir. Cüretimi mazur göreceğinizi ümit ederek aşağıda ki tedbirlerin acilen alınmasını arz ediyorum.

1-) İdam yasasını teröre münhasır olarak yeniden koyalım ve teröre elebaşılık eden birkaç azgını infaz edelim bakalım neler oluyor?

2-) Terörden yargılanacaklara ayrı mahkemeler kuralım, seri şekilde cezalandıralım ve pişmanlık yasasını iptal edelim.

2-) Koruculuk kanununu iptal edip ellerine verdiğimiz devletin silahlarını alalım, rüşvet mahiyetinde terör yanlılarına maaş vermekten devletimizi kurtaralım.

4-) Koruculardan kurtardığımız paralarla o yörelerde devamlı savaşacak maaşlı asker ve polis yetiştirelim.

5-) “Bizler sınır ötesine terörü yok etmeye gidiyoruz, orda kalıcı değiliz, Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız” gibi sonradan söylenecek sözleri baştan söyleyerek kendi elimizle kendimizi bağlamayalım.

6-) Bu tedbirleri zamanın şartlarına göre çoğaltıp azalta biliriz, fakat P.K.K.yi yok etme azmimizi ortaya koymalı ve yok edene kadar da zerrece taviz vermeden aldığımız tedbirleri tatbik etmeliyiz.

Sessiz düşünceler -1-

Bayramı Milletimize zehir ettiler, evet ateş düştü yüreğimize, top yekûn Türk milletini ağlattılar, ağlatanlar da asırlardır beraber yaşadığımız, aynı inancı aynı kültürü paylaştığımız, aynı kıbleye yöneldiğimiz; bir birimizden kız alıp kız verdiğimiz Kürt kardeşlerimiz.
Batı Osmanlıyı parçalayıp Sevir anlaşmasına zorladığı zaman Türkleri Anadolu dan çıkarıp yok etme görevini, yunanlılara, Ermenilere vermişti. Yedi düveli karşısına alıp bütün yokluklara rağmen, top yekûn var olma savaşına giren Türk milleti, Mustafa kemalin Başbuğluğunda kurtuluş savaşını kazandı, yeni bir devlet doğdu adı Türkiye oldu.
Kurtuluş savaşın da yunanlıların denize dökülmesi, daha öncede Ermenilerin Anadolu dan tahriç (çıkarılması) edilmesi ile, Türk milletini Anadolu dan tamamen söküp atmak isteyen batılılar ve bilhassa İngilizler, onlardan arta kalan silahlar ile, bu görevi bu sefer de Kürtlere verdiler.
Asırlardır kendi aralarında kavgalı olan, tarih te hiçbir devlet kurma şerefine erişememiş Kürtler batıdan aldıkları bu görevi hemen yerine getirmek için, Dersim ayaklanmasını, Şıhsait isyanını çıkardılar Ama savaştan yeni çıkmış, Milli duyguları taze ve başında Mustafa kemal gibi bir komutana sahip olan Türk milleti bölücü, isyancıların cezasını hemen verdiği için başarılı olamadılar, “ Türk de olacağız, vergi de vereceğiz” diyerek geri çekildiler.
Uzun vadeli bir hazırlık içine giren Kürtler, yıllardır batının thrik ve telkini ile Türk milletine sinsice uygulanan nüfus planlamasın dan hiç etkilenmediler; bilakis üç dört kadınla evlenip kırk elli çocuk sahibi oldular. Çocukları yetişip iş bulamayınca da “ biz geçinemiyoruz, Doğuya yatırım yapmıyorsunuz, bizlere ayrımcılık yapıyorsunuz” diye çığlık attılar. Bu sayede böylece onların sesini keser, oylarını alırız, düşüncesin de ki safların da yardımı ile her dönem de devletten yüklüce yardım ve kredi koparttılar.
Çeşitli hile ve desiselerle devletten parayı koparanlar, güney doğudan batıya doğru hücum ettiler. Adana’yı, Mersin’i, İzmir’i, İstanbul ve bilumum sahilleri hatta Trakya’yı işgal ettiler. Arkalarına yüzlerce, binlerce destek vererek, içlerin den babalar, çeteler ihdas ettiler; Onlar dan aldıkları güç ve kuvvetlerle işgallerini gasp ve talana çevirdiler, mağdur ve mazlum Türklerin elinden zorla bağlarını, bahçelerini, evlerini, arsalarını aldılar; kimse ses çıkaramadı, sesini çıkaranı hemen acımasızca cezalandırdılar.
Bu şekilde çoğalan ve güçlenen Kürtler, öyle gün geldi ki düğünlerin de gelinlerinin koluna, boynuna on beş yirmi kilo altın takmayı sıradan bir olay haline getirdiler, hal bu ki iç Anadolu da bir Türk zengininin düğünün de bir kilo bile altın takılmaz.
Ekonomik ve nüfus açısından belli bir güç haline gelen Kürtlere batılılar eski görevlerini hatırlattı. “ Hadi ne duruyorsunuz? Biz size aynı soydan geldiğiniz Ermeni kardeşlerinizin silahlarını boşuna mı verdik? Türkleri yok etme zamanıdır, bütün batı arkanızda, her türlü desteği vermeye hazırız,” dediler ve böylece P.K.K. kurulmuş oldu.
P.K.K. kurulduğundan beri, Türk milletinin içte ve dışta dostundan çok düşmanı olduğu için her taraftan destek gördü. Evvela taraftarını çoğaltmak için masum Kürtleri cezalandırdı, katletti, köylerini yaktı yıktı, hunharca İmamları, Öğretmenleri, hatta bebekleri öldürdüler. Bu bir terör taktiği idi, “ bizi desteklemezseniz, bize asker vermezseniz, bizi saklayıp korumazsanız, sizi hep böyle cezalandırırız” demek istiyordu. Bu şekilde Kürt halkını da zoraki yanına alan P.K.K, T.B.M.M’ ye kendini temsilen adamlar gönderdi, teröristleri evinde barındıran tedavi ettiren milletvekilleri cezaevine kondu, batılı destekçilerinin sayesinde affedildiler. Şuanda daha kalabalık olarak P.K.K.yı temsil ediyorlar. Bizim saflarda ikide bir soruyorlar “P.K.Kaya terörist dermisin, onların eylemlerini kınarmısın” onlar ise hiç Takkiyye yapmadan hayır diyorlar “Biz Kürt halkının demokratik haklarını istiyoruz biz kan dökülmesine karşıyız” falan filan. Biri de çıkıp şu istediğiniz demokratik haklar nedir, sınırı, ucu nereye kadardır, neleri versek sizi razı edebiliriz? Demiyor, mesela Güneydoğuda kaç tane vilayet versek, razı olursunuz? Yoksa büyük vilayetlerden kaç tanesini istersiniz, Federal bir yönetime yeter der misiniz? yoksa! Bütün Türkiye yi mi istersiniz? Daha da ötesi biz Türkiye ismine de razı değiliz bundan sonra bu devletin adı Kürdistan mı olsun dersiniz?
Hey siz orda kiler! Aklınızı başınıza toplayın. Karşınızdakiler devletlerini, kendi soyların dan başkasına teslim etmeyen Türkler dir. Türkün ayranını kabartıp sabrını taşırmayın. Bakmayın yıllardır Türk milliyetçiliğinin bazı çevrelerin gayretiyle aşındırıldığına, yeri ve zamanı gelince Ülkücüsü, Alpereni, Ulusalcısı, hatta bunlardan hiç haberi olmayan neme lazımcısı bile en ateşli milliyetçi olur tek bilek, tek yürek halin de düşmanına haddini bildirir.
Siz duymadınız mı?
Türk’e kefen biçenin
Ölümü korkunç olur.

Kabir ve Ahiret

Bakın buraya kadar dünyamızı düşünerek mevlamızı tanıdık, bu âleme niye geldiğimizi anladık, peygamberlere, kitaplara, meleklere nasıl inanacağımızı öğrendik, artık sıra öteki dünyaya geldi, birazda oradan bahsedelim, insanlar gözleri yumulunca ne oluyorlar, ne hale giriyorlar? Azıcık ta bunları söyleyelim.
Şimdi hep biliyoruz, hep görüyoruz ki ölüm gelince insanı alıp götürüyor, sanki bu dünyaya hiç gelmemiş gibi bir hale getiriyor, o insanı koşup gezdiren can gidince ceset; suyu çekilmiş değirmen gibi kalıyor, sonra gitgide öyle bir kılığa giriyor ki artık onu mezardan başka bir yer paklamıyor.
Bir vakitler güller, çiçekler gibi olan insanın vücudu orada şişiyor, kurtlanıyor; deşilip dağlıyor, en sonunda eriyor, çürüyor, toprağa karışıp gidiyor. Lakin unutmamalı ki bu hale gelen hep insanın cesetidir, bedenidir, yoksa cana, ruha bir şey olmaz. Ruh; o topraktan gelmedi ki yine o toprağa gitsin, onun âlemi başkadır.
İnsanın ruhu tıpkı vatanından uzak düşmüş bir garibe benzer, ruhun elinde olup olacak bir atı, bir bineceği vardır ki oda bedenidir, vücududur, ona bir nimettir. Bu nimet elde iken kadrini bilir de kendini gurbet elinden, tehlikeli korkunç yerlerden kurtarırsa; vatanına, cennetine, asıl âlemine dönebilirse ne ala! Yok, eğer yollarda eğlenip haylazlık ederse, elindeki atını kaptırıp yarı yolda kalacak olursa vay onun başına geleceklere!
İşte asıl yiğitlik tende iken; fırsat elde iken yol alıp cennete yaklaşmaktadır, asıl marifet; adiliği bayağılığı bırakıp bir ayak evvel melekleşmektir. Bir insan fenalıklardan ne kadar uzak olursa mertebesi de o kadar artar, Allah’a da o kadar yakın olur. Bir adam fenalığa ne kadar çok dalarsa Allah’ın rahmetinden o kadar çok uzak olur.
İşte Neuzibillâh böyle fena adamlar ölünce başlar ruhları sıkılmaya. Ölüm her ne kadar ruhu bedenden ayırırsa da yine aradaki ilişki kesilmez, ruh yine cesedin üzerine titrer durur, sade elini ayağını kımıldatamaz, öyle eskisi gibi kalbine hükmü geçemez; geçemez ama sevgili vücudunun ne olduğunu, ne hale girdiğini hep görür, bilir, sade öyle inmeli adamlar gibi hiçbir şeye gücü yetemez, kendine asla kumanda edemez. Aman Yarabbi ne zor şey! Uyan uyanamazsın, kalk kalkamazsın, edemezsin!
İşte ilk sıkıntı; ilk azap buradan başlar. Ruh bakar ki o kıyametli vücudunu tutuyorlar, kaldırıyorlar, bu adam da bu evin, bu barkın sahibidir demeyip alıyorlar, götürüyorlar, onu sevgili evladından, ayalinden zorla ayırıyorlar. Tabut, teneşir, kefen, mezar…
Ah hep bunlar ruhun hiç sevmediği, hiç hoşlanmadığı şeyler! Hepsi soğuk, hepsi korkunç… Hele o mezar yok mu? O hepsinden beter. Bir kere dar mı dar, karanlık mı karanlık, yalnız mı yalnız. Hiç böyle yeri insanın ruhu sever mi? Ruh dediğin hep geniş, ferah yerler ister, daima açık aydınlık yerlerden hoşlanır, daima eşle dostla kalmak arzu eder; o öyle görmüş, öyle yerlere alışmış; şimdi bu mezarda ne yapsın, bu belaya nasıl tahammül etsin? İşte gönülleri Allah’a karşı kapalı olan fena kimseler böylece ölümün, ayrılığın acılarını birer birer görerek, tadarak kendini mezarda görünce korkar, sıkılır, bunalır, bin türlü azaplar çeker. Sonra bunlar yetişmiyormuş gibi bir de sorguya, suale çekilir, başlar bir takım azap melekleri görünmeye. Onlar ona sorarlar “Ağa mısın, efendi misin, her ne isen; söyle bakalım, senin Rabbin kimdir? Ne din tuttun, hangi peygambere uydun, kitabın nedir, kıblen neresidir, nesin, ne millettensin?” derler.
Şimdi bu zavallılar ne cevap versinler? Kimi Mevlasını bırakıp şeytana tapmış, hep onun dediğini yapmış; kimi paraya tapmış, para için her şeyi ayakaltına almış; kimi de Allah’ını tanımamış, dünyada iken her şeyi bilmiş, her şeye akıl erdirmişte Mevlasına gelince zihni doğrusu kendini düşündürmemiş yahut düşünmek işine gelmemiş.
İşte o vakit bunlar hep pişman olurlar amma o pişmanlık bunları azaptan kurtarmaz, belanın birinden kurtulup birine tutulurlar; nerde bir huylanıp hoşlanmadıkları şeyler varsa hepsini kendilerine üşüşmüş görürler. Fena sesler işitirler, fena kokular duyarlar; dünyada yaptıkları bütün fenalıklar da hep karşılarına çıkar, bu da onları büsbütün sıkar, bin türlü mihnet ve meşakkat çekerek kıyamete kadar öyle kalırlar.
Allahın emrini tutup peygamberin gösterdiği yola gidenler, millet, memleket uğrunda can verip şehit düşenler, onlar hiç ölüm ayrılık acısı çekmezler, kabir azabı görmezler, Allah onlara o acıları, o sıkıntıları duyurmaz, o korkunç şeyleri göstermez. Onların ruhuna Cenabı Hak bir neş’e, bir lezzet verir, bir takım iyi şeyler göstererek güzel sesler, güzel kokular duyurarak onları tatlı bir uykuya daldırır. Vücut mezarda yatar lakin ruh hep cennetler seyrederek sefasına bakar. Öylelerine göre ölümün, ayrılığın ne ehemmiyeti olur?
İşte bilmiş olunki insanlar böylece ya iyi, ya fena olarak geçireceği âlem; dünya ile ahret arasın da bir şeydir. Bu bir defa dünya değildir, çünkü ölüm gelince dünya biter gider; tam ahret te değildir; zira daha kıyamet kopmamıştır. Ne dünya, ne ahret; öyle ikisi arasın da bir şey durumun dadır. Bu nedenle kabir azabı tamam ile ahret azabına benzemez; ahrette ceza görecek hem ruhtur hem cesettir, lakin kabir de asıl azap görecek ruhtur, bu böyle olduğundan ölülerin çektiğini diriler görüp anlayamazlar. Bilir misiniz bu tıpkı korkunç rüya gören ile yanın da uyanık oturan kimseye benzer. Bazen insan korkulu rüya görür; bir yerlerden düşer, bir şeylerden korkar, kaçmak ister kaçamaz; ne sıkıntıdan, ne azaplardan sonra güç hal ile uyanıp o işkenceden kurtulur. Şimdi size sorarım; o adam bu rüyayı görürken mesela o rüyada ki akreplerin, yılanların belasını çekerken yanında bulunanlar bir şey göre biliyorlar mı? Hayır göremiyorlar! Göremiyorlar ama o uyuyan adam görüyor, onun canı yanıyor ya, asıl siz ona bakın! Başkasının görmemesinden ona bir fayda yoktur; işte kabir azabını herkesin görmemesi de buna benzer.
Başkaları varsın görmesin, anlı yamasın; azabı çeken çekiyor ya, o bitmez tükenmez bin bir türlü sıkıntıları geçiriyor ya! Onu üzüp üzüp bunaltmak için bu kadar yetişir. Başkaları ha görmüş ha görmemiş onca ikiside birdir. Sakın siz sözümü yanlış anlayıp ta “ kabir azabı rüya gibi bir şeymiş?” diye ehemmiyet vermemezlik etmeyin! Ben ölülerin azabını dirilerin görmemesine rüyayı örnek gösterdim ki iyice anlaşılsın diye size onunla temsil getiriyorum, yoksa kabir azabına haşa önem vermemezlik etmiyorum!

Peygamberimizi tanıyalım

Herkesin bildiği gibi imanın şartlarından biri de Peygamberlere imandır, fakat Müslüman halkın çoğu peygamberleri hatta kendi peygamberini dahi tanımamakta, birçok Müslüman Hz. Ebubekir Hz. Ömer kim diye sorsan “ bizim peygamberlerimiz değimli?” diye cevap verirler. Yapılması gereken Allahın emrine itaat edip okumak, öğrenmek, eksik bilgilerimizi tamamlamaktır. Bu maksatla Peygamberleri tanımak için meşhur Risalemize devam edelim.
“ Bu dersimizde de Peygamberler kimlerdir, nasıl adamlardır, onlara verilen kitaplar nedir, ne gibi şeylerdir? Bunları öğrenelim. Şimdi bilelim ki; peygamberler de sizin, bizim gibi birer insandırlar; onlarda yerler, içerler, uyurlar, gezerler; evlenirler, çoluk çocuk sahibi olurlar, vadeleri tamam olunca herkes gibi bu dünyadan çekilip giderler, yaradılışça insanlardan hiç farkları yoktur. Onların vazifesi daima insanlara doğru yolu göstermek, daima insanların selametine çalışmaktan ibarettir.
Ekin ekmek, yemek pişirmek, dikiş dikmek, demircilik, gemicilik etmek gibi evvel zamanlarda daha kimsenin bilmediği sanatları ilk önce peygamberler ortaya koymuşlardır, her şeyin yolunu izini vaktiyle hep onlar göstermişlerdir. Eğer insanlar muhtaç oldukları şeyler için ilk evvel böyle başka bir taraftan bilgi almamış olsalardı o acemilikleri ile kim bilir halleri nereye varırdı? Bunun için peygamberlerin vücudu âlemlere rahmet olmuştur.
Peygamberler sade bu kadarla kalmayıp insanlara mevlasını da tanıtmışlardır, birbirimizle hoş geçinmenin, birbirimize karşı daima iyi muamelede bulunmanın yolunu göstermişlerdir. İnsanlara evvela: hak nedir, hukuk nedir; insaf nedir, merhamet nedir; bütün bu gibi şeyleri öğreten hep peygamberler olmuştur, yeryüzünde iyiliklerin temelini önce onlar atmışlardır.
Şunu da bilmiş olun ki, peygamberler bu işleri akılları ile bulup kendiliklerinden yapmamışlardır, hep Allahın emri ile yapmışlardır. Bir insan kendiliğinden ne kadar çalışsa ne kadar iyiliklerde bulunsa, derecesi o kadar artar, gitgide belki evliya sırasına bile geçer, lakin kabil değil peygamber olamaz, taş çatlasa o mertebeyi bulamaz. Peygamberlik Allah vergisidir, öyle çalışmakla çabalamakla ele geçecek bir şey değildir. O bir makamdır ki Allah onu zamanına göre istediği kurallarına vermiş ve o kapıyı artık kapamıştır. Bundan sonra yeniden peygamber gelmeyecektir. İnsanlara Mevlasını tanıtıp eğriyi doğruyu gösterecek artık âlimlerdir, bu vazife onlara kalmıştır. Çünkü bir kere çığır açılmış iş bir dereceye kadar kolaylaşmıştır. Gelelim şimdi peygamberlerin kimler olduğuna…
Peygamberlerin ilki Adem Aleyhisselamdır, sonuncusu da Muhammet Mustafa (sav) efendimizdir. Bu ikisinin arasında gelip geçen peygamberlerin sayısını Allahtan başka kimse bilemez, lakin meşhurları: İdris, Nuh, Hut, Salih, Şuayip, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Eyüp, Elyesa, Zülkifil, İlyas, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa Aleyhisselamdır.
Peygamberlerin derecesi hep bir değildir, her birinin kendisine göre Allah yanında bir mertebesi vardır. Bunların kiminin peygamberliği sade bir bölgeyedir, kiminin birkaç bölgeyedir, hele peygamber efendimizin peygamberliği bütün dünyayadır, öyle sade birkaç bölgeye değildir.
Peygamberlerin kimine Hak Taala tarafından kitap verilmiştir, kimine verilmemiştir. Kendilerine ayrıca kitap verilmeyip de sade peygamberlik verilenlerin vazifesi; kendilerinden evvel geçen peygamberlerin şeriatını halka öğretmek, nasihat ederek doğru yolu göstermektir.
Peygamberlere gelen kitapların bazısı büyük kitaplardır, bazısı da bir takım sayfalardır. Büyük kitaplar: Tevrat, Zebur, İncil, Kur’andır. Bunlardan Tevrat Musa as, Zebur Davut as, İncil İsa as, Kuranı kerim de Peygamberimiz Sallellahü aleyhi vesellem efendimize gelmiştir. Adem Aleyhisselama on sayfa, Şit Aleyhisselama elli sayfa, İdris Aleyhisselama otuz sayfa, İbrahim Aleyhisselama da on sayfa verilmiştir.
Kuranı kerim den maada bu saydığım kitapların, sayfaların her biri bir zamana ve bir takım kavimlere, kabilelere göre bulunduğundan artık onların zamanı geçmiştir, asla hükümleri kalmamıştır. Fakat Kuranı Kerim öyle sade bir yere, bir zamana mahsus olmadığın dan onun hükmü kıyamete kadar sürecektir.
Nasıl ki her hastalığa tedavisine göre bir ilacı, bir perhizi varsa her devrin her zamanın da kendine göre bir kitabı, bir şeriatı vardır. Evvel zamanla ahır zaman hiçbir olur mu? Elbette Ademoğlunun emeklediği devirler başkadır, yaşını başını alıp düşünmeğe başladığı devirler başkadır. Bunun için evvel zamanlarda peygamberlere gelen kitaplarla Peygamber efendimize gelen Kuranı Kerim bir değildir. Kuranı Kerim ahır zamana göre bir kitaptır.
O halde Allahın kelamını layıkıyla anlayıp insafla düşünen kimse iman eder ki Kuran bir nurdur, kararmış kalpler her zaman ona muhtaçtır. Kuran şifadır, insana insanlığını unutturacak hastalıkların, ahlaksızlıkların dermanı ancak odur. Kuran aleme rahmettir, dost düşman bilerek bilmeyerek onun yüzünden bin türlü hayır görmüştür. Hatta bu günkü günde dünyayı tutmuş olan ilimlerin, sanatların bile bu seviyeye gelmesine hep Kuranı Kerim sebep olmuştur.
Kuranı Kerim elde Mihenk taşıdır, iyi kötü daima onunla anlaşılır. Kuranı Kerim elde bir terazidir, kıyamete kadar gelip geçecek şeyler hep onunla tartılır. İşte “Kuranı Kerimin hükmü kıyamete sürecektir.” Dediğimizin bir hikmeti de budur. Sade şu var ki asıl marifet öyle nazik bir mihenk, öyle bir teraziyi zamanına göre kullanmayı bilmektir. Sen ben bir altın parçasını mehenke vursak ne anlarız? Eczacının kimyacının kılı kırk yaracak kadar ince hesap veren terazisini nasıl kullanırız? Ona ehli ister, erbap ister… Biz anlayamazsak, kullanamazsak kusur mihenkte, terazide midir; yoksa bizde midir?
Görmez misiniz, en kolay sandığımız bir sanat bile ince emek verilmedikçe elde edilmiyor, nerede kaldı ki Kuran? Kuran-ı Kerim’de herkesin anlayabileceği pek çok şeyler bulunduğu gibi sade ehlinin, erbabının anlayabileceği birçok şeyler vardır. Ne yapalım “Allah beş parmağı bir yaratmamıştır, herkesin aklı bir olmaz, herkesin de mutlaka İmamı Azam olması lazım gelmez.”

Biz dünyaya niye geldik?

Yukarıdaki soruyu akıl, baliğ olan her Müslüman’ın kendisine sorması ve cevabını bulması ve ona göre de yaşaması icap eder. Aslında bu soruların cevabı kuranı, kerim de açık olarak geçmektedir. “ Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (zariyat 56) “ Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (duhan,38,39) “ Dünya ahretin ziraat tarlasıdır.” (hadisi şerif) Fakat her Müslüman kuranı kerimi ve hadisi şerifleri araştırıp sorularına cevap bulamayabilir, O zaman insan kendisine verilen en büyük nimetlerden birisi olan aklına müracaat edecektir. İşte dört haftadır yazılarından istifade ederek sizlerin de istifadesine sunduğum 1931 yazılan Risalede bu soruların cevabının da akıl ve mantıkla bulunabileceği gösteriliyor, yine ondan devam edelim.
“ Şimdi birazda kendimizi düşünelim! Biz neyiz, neyin nesiyiz; nereden geldik, niye geldik; ne olacağız, nereye gideceğiz?
Bunları sezip anlamağa çalışalım. Bir adam pazara gittiği vakit ne alıp ne satacağını, ne yapıp ne edeceğini; pazara niye ne için geldiğini bir düşünmezmi? İşte sizde bunun gibi düşünün! Bu dünyada necisiniz, ne olacaksınız? Bunu öğrenmeye çalışın.
Sadece ye, iç, otur kalk; gez, toz, hoşuna gideni kop kopar, hoşuna gitmeyeni at fırlat, başın hiçbir buyruğa bağlı olmasın; kimseyi tanıma, büyük küçük sayma; hatır gönül bilme, keyfini kıran olursa hemen yere çal; sağını solunu gözetme. Böylece baş belası olarak boy göster. Sonrada günün birinde düşüp ölüver, tutsunlar seni bir toprağa sokuversinler, işte o kadar.
Eğer dünyaya bunun için geldikse senin canavardan ne farkın kaldı? O da öyle yapar, hoşlandığını kapar, yutar; hoşlanmadığını teper, geçer, günün birinde de ölür gider. Şimdi hâşâ sende onlarla bir mi olacaksın, kendini onlarla bir mi tutacaksın? Olamaz evladım, olamaz!. İyice düşün, kendini güzelce düşündür! Senin görüp göreceğin öyle iki günlük dünya ile bir avuç toprak mı olacak? Allah seni böyle tembellik sersemlik, ziyankârlık için mi dünya’ya getirdi? Sana bu boyu, bu bosu, bu aklı bu fikri bunun için mi verdi? Hayır hayır… Biz dünya’ya öyle kediler, kuzular, sinekler, kelebekler yahut öyle yırtıcı hayvanlar gibi sade yiyip içmeğe, sade koşup gezmeye; sade dönüp dolaşmaya gelmedik, imtihan olmaya geldik. Dünya herkesin nasıl adam olduğunu meydana çıkaracak bir imtihan yeridir.
Sakın birden bire yanlış anlamayın! Bu imtihan hem herkesin kendisine, hem de birbirine karşıdır. Yoksa Allah’a karşı gizli kapaklı bir şey olmadığından herkesin ne mal olduğunu anlamak için insanları imtihan etmeye Cenabı Hakkın hâşâ ihtiyacı yoktur.
Herkesin dünya’ya çıktığında ne yapıp ne edeceğini Hak Taala Hazretleri pekâlâ bilir. Allah istese idi dünya’ya getirmeden herkesi layığına göre cennete, cehenneme koyardı, lakin o vakit cehennemlikler yahu biz ne yaptık ki bizi buraya attınız derler.
Onlara karşı “eğer siz dünya’ya çıksaydınız şöyle şöyle fenalıklar yapacaktınız. Bunu Allah biliyordu da bunun için siz cehenneme girdiniz!” denilse onlar o vakit “hâşâ biz hiç öyle şeyler yapmazdık; asla öyle fenalıklarda bulunmazdık. Bir fenalık kötülük yapmadan etmeden bize ne için azap ediyorsunuz?” derler.
İşte sonra böyle denmemek için Hak Taala insanları bir defa dünya’ya çıkarıyor; iyiyi, kötüyü seçmek için de akıl, fikir veriyor, herkesi bilir, anlar, sezer düşünür bir hala getiriyor, sonra insanları yeryüzünde öyle büsbütün hayranda koymuyor, her tarafı onların yüzüne karşı kapalı da bırakmıyor. Peygamber gönderiyor, kitap indiriyor, kendini göstermeksizin insanlara söz söylüyor, kelamını işittiriyor, nasihat veriyor;
—Ey insanlar “Ben benim, Allah’ım! Siz bir takım aciz mahlûklarsınız! Ben hiçbir şeye muhtaç değilim, siz her şeye muhtaçsınız, birbirinize bile muhtaçsınız! Bunun böyle olduğunu sakın unutmayın! Emrimi tutun, birbirinizle hoş geçinin! Kendinizi fenalıklara bulaştırmayın, benim de ulular ulusu olduğumu hatırdan çıkarmayın! İyilere cennet, kötülere de Cehennem! İşte Cennet yolu budur, Cehennem yolu da bu” diyor.
İşte Cenabı hak insanlara hayrı, şerri böylece bildirip Cennet Cehennem yolunu gösterdikten sonra onları iki yol ağzında muhayyer bırakıyor, bunun üzerine artık herkes kendi dileği ile istediği yolu tutuyor, Cennet yolu ise Cennet, Cehennem yolu ise Cehennem… Bu böyle olursa, insanlar böylece bir imtihana çekilirse herkesin kaç paralık adam olduğunu kendi de anlar; o vakit kimsenin kimseye bir diyeceği kalmaz. “Kendim ettim, kendim buldum…” deyip herkes cezasına razı olur.
İşte şimdi biz yolun çatallandığı yerde duruyoruz, Cennet yolunun ayrıldığı yerde duruyoruz! Cenabı Hak bize hem akıl fikir vermiş, hem de peygamber, kitap göndererek buyuracağını buyurmuştur. Bizden evvelkilere de kitap gelmiş, peygamber gelmiş, herkes nöbetini savmış, şimdi sıra bize gelmiştir. Artık gemisini kurtaran kaptandır, biz de gözümüzü dört açalım, Allah’ın peygamberlerine inanalım, ne buyurmuşsa “Allah onu yapmaya çalışalım, böylelikle Cennet yolunu tutalım, dünyada da, ahrette de selameti bulalım!

« Older entries